Bu Hitsikin.com temayı önceden görmekte fırsat veriyor.
Tema yerleştirmek • Temanın fişine geri dönmek
İcatlar Ve Keşifler
2 sayfadaki 2 sayfası
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Demir
XIX. Yüzyılın
başlarına kadar gözler hep Roma ile Yunan'daydı. Çağdaş
uygarlığımız yalnız bu iki kaynağa indirgenmekteydi. Bu görüş
Napolyon'un Mısır seferiyle değişti. Onunla birlikte Mısır'a giden
bilginler icat ve anıttan yana zengin bu iki uygarlıktan
çok daha eski bir uygarlığın varlığını şaşkınlık ve hayranlıkla
gördüler. 1842'de ufuk daha da genişledi; Fransa'nın Musul
başkonsolosu Botta Mezopotamya'nın antik anıtlarını ortaya çıkardı. Bunu öteki uygarlıkların (Sümerler Babilliler Egeliler Hititliler Ukrayna'dan Moğolistan'a uzayan steplerde yaşayan göçebe halk) tanınması ve incelenmesi izledi.
Bugün Atina ve Roma gözümüzde parlak olmakla
birlikte uygarlık tarihinin bir ayrıntısından başka bir şey değildir.
Birçok belli başlı teknik icatları artık onlara mal edemeyiz.
Biliyoruz ki bunlar. Roma saltanatının ya da Yunanistan'ın
ünlü filozoflarının gölgesinde değil
zaman zaman büyük imparatorluklar kurmakla birlikte sonradan
unutulmuş Asyalı toplumların eserleridir. Yukarıda sabanın koşumun gemin bu halkaların icatları olduklarını görmüştük. Ama tereyağının İşkillerin icadı demirin de (M.Ö. 1300'de) Mitillerin icadı olduğunu kaçımız biliriz?
Demir madeni daha önceden de biliniyordu; Hititlere borçlu olduğumuz
"demir sanayii"dir. M.Ö. 2950'de Ur'da bir demir balta; M.Ö.
2840-M.Ö. 2700'den gelen Sümer kalıntıları arasında ve Keops
Piramidi'nde demir silâhlar bulunmuştur. Ancak o zamanlar
son derece az bulunan bir maden olduğundan demir değerli eşyalardan
sayılıyordu. Hammurabi zamanında (M.Ö.2000) Babil'de demirin
değeri gümüşünkinden sekiz kat fazla ve altının
dörtle üçü oranındaydı. Günümüz de
bol rastlanan bu madenin o zamanlarda bunca 'ender oluşu'nun sebebi
neydi acaba?
Çünkü demirin elde edilmesi bakır ya da
tunçunkinden daha güçtü. Bakırı eritmek ve
toprağından ayırmak için 1.083 derece ısı yeterlidir. Tuncun
yapımında kullanılan kalaysa daha kolay (232 derecede) erir. Demirin
eritilmesi için 1.535 derecilik bir ısı gereklidir. Bundan başka maden cevheri oksit şeklinde olduğundan bunu oksijenden ayırmak için çok miktarda redüktör'e yani indirgeme işlemini yapacak bir aracıya özellikle karbona ihtiyaç vardır işte bu iki şart
bakır ve tunç metalürjisinde (madenleri ve arıtılmalarını
inceleyen bilim.) kullanılan fırınlarla gerçekleştirilemiyordu.
Bunu M.Ö. 1700'de yapılmış bir Mısır resminde gördüğümüz
ayakla işleyen körüklerle yapmak ve gerekli miktarda oksijeni
maden cevherinden alacak maddeyi sağlamak imkânsızdı.
Demiri herkesin kullandığı bir maden haline getirenler Hititler oldular. Bunun için de yüksek fırınlardan yaralandıkları kuşku götürmez. Böylece tunçtan yapılmış ağır silahlar zırhlar ve kalkanlar yerlerini demirden olanlara bıraktılar. Arkeologlar Korsabad'daki II. Sargon'un sarayında bu silahlardan ve araçlardan 160 ton bulmuşlardır.
Demir
Yakın Doğu'dan Mısır'a ve Dorların yaşadığı Balkanlara doğru hızla
yayıldı. M.Ö. 900 yıllarına doğru Avrupa'da görülmeye
başlanan bu madeni Avrupalılara tanıtan her halde Dorlar olmuşlardı.
Doğu Asya demiri aynı çağlarda benimsedi. Delhi'de
M.Ö. IV. yüzyıldan kalma 17 metre yüksekliğinde ve 17
ton ağırlığında büyük bir sütun bulunmaktadır.
Vierendeel: "Bugün bile değme atölyelerin
gözünü korkutacak böylesine dev gibi bir
parçanın imalinde kullanılan madeni Hindular nasıl eritmiş ve
nasıl çalışabilmişlerdir insan şaşıyor" diyor.
Tabii demir önce yalnızca askerlikte kullanıldı. Ağır tunç kılıçlar demirden yapılmış ince hafif ve uzun kılıçların karşısında 'âciz' kalıyordu öte yandan mızrak
ok ve yay daha kullanışlı biçimde yapılmaya başlandı. Gem ve
mahmuz hafifledi. Bunu ev eşyaları ve günlük hayatla
kullanılan öteki araçlar izledi. Bıçak testere
zincir vb. demircilerin atölyesinden çıkmaya başladı. Bu
arada makas da icat edildi. Önceleri makas sadece
savaşçıların saç ve bıyıklarını kesmekte kullanılıyordu.
Bir süre sonra mücevherler de demirden imal edilmeye başlandı.
Demirin gelişmesini izlemek
çok öğreticidir. Yakın Doğulu bir halkın zekâsının
ürünü olan bu maden Asurlulara< kan
dökücü egemenliklerini bütün Yakın Doğu'ya
yaymaları imkânını vermiştir. II. Sargon Assurbanipal gibi kralların ün kazandığı bu imparatorluk kendi içinde eriyen Sümer Mısır ve Babil gibi eski uygarlıkların mirasçısıydı. Asya'nın bu dev temsilcisi karşısında
Avrupa'nın ne önemi olurdu?.. Sadece Yunan dünyasının meydana
getirdiği küçük bir ışıklı nokta dışında.
Güneybatı Almanya'dan göç etmiş tarımcı bir halkın
Keltlerin birkaç yüzyıldan beri içinde yaşadıkları karanlık sessiz ve kısır bir dünya Kelt köylerinin yoksul kulübeleri. Babil'in
Knosos'un Ninova'nın sanat eserlerinden ve banyolu konutlarından
çok uzaklardaydı. Ve Avrupa'nın günün birinde bunları
aşacağı o dönem için aklın hayalin almayacağı bir şeydi.
Bununla birlikte M.Ö. 612'de heybetli Asur yapısı çöktü; Ninova
ateşler içinde yok olup gitti. Yıkıntılarından başka bir
imparatorluk yükseldi: Pers İmparatorluğu. Sınırları daha da
genişleyen bu devlet Akdeniz'e kadar uzandığı Hellen kıvılcımı Batı'nın yoğun karanlığında henüz pek güçsüz bir ışıktı.
XIX. Yüzyılın
başlarına kadar gözler hep Roma ile Yunan'daydı. Çağdaş
uygarlığımız yalnız bu iki kaynağa indirgenmekteydi. Bu görüş
Napolyon'un Mısır seferiyle değişti. Onunla birlikte Mısır'a giden
bilginler icat ve anıttan yana zengin bu iki uygarlıktan
çok daha eski bir uygarlığın varlığını şaşkınlık ve hayranlıkla
gördüler. 1842'de ufuk daha da genişledi; Fransa'nın Musul
başkonsolosu Botta Mezopotamya'nın antik anıtlarını ortaya çıkardı. Bunu öteki uygarlıkların (Sümerler Babilliler Egeliler Hititliler Ukrayna'dan Moğolistan'a uzayan steplerde yaşayan göçebe halk) tanınması ve incelenmesi izledi.
Bugün Atina ve Roma gözümüzde parlak olmakla
birlikte uygarlık tarihinin bir ayrıntısından başka bir şey değildir.
Birçok belli başlı teknik icatları artık onlara mal edemeyiz.
Biliyoruz ki bunlar. Roma saltanatının ya da Yunanistan'ın
ünlü filozoflarının gölgesinde değil
zaman zaman büyük imparatorluklar kurmakla birlikte sonradan
unutulmuş Asyalı toplumların eserleridir. Yukarıda sabanın koşumun gemin bu halkaların icatları olduklarını görmüştük. Ama tereyağının İşkillerin icadı demirin de (M.Ö. 1300'de) Mitillerin icadı olduğunu kaçımız biliriz?
Demir madeni daha önceden de biliniyordu; Hititlere borçlu olduğumuz
"demir sanayii"dir. M.Ö. 2950'de Ur'da bir demir balta; M.Ö.
2840-M.Ö. 2700'den gelen Sümer kalıntıları arasında ve Keops
Piramidi'nde demir silâhlar bulunmuştur. Ancak o zamanlar
son derece az bulunan bir maden olduğundan demir değerli eşyalardan
sayılıyordu. Hammurabi zamanında (M.Ö.2000) Babil'de demirin
değeri gümüşünkinden sekiz kat fazla ve altının
dörtle üçü oranındaydı. Günümüz de
bol rastlanan bu madenin o zamanlarda bunca 'ender oluşu'nun sebebi
neydi acaba?
Çünkü demirin elde edilmesi bakır ya da
tunçunkinden daha güçtü. Bakırı eritmek ve
toprağından ayırmak için 1.083 derece ısı yeterlidir. Tuncun
yapımında kullanılan kalaysa daha kolay (232 derecede) erir. Demirin
eritilmesi için 1.535 derecilik bir ısı gereklidir. Bundan başka maden cevheri oksit şeklinde olduğundan bunu oksijenden ayırmak için çok miktarda redüktör'e yani indirgeme işlemini yapacak bir aracıya özellikle karbona ihtiyaç vardır işte bu iki şart
bakır ve tunç metalürjisinde (madenleri ve arıtılmalarını
inceleyen bilim.) kullanılan fırınlarla gerçekleştirilemiyordu.
Bunu M.Ö. 1700'de yapılmış bir Mısır resminde gördüğümüz
ayakla işleyen körüklerle yapmak ve gerekli miktarda oksijeni
maden cevherinden alacak maddeyi sağlamak imkânsızdı.
Demiri herkesin kullandığı bir maden haline getirenler Hititler oldular. Bunun için de yüksek fırınlardan yaralandıkları kuşku götürmez. Böylece tunçtan yapılmış ağır silahlar zırhlar ve kalkanlar yerlerini demirden olanlara bıraktılar. Arkeologlar Korsabad'daki II. Sargon'un sarayında bu silahlardan ve araçlardan 160 ton bulmuşlardır.
Demir
Yakın Doğu'dan Mısır'a ve Dorların yaşadığı Balkanlara doğru hızla
yayıldı. M.Ö. 900 yıllarına doğru Avrupa'da görülmeye
başlanan bu madeni Avrupalılara tanıtan her halde Dorlar olmuşlardı.
Doğu Asya demiri aynı çağlarda benimsedi. Delhi'de
M.Ö. IV. yüzyıldan kalma 17 metre yüksekliğinde ve 17
ton ağırlığında büyük bir sütun bulunmaktadır.
Vierendeel: "Bugün bile değme atölyelerin
gözünü korkutacak böylesine dev gibi bir
parçanın imalinde kullanılan madeni Hindular nasıl eritmiş ve
nasıl çalışabilmişlerdir insan şaşıyor" diyor.
Tabii demir önce yalnızca askerlikte kullanıldı. Ağır tunç kılıçlar demirden yapılmış ince hafif ve uzun kılıçların karşısında 'âciz' kalıyordu öte yandan mızrak
ok ve yay daha kullanışlı biçimde yapılmaya başlandı. Gem ve
mahmuz hafifledi. Bunu ev eşyaları ve günlük hayatla
kullanılan öteki araçlar izledi. Bıçak testere
zincir vb. demircilerin atölyesinden çıkmaya başladı. Bu
arada makas da icat edildi. Önceleri makas sadece
savaşçıların saç ve bıyıklarını kesmekte kullanılıyordu.
Bir süre sonra mücevherler de demirden imal edilmeye başlandı.
Demirin gelişmesini izlemek
çok öğreticidir. Yakın Doğulu bir halkın zekâsının
ürünü olan bu maden Asurlulara< kan
dökücü egemenliklerini bütün Yakın Doğu'ya
yaymaları imkânını vermiştir. II. Sargon Assurbanipal gibi kralların ün kazandığı bu imparatorluk kendi içinde eriyen Sümer Mısır ve Babil gibi eski uygarlıkların mirasçısıydı. Asya'nın bu dev temsilcisi karşısında
Avrupa'nın ne önemi olurdu?.. Sadece Yunan dünyasının meydana
getirdiği küçük bir ışıklı nokta dışında.
Güneybatı Almanya'dan göç etmiş tarımcı bir halkın
Keltlerin birkaç yüzyıldan beri içinde yaşadıkları karanlık sessiz ve kısır bir dünya Kelt köylerinin yoksul kulübeleri. Babil'in
Knosos'un Ninova'nın sanat eserlerinden ve banyolu konutlarından
çok uzaklardaydı. Ve Avrupa'nın günün birinde bunları
aşacağı o dönem için aklın hayalin almayacağı bir şeydi.
Bununla birlikte M.Ö. 612'de heybetli Asur yapısı çöktü; Ninova
ateşler içinde yok olup gitti. Yıkıntılarından başka bir
imparatorluk yükseldi: Pers İmparatorluğu. Sınırları daha da
genişleyen bu devlet Akdeniz'e kadar uzandığı Hellen kıvılcımı Batı'nın yoğun karanlığında henüz pek güçsüz bir ışıktı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
DEMİR VE DÖKME DEMİRİN ZAFERİ
Bu önemli gelişmenin öncüsü "çelik sanayinin babası" diye adlandırılan John Wilkinson'dur (1782-1808). Madencilik
araçlarını ve tekniklerinin birçoğunu ona
borçludur. Hadde makinesini 1552'de Nurenberg'de Bruler adlı
biri icat etmiş; iki yüzyıl sonra Fransız Chapitet madeni oluklu iki silindirin arasından geçirerek "profil" (UT ya da köşeli vb.) demir imal etmişti. Wilkinson bunun kullanma alanını o derece genişletti ki XIX. yüzyılın eşiğinde mimarlar mühendisler ve makine yapımcıları her türlü ihtiyaca uygun boy ve biçimde madeni levha bulabiliyorlardı.
Wilkinson 1774'te boru biçimindeki madeni eşyaların içini
"perdahlama' ve bir de 'delme' makinesi icat etti. O tarihe kadar
Fransız Nicolas Focg'un icadı olan (1750) 'delici'den geliştirilmiş bir
araç kullanılıyordu. Wilkinson bu aracı mükemmelleştirerek
top namlularına uyguladı. Onun sayesinde yepyeni bir
'araç-makine ailesi' türedi. Bu aile yetenekli iki
teknisyenin (İngiliz Joseph Bramah (1749-1814) ve Fransız Marc Brunel
(1769-1849) çalışmalarıyla daha da gelişti. İkisi de tarımcı
çocuklarıydı; mutlu bir rastlantıyla sanayi alanına
atılmışlardı.
Bramah bir yığın icatlar ortaya attı (sözgelişi bira tulumbası). Ama asıl ona büyük ün sağlayan "hidrolik pres" (1796) oldu. Brunel "delgi makinesi" "yuva açma makinesi" ve "perdahlama makinesi" yaptı. Bundan başka Liverpool'da rıhtımlar ve doklar
Londra'da Thames�ın altına bir tünel inşa etti. (1824-1842). Henry
Bramah�nın hidrolik presinin işlerken kuru kalmasını sağlayan eski öğrencisi Maudslay'in (1771-1831) pistonları deriyle kaplaması oldu.
XVIII. yüzyılın sonlarında mühendisler bu tür
araçlara sahip olduktan sonra odunu bir yana itip yerine maden
kullanmaya başladılar. Maden zaten buhar makinesi için
zorunluydu. Araçlar
sonra da en çeşitli mekanizmalar madenden yapılmaya başlandı.
XVIII. yüzyılın sonundan on yıl kadar önce. Mühendis
John Rennie'nin (1761-1821) yaptığı dişli çarklılara kadar bütün aksamı madenden olan ilk buharlı değirmen İngiltere'de dönmeye başladı.
Bununla birlikte yapımcılar
kalıba dökmeye son derece uygun olan dökme demiri
birçok alanlarda tercih ediyorlardı. XVIII. yüzyılın
ortalarından başlayarak İngilizler dökme demirden çok çeşitli dökme eşyalar yaptılar: 1738'de ray 1755'te vagon tekerleği hidrolik çarklar ve kazanlar... 1773'te teknik madenden bir köprü yapmaya karar verilmesiyle bir atılım daha yaptı.
Köprü yapımcıları bundan önce de maden köprü inşa etmek hevesine kapılmışlar
1755'te Lyon'da üç kemerli bir köprü yapmaya
kalkışmışlardı. Ama bu tasarı zamana göre aşırı ileriydi. 1773'te
İngiltere artık bu iş için olgunlaşmıştı. Darbylerin fabrikaları
yakınlarında bulunan Severn ırmağının üstüne ilk "demir
köprü"yü attı. 1779'da trafiğe açılan ve
hâlâ sapasağlam duran bu köprü zamanında bir şaheser olarak karşılanmış yapımcısı Abraham III. Darby "mühendislik ve mimarlık sanatına yeni ufuklar getiren öncü" olarak kutlanmıştı.
Dökme demir köprüler birbirini izledi: 1796'da
Sunderland'da 1804'te Paris'te (le pont des arts) 1806'da yine Paris'te
(le pont d'Austerlitz) Bu başarılar tutkuları kamçılayınca
dökme demirle büyük binalar inşa etmeyi deneme hevesi
baş gösterdi. Fransız mühendisi François Joseph
Belanger (1744-1818) Paris'te 1811'de buğday halini 40 metrelik dökme demir kubbeyle kapatmayı başardı. Dökme demir doruğuna ulaştığı yerde demir ve hemen ardından çelik onu geçmeye hazırdılar. 1787'de Wilkinson ilk demir gemiyi kızağa koyar 1796'da Amerikalı Finley ilk asma köprüyü tanıtırken mimarlar da demiri
yapılarda gizli kalan 'iskelet' olmaktan çıkarıp 'dekoratif
(süsleyici) unsur olarak kullanmayı düşünüyorlardı.
Köprüler gemiler araç-makineler kubbeler gibi yararlı teknik uygulamalara rağmen
XVIII. yüzyılın sonunda madenin başlıca kullanıldığı yer
hâlâ savaş sanayisiydi. Silah imalâtçılarıyla
top dökümcülerinin sanayide yerleri kamu işleri
mühendislerinden önce geliyordu. Fransız Devrimi'nin
Avrupa'yı karşı karşıya getireceği bütün büyük
çarpışmalarda demir madenlerin kralı oldu. Ordunun ihtiyaçları nedeniyle de olağanüstü gelişimini sürdürdü.
Çelik alanında tüfek Vauban'dan bu yana değişmemişti. Fransızlar Devrim ve İmparatorluk savaşlarını 1777'de kullanılan silahlarla sürdürmekteydiler. Bunlar hâlâ ağızdan döktürülüyorlardı.
Tüfeğe karşılık
top yapımı ilerleme kaydetmişti. Gösterdiği balistik (atış
uzaklığı) sorunlardan ötürü matematikçilerin
dikkatini çekmiş bu sayede sağlam bilimsel temellere kavuşmuştu. İngiliz Benjamin Robins (1701-1751)
mermilerin silahtan çıkış hızını ölçmek için
bir "balistik sarkaç" icat etmiş ve "iç balistiğin"
temellerini atmıştı. İsviçreli Johann Sulzer (1720-1779) da
1755'te havanın direnci üzerine ilk deneyleri yaparak "dış
balistiğin" esaslarını buldu. Bu direncin 1781'de matematik kanununu
koyan Prusyalı Georg von Tempelhof (1737-1807) ve İngiliz Charles Hutton'dur (1733-1824).
Bu kuramlarla kişisel gözlemlerin gösterdiği yoldan ilerleyen Fransız Jean-Baptiste de Gribeauval (1715-1789)
yarım yüzyıl boyunca Avrupa savaş alanlarında gürleyecek olan
maddeyi buldu. Ondan önce top hâlâ tunçtan
yapılıyor ama önce dolu dökülüyor sonra delinip perdahlanıyordu. Namlu dibi kapalı olduğundan gülleler hartuçla atılıyor nişan da nişan çizgisi' ve 'nişangâh'la alınıyordu.
Aracın 'sefer topu' ve 'kuşatma topu' olarak ikiye ayrılması
parçaların uzatılması ve kısaltılmasının yanısıra getirilen tek
yenilik standardizasyonuydu. Araçların bölümlerinin
aynı ölçüler üzerine imal edilmesi kolayca
parça değiştirilmesini sağlıyordu İngiliz Henry Shrapnel'in (1761-1842) icat ettiği 'obüs'
topu daha öldürücü bir araç haline getirdi.
İspanya seferinde bu silâhla ilk karşılaşan Napolyon orduları
büyük kayıplar verdiler.
Bu önemli gelişmenin öncüsü "çelik sanayinin babası" diye adlandırılan John Wilkinson'dur (1782-1808). Madencilik
araçlarını ve tekniklerinin birçoğunu ona
borçludur. Hadde makinesini 1552'de Nurenberg'de Bruler adlı
biri icat etmiş; iki yüzyıl sonra Fransız Chapitet madeni oluklu iki silindirin arasından geçirerek "profil" (UT ya da köşeli vb.) demir imal etmişti. Wilkinson bunun kullanma alanını o derece genişletti ki XIX. yüzyılın eşiğinde mimarlar mühendisler ve makine yapımcıları her türlü ihtiyaca uygun boy ve biçimde madeni levha bulabiliyorlardı.
Wilkinson 1774'te boru biçimindeki madeni eşyaların içini
"perdahlama' ve bir de 'delme' makinesi icat etti. O tarihe kadar
Fransız Nicolas Focg'un icadı olan (1750) 'delici'den geliştirilmiş bir
araç kullanılıyordu. Wilkinson bu aracı mükemmelleştirerek
top namlularına uyguladı. Onun sayesinde yepyeni bir
'araç-makine ailesi' türedi. Bu aile yetenekli iki
teknisyenin (İngiliz Joseph Bramah (1749-1814) ve Fransız Marc Brunel
(1769-1849) çalışmalarıyla daha da gelişti. İkisi de tarımcı
çocuklarıydı; mutlu bir rastlantıyla sanayi alanına
atılmışlardı.
Bramah bir yığın icatlar ortaya attı (sözgelişi bira tulumbası). Ama asıl ona büyük ün sağlayan "hidrolik pres" (1796) oldu. Brunel "delgi makinesi" "yuva açma makinesi" ve "perdahlama makinesi" yaptı. Bundan başka Liverpool'da rıhtımlar ve doklar
Londra'da Thames�ın altına bir tünel inşa etti. (1824-1842). Henry
Bramah�nın hidrolik presinin işlerken kuru kalmasını sağlayan eski öğrencisi Maudslay'in (1771-1831) pistonları deriyle kaplaması oldu.
XVIII. yüzyılın sonlarında mühendisler bu tür
araçlara sahip olduktan sonra odunu bir yana itip yerine maden
kullanmaya başladılar. Maden zaten buhar makinesi için
zorunluydu. Araçlar
sonra da en çeşitli mekanizmalar madenden yapılmaya başlandı.
XVIII. yüzyılın sonundan on yıl kadar önce. Mühendis
John Rennie'nin (1761-1821) yaptığı dişli çarklılara kadar bütün aksamı madenden olan ilk buharlı değirmen İngiltere'de dönmeye başladı.
Bununla birlikte yapımcılar
kalıba dökmeye son derece uygun olan dökme demiri
birçok alanlarda tercih ediyorlardı. XVIII. yüzyılın
ortalarından başlayarak İngilizler dökme demirden çok çeşitli dökme eşyalar yaptılar: 1738'de ray 1755'te vagon tekerleği hidrolik çarklar ve kazanlar... 1773'te teknik madenden bir köprü yapmaya karar verilmesiyle bir atılım daha yaptı.
Köprü yapımcıları bundan önce de maden köprü inşa etmek hevesine kapılmışlar
1755'te Lyon'da üç kemerli bir köprü yapmaya
kalkışmışlardı. Ama bu tasarı zamana göre aşırı ileriydi. 1773'te
İngiltere artık bu iş için olgunlaşmıştı. Darbylerin fabrikaları
yakınlarında bulunan Severn ırmağının üstüne ilk "demir
köprü"yü attı. 1779'da trafiğe açılan ve
hâlâ sapasağlam duran bu köprü zamanında bir şaheser olarak karşılanmış yapımcısı Abraham III. Darby "mühendislik ve mimarlık sanatına yeni ufuklar getiren öncü" olarak kutlanmıştı.
Dökme demir köprüler birbirini izledi: 1796'da
Sunderland'da 1804'te Paris'te (le pont des arts) 1806'da yine Paris'te
(le pont d'Austerlitz) Bu başarılar tutkuları kamçılayınca
dökme demirle büyük binalar inşa etmeyi deneme hevesi
baş gösterdi. Fransız mühendisi François Joseph
Belanger (1744-1818) Paris'te 1811'de buğday halini 40 metrelik dökme demir kubbeyle kapatmayı başardı. Dökme demir doruğuna ulaştığı yerde demir ve hemen ardından çelik onu geçmeye hazırdılar. 1787'de Wilkinson ilk demir gemiyi kızağa koyar 1796'da Amerikalı Finley ilk asma köprüyü tanıtırken mimarlar da demiri
yapılarda gizli kalan 'iskelet' olmaktan çıkarıp 'dekoratif
(süsleyici) unsur olarak kullanmayı düşünüyorlardı.
Köprüler gemiler araç-makineler kubbeler gibi yararlı teknik uygulamalara rağmen
XVIII. yüzyılın sonunda madenin başlıca kullanıldığı yer
hâlâ savaş sanayisiydi. Silah imalâtçılarıyla
top dökümcülerinin sanayide yerleri kamu işleri
mühendislerinden önce geliyordu. Fransız Devrimi'nin
Avrupa'yı karşı karşıya getireceği bütün büyük
çarpışmalarda demir madenlerin kralı oldu. Ordunun ihtiyaçları nedeniyle de olağanüstü gelişimini sürdürdü.
Çelik alanında tüfek Vauban'dan bu yana değişmemişti. Fransızlar Devrim ve İmparatorluk savaşlarını 1777'de kullanılan silahlarla sürdürmekteydiler. Bunlar hâlâ ağızdan döktürülüyorlardı.
Tüfeğe karşılık
top yapımı ilerleme kaydetmişti. Gösterdiği balistik (atış
uzaklığı) sorunlardan ötürü matematikçilerin
dikkatini çekmiş bu sayede sağlam bilimsel temellere kavuşmuştu. İngiliz Benjamin Robins (1701-1751)
mermilerin silahtan çıkış hızını ölçmek için
bir "balistik sarkaç" icat etmiş ve "iç balistiğin"
temellerini atmıştı. İsviçreli Johann Sulzer (1720-1779) da
1755'te havanın direnci üzerine ilk deneyleri yaparak "dış
balistiğin" esaslarını buldu. Bu direncin 1781'de matematik kanununu
koyan Prusyalı Georg von Tempelhof (1737-1807) ve İngiliz Charles Hutton'dur (1733-1824).
Bu kuramlarla kişisel gözlemlerin gösterdiği yoldan ilerleyen Fransız Jean-Baptiste de Gribeauval (1715-1789)
yarım yüzyıl boyunca Avrupa savaş alanlarında gürleyecek olan
maddeyi buldu. Ondan önce top hâlâ tunçtan
yapılıyor ama önce dolu dökülüyor sonra delinip perdahlanıyordu. Namlu dibi kapalı olduğundan gülleler hartuçla atılıyor nişan da nişan çizgisi' ve 'nişangâh'la alınıyordu.
Aracın 'sefer topu' ve 'kuşatma topu' olarak ikiye ayrılması
parçaların uzatılması ve kısaltılmasının yanısıra getirilen tek
yenilik standardizasyonuydu. Araçların bölümlerinin
aynı ölçüler üzerine imal edilmesi kolayca
parça değiştirilmesini sağlıyordu İngiliz Henry Shrapnel'in (1761-1842) icat ettiği 'obüs'
topu daha öldürücü bir araç haline getirdi.
İspanya seferinde bu silâhla ilk karşılaşan Napolyon orduları
büyük kayıplar verdiler.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Deniz Taşıtlarının İcadı
Kara taşıtlarından henüz hiç sözünü etmediğimiz deniz ulaşımına geçelim. Daha önce anlatılmamasının nedeni
Yunanlıların ve onlardan öncekilerin su üstü ulaşımında
geri olmaları değildir; Cilâlı Taş Çağı'nda bile su
üstü ulaşımı bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Hatta geminin
arabadan önce icat edilmiş olması da olağandır. Öyle ya ağaç kütüğünü oyarak basit bir kayık yapmak dingil ve tekerleği gerektiren arabanın icadından daha kolay değil midir? Hatta gemiciliğin
suyollarının karayollarından daha kısa ve kullanışlı olduğunun fark
edildiği günden başlayarak gelişmiş olduğunu kabul etmek daha akla yakındır. Güzel bir yaz günü körfezin karşı kıyısına geçmek için kestirmeden denizi aşmak varken tepeleri ve koruları aşarak karayolundan gitmek zorunda kalırsak buna hangimiz üzülmeyiz?
Geminin icadını şu ya da bu halka mal etmekten kaçınmamız yerinde olur. Gemi yolculuğunun
ta ilk zamanlardan beri dünyanın her yanında uygulandığını kesin
olarak kabul etmeliyiz. Yunan gemiciliğine öteki
ülkelerdekinden (sözgelişi
Çinlilerden ve İskandinavlardan) fazla önem verişimiz.
Yunanlı gemicilerden birinin adının "Ulysse" (Odusseus) oluşundan ve
Homeros adlı ünlü şairin onu ölümsüzlüğe
kavuşturmasındandır
Gerçektende ilk klasik gemiciyi gözümüzde canlandırmamıza imkân veren Homeros'tur. Şair
kahramanını: "Kabaca işlenmiş birkaç ağaç
kütüğüne hayatını emanet etmiş ve dalgalara meydan
okuyan bir yiğit" diye tanımlar. Klasik bir tanım ama onu ta tarih öncesine kadar çok gerilere götürmemiz gerekir işte o zaman M.Ö. III.-II. binde bile nasıl olumlu bir gelişmeye ulaşıldığını anlarız.
Daha iyisi Louvre'a bir gidelim ve Mısır kayıklarının resimlerini gözden geçirelim. Bunlar birkaç çift kürekçinin çektiği uçları kıvrık gondollardır. Yön dümenle belirlenmekte dümenci pupada oturarak gondola belirli açılar vermektedir. Daha büyük hacimdeki gemilerde dümen yerine çark kanadı kullanılmaktaydı. Çark kanadının görevi artık teknenin ekseni üzerinde değişik eğriler vermek değil bir bağlama sistemiyle dikey tutturulduğundan mili çevresinde dönme hareketi sağlamaktı. Bu haliyle
gerçek bir dümenin ilkel şekline varmış oluyorlardı; ama
daha da ileriye gidemeyeceklerdi. Çünkü dümen
için menteşe şarttı ve henüz bilinmiyordu bu.
Fenikeliler Mısır "Gondol"larını geliştirdiler uzattılar. Bunların iki uçları ön ve arka kasara (geminin baş ve kıç tarafında asıl güverteden yüksek olan kısa güverte.) biçimini aldı boyu yirmi metreyi su iç derinliği de iki metreyi buldu. Sanayici tüccar armatör ve korsan bir halk olan Fenikeliler
Akdeniz'deki üstünlüklerini bu gemiler sayesinde
kurdular. Hatta Karadeniz'e ve Atlas okyanusuna çıktılar.
Bu sürekli yolculuklar
onları mevsime göre değişen rüzgârları incelemeye ve
-pusula bilinmediğinden- yıldızlara bakarak yön bulma
yöntemini keşfetmeye götürdü. Gemiciliğin ilk
kurallarını da belirleyerek edindikleri bilgileri derlediler. Bu
kurallar derme çatma sayılmasalar gerekti; çünkü Firavun Nekao
M.Ö. 600 yılında bunlara dayanarak Afrika'nın çevresini
dolaşmış ve Bartolomeo Diaz'dan yirmi yüzyıl önce Ümit
burnunu aşmayı başarmıştı.
Şimdi bu dönemi geçip üç dört yüzyıl
ileriye giderek Yunan tarihinin altın çağında Atina'nın limanı
Pire'yi ziyaret edelim: Rıhtımına 40 metre uzunluğunda 300-400 tonajlık
gemiler yanaşmış. Bunlar pupadaki çift kat kürekle idare edilmekte ve yelkenle hareket etmekteler Donatımı son derece basit: Hepsi de yatay birer serene bağlanmış tek kare yelken taşıyor. Kaldı ki direk çarmıhlara dik tutulduğundan kaptan sadece pupadan ya da gerektiğinde yan-arkadan esen rüzgârla yol alabilir. Başka bir gidişin gemiyi alabora etmesi işten bile değildir.
Ancak savaş gemilerinin bu çeşit sınırlandırmalarla engellenmesine imkân yoktu elbet. Bu nedenle savaş donanması
su altı derinliği 3.50 metre olan üç sıra kürekli
kadırgalardan meydana getirilirdi. Yelkenden başka sayıları bazen
üç yüze varan kürekçiler de bulunurdu:
Sıkı bir disiplinle idare edilişi ayrıca pruvaya (geminin ön tarafına) eklenen madeni mahmuz
bu gemileri korkunç savaş araçları haline getirmekteydi.
Buna son şeklini almış olan çapayı ve istenen yerde durmayı
sağlayan dikey demiri çipo'yu da eklemek gerekir.
Ancak bu tekneler
İskenderiye'nin sonraları denize indireceği kocaman gemilerin yanında
neydi ki? Karınca yuvası gibi kaynayan Siraküza limanındaki şu
göz kamaştırıcı gemiye bir bakın hele: II. Hieron'un komutasındaki
bu gemi Korintli Arşias'ın tersanelerinde inşa edilmiş. 5.000 tonajlık hacmi var ve 3.900 ton tutarında mal taşıyabiliyor. Yolcular özel kamaralarında kalıyor ve lüks salonlarda vakit geçiriyorlar. İskenderiye-Siraküza yolunu altı günde alabilen bu dev gemide 600 tayfa hizmet ediyor 300 asker de onlara eşlik ediyor.
Birkaç yüzyıl atlayarak. Roma egemenliğinin en parlak cağında 6 kilometrelik rıhtımı 112 hektarlık havuzlarıyla Akdeniz ticaretini Roma'ya bağlayan Ostia limanına gidelim. Kalyonları
Ben Hut'un ünlü üç sıra kadırgalarını ve
Arşimet'ten bu yana pek önemli bir gelişme göstermemiş
olmakla birlikte 200 yolcu ve 3.400 hektolitre buğday taşıyabilecek
kapasitedeki kabotaj (bir ülkenin iskele ya da limanlan arasında
işleyen gemiler; bu gemileri işletme işi.) gemilerini
selâmlayalım. Bunlar İskenderiye�den Roma'ya sadece on günde
gidiyor... Romalılar rüzgârları iyi tanıdıklarından yolculuklarını Hint okyanusuna; oradan da kervanlarla Çin'e kadar uzatabiliyorlar.
Kara taşıtlarından henüz hiç sözünü etmediğimiz deniz ulaşımına geçelim. Daha önce anlatılmamasının nedeni
Yunanlıların ve onlardan öncekilerin su üstü ulaşımında
geri olmaları değildir; Cilâlı Taş Çağı'nda bile su
üstü ulaşımı bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Hatta geminin
arabadan önce icat edilmiş olması da olağandır. Öyle ya ağaç kütüğünü oyarak basit bir kayık yapmak dingil ve tekerleği gerektiren arabanın icadından daha kolay değil midir? Hatta gemiciliğin
suyollarının karayollarından daha kısa ve kullanışlı olduğunun fark
edildiği günden başlayarak gelişmiş olduğunu kabul etmek daha akla yakındır. Güzel bir yaz günü körfezin karşı kıyısına geçmek için kestirmeden denizi aşmak varken tepeleri ve koruları aşarak karayolundan gitmek zorunda kalırsak buna hangimiz üzülmeyiz?
Geminin icadını şu ya da bu halka mal etmekten kaçınmamız yerinde olur. Gemi yolculuğunun
ta ilk zamanlardan beri dünyanın her yanında uygulandığını kesin
olarak kabul etmeliyiz. Yunan gemiciliğine öteki
ülkelerdekinden (sözgelişi
Çinlilerden ve İskandinavlardan) fazla önem verişimiz.
Yunanlı gemicilerden birinin adının "Ulysse" (Odusseus) oluşundan ve
Homeros adlı ünlü şairin onu ölümsüzlüğe
kavuşturmasındandır
Gerçektende ilk klasik gemiciyi gözümüzde canlandırmamıza imkân veren Homeros'tur. Şair
kahramanını: "Kabaca işlenmiş birkaç ağaç
kütüğüne hayatını emanet etmiş ve dalgalara meydan
okuyan bir yiğit" diye tanımlar. Klasik bir tanım ama onu ta tarih öncesine kadar çok gerilere götürmemiz gerekir işte o zaman M.Ö. III.-II. binde bile nasıl olumlu bir gelişmeye ulaşıldığını anlarız.
Daha iyisi Louvre'a bir gidelim ve Mısır kayıklarının resimlerini gözden geçirelim. Bunlar birkaç çift kürekçinin çektiği uçları kıvrık gondollardır. Yön dümenle belirlenmekte dümenci pupada oturarak gondola belirli açılar vermektedir. Daha büyük hacimdeki gemilerde dümen yerine çark kanadı kullanılmaktaydı. Çark kanadının görevi artık teknenin ekseni üzerinde değişik eğriler vermek değil bir bağlama sistemiyle dikey tutturulduğundan mili çevresinde dönme hareketi sağlamaktı. Bu haliyle
gerçek bir dümenin ilkel şekline varmış oluyorlardı; ama
daha da ileriye gidemeyeceklerdi. Çünkü dümen
için menteşe şarttı ve henüz bilinmiyordu bu.
Fenikeliler Mısır "Gondol"larını geliştirdiler uzattılar. Bunların iki uçları ön ve arka kasara (geminin baş ve kıç tarafında asıl güverteden yüksek olan kısa güverte.) biçimini aldı boyu yirmi metreyi su iç derinliği de iki metreyi buldu. Sanayici tüccar armatör ve korsan bir halk olan Fenikeliler
Akdeniz'deki üstünlüklerini bu gemiler sayesinde
kurdular. Hatta Karadeniz'e ve Atlas okyanusuna çıktılar.
Bu sürekli yolculuklar
onları mevsime göre değişen rüzgârları incelemeye ve
-pusula bilinmediğinden- yıldızlara bakarak yön bulma
yöntemini keşfetmeye götürdü. Gemiciliğin ilk
kurallarını da belirleyerek edindikleri bilgileri derlediler. Bu
kurallar derme çatma sayılmasalar gerekti; çünkü Firavun Nekao
M.Ö. 600 yılında bunlara dayanarak Afrika'nın çevresini
dolaşmış ve Bartolomeo Diaz'dan yirmi yüzyıl önce Ümit
burnunu aşmayı başarmıştı.
Şimdi bu dönemi geçip üç dört yüzyıl
ileriye giderek Yunan tarihinin altın çağında Atina'nın limanı
Pire'yi ziyaret edelim: Rıhtımına 40 metre uzunluğunda 300-400 tonajlık
gemiler yanaşmış. Bunlar pupadaki çift kat kürekle idare edilmekte ve yelkenle hareket etmekteler Donatımı son derece basit: Hepsi de yatay birer serene bağlanmış tek kare yelken taşıyor. Kaldı ki direk çarmıhlara dik tutulduğundan kaptan sadece pupadan ya da gerektiğinde yan-arkadan esen rüzgârla yol alabilir. Başka bir gidişin gemiyi alabora etmesi işten bile değildir.
Ancak savaş gemilerinin bu çeşit sınırlandırmalarla engellenmesine imkân yoktu elbet. Bu nedenle savaş donanması
su altı derinliği 3.50 metre olan üç sıra kürekli
kadırgalardan meydana getirilirdi. Yelkenden başka sayıları bazen
üç yüze varan kürekçiler de bulunurdu:
Sıkı bir disiplinle idare edilişi ayrıca pruvaya (geminin ön tarafına) eklenen madeni mahmuz
bu gemileri korkunç savaş araçları haline getirmekteydi.
Buna son şeklini almış olan çapayı ve istenen yerde durmayı
sağlayan dikey demiri çipo'yu da eklemek gerekir.
Ancak bu tekneler
İskenderiye'nin sonraları denize indireceği kocaman gemilerin yanında
neydi ki? Karınca yuvası gibi kaynayan Siraküza limanındaki şu
göz kamaştırıcı gemiye bir bakın hele: II. Hieron'un komutasındaki
bu gemi Korintli Arşias'ın tersanelerinde inşa edilmiş. 5.000 tonajlık hacmi var ve 3.900 ton tutarında mal taşıyabiliyor. Yolcular özel kamaralarında kalıyor ve lüks salonlarda vakit geçiriyorlar. İskenderiye-Siraküza yolunu altı günde alabilen bu dev gemide 600 tayfa hizmet ediyor 300 asker de onlara eşlik ediyor.
Birkaç yüzyıl atlayarak. Roma egemenliğinin en parlak cağında 6 kilometrelik rıhtımı 112 hektarlık havuzlarıyla Akdeniz ticaretini Roma'ya bağlayan Ostia limanına gidelim. Kalyonları
Ben Hut'un ünlü üç sıra kadırgalarını ve
Arşimet'ten bu yana pek önemli bir gelişme göstermemiş
olmakla birlikte 200 yolcu ve 3.400 hektolitre buğday taşıyabilecek
kapasitedeki kabotaj (bir ülkenin iskele ya da limanlan arasında
işleyen gemiler; bu gemileri işletme işi.) gemilerini
selâmlayalım. Bunlar İskenderiye�den Roma'ya sadece on günde
gidiyor... Romalılar rüzgârları iyi tanıdıklarından yolculuklarını Hint okyanusuna; oradan da kervanlarla Çin'e kadar uzatabiliyorlar.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
DENİZ VE IRMAK GEMİCİLİĞİ
Kristof Kolomb zamanındaki 1.600 tonajlık
1.200 kişiyle 200 top taşıyan yelkenliler ve 100-200 tonajlık
küçük gemiler de gelişmişti. XIII. Louis 70 metre
uzunluğunda 15 metre genişliğinde 72 top taşıyan ve 15.000 metre kare yelkenleri olan bir gemiyi 1638'de denize indirdi. XIV. Louis zamanında
özellikle Fransız ve Hollandalılar sayesinde düzenli yolcu
seferleri başladı. Gemilerin uzunluğu hâlâ 60 metreyi
geçmiyordu ama denge sağlayıcı yan omurgaları
bir kablo aracılığıyla idare edilen çember dümeni ve
mükemmel manevra kabiliyeti sağlayan sayısız kare yelkenleri
vardı. Kat kat uzanan güvertelerdeki namlular düşmana 500-600 metre yaklaşınca ateşe başlarlardı.
1624 yıllarında bir Hollandalı fizikçi
elips biçiminde keresteden yapılmış ilk denizaltıyı suya
indirmişti. Yukarı aşağı işleyebilen küreklerle yol alan bu gemi Westminster'den Greenwich'e doğru dört metre derinlikte iki mil kadar ilerleyebilmişti.
Gemiciliğe paralel olarak limanlar da gelişmekteydi. Gemilerin
limanlara girişini güvenliğe almak için kıyı dalgakıranları
inşa etmek
karaya yanaşabilmeleri için havuzları derinleştirmek ve
yüklerini boşaltabilmek için rıhtımları uzatmak
gerekiyordu. Hamburg Amsterdam Le Havre Liverpool Nantes BordeauLisbon gibi deniz limanları durmadan büyüyor Anvers Londra gibi ırmak limanları gelişiyordu.
Suyolunun avantajları uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ticaret trafiğinin gerektirdiği tarifelere göre düzenli işleyişe en iyi suyolu karşılık verebiliyordu. Üstelik itici güç burada
karayollarından daha yüksek verim sağlıyordu. Tonlarca
yükün dağları ve vadileri aşması için kaç
beygire ihtiyaç vardır? Oysa bunlar küçük bir mavnaya yüklendikten sonra
kıyıdan tek bir beygirle çekilebiliyordu. Akarsuyun bu işe uygun
olmadığı yerlerde de kanallar açmak zorunlu oluyordu. Venedik'in
olağanüstü gelişmesi ve önemi
sahip olduğu kanal şebekeleri sayesinde Batı Avrupa ile doğu
ülkeleri arasında bağlantı sağlayabilmesinden ileri gelmiyor
muydu? Bunu daha sonra. Kuzey ve Orta Avrupa ile Amerika arasında Amsterdam yapmaya başladı.
İtalya
Rönesans'ta uygarlığın öncülüğünü
yapmıştı; araştırmacıların zekâlarını kanal tekniği
yönünde de işletmeleri beklenirdi. Lombardiya arklarla sulama sistemini XI. yüzyılda uyguladı. XII. yüzyılda Tessin'in
XIII. yüzyılda da Adda'nın yatağını değiştirmeyi başardılar. Su
işleri tekniği yaygınlaşıyordu. Hollanda ve Fransa ilk tasarılarını
hazırladılar. XV. yüzyılda Seine'de Eure'den Troyes'a kadar
gemiler işlemeye başladı. XVI. yüzyılda Fransız mühendisi Adam de Craponne (1527-1576) Ourance ile Rhone sularını birleştiren bir kanal yaptı.
Mühendis Domenico kardeşlerin (XV. yüzyıl) geliştirdiği
'çifte kapılı tasfiye havuzu' en son mükemmelliğine erişti.
IV. Henri 1604'te Briare'da kanal şantiyeleri açtırdı. Bu iş Tourslu mühendis Hugues Crosnier'ye verildi ve 1642'de işletmeye açıldı. Kralın bir suikasta kurban gitmesi
iç kargaşalıklar ve savaşlar nedeniyle bu iş oldukça
uzamıştı. Bununla birlikte resmi makamlar ve mühendisler heyecan
yaratan bir proje hazırladıkları için çalışmalar
sürdürülmüştü. Proje Okyanus'la Akdeniz'i bir kanalla birleştirmekti ama bu yüce kişiler
hiç bir şey gerçekleştiremediler. Uygulanabilir bir planı
sonunda Languedodu basit bir vergi memuru olan Pierre-Paul Riquet
(1604-1608) teklif etti ve Colbert'in de desteğiyle 1667'de ilk kazmayı
vurdu. Eserinin sona erdiğini (1681) görmenin kıvancına
erişemediyse de Riquet'in onur verici bir işi başardığı tartışmasız kabul edildi.
Bu çağda Hollanda'da iç suyolları gemiciliğinde
büyük gelişmeler görülmüştü. Sanayi ve
tarım merkezleri
mavna seferleriyle birbirlerine bağlanmıştı. Sözgelişi Delft ile
Rotterdam arasında en az on altı tekne işlemekteydi. Bu ulaşım
araçlarının düzenliliğinden suyolunda sarsıntı olmadığı
için rahatlığından ve ucuzluğundan ötürü insanlar âdeta eşyalara imreniyorlardı... Çünkü bunlar ırmaklar boyunca keyifli keyifli giderlerken insanların yoldan başka her şeye benzeyen
atların ayaklarını ya da arabaların dingillerini kırdıkları şoselerde
eziyetli yolculuklara mahkûm edilmeleri haksızlık değildi de
neydi? Bu nedenle de XV. yüzyıldan başlayarak insanların da
suyoluyla taşınması tasarlandı. Bu girişimler
XVII. yüzyılda resmiliğe büründü ve suyoluyla
düzenli şekilde insan taşıma işi ancak o zaman
gerçekleştirilebildi. Böylece "su arabaları" kara arabalarıyla ciddi bir rekabete başladı.
Su arabaları Fransa'da 1625'te Paris-Tours arasında işlemeye konuldu. Bunu Auxerre Lyon Nantes "hatları" izledi. Yolculuk uzun sürüyordu
ama en az üç kat daha ucuz ve kara taşıtlarıyla
kıyaslanamayacak kadar da rahattı. Yolcu taşıyan şık ve süslü
vapurlarda yolculara ayrılan bölümlere manzarayı seyredebilmeleri için baştan başa cam takılmıştı.
__________________
Kristof Kolomb zamanındaki 1.600 tonajlık
1.200 kişiyle 200 top taşıyan yelkenliler ve 100-200 tonajlık
küçük gemiler de gelişmişti. XIII. Louis 70 metre
uzunluğunda 15 metre genişliğinde 72 top taşıyan ve 15.000 metre kare yelkenleri olan bir gemiyi 1638'de denize indirdi. XIV. Louis zamanında
özellikle Fransız ve Hollandalılar sayesinde düzenli yolcu
seferleri başladı. Gemilerin uzunluğu hâlâ 60 metreyi
geçmiyordu ama denge sağlayıcı yan omurgaları
bir kablo aracılığıyla idare edilen çember dümeni ve
mükemmel manevra kabiliyeti sağlayan sayısız kare yelkenleri
vardı. Kat kat uzanan güvertelerdeki namlular düşmana 500-600 metre yaklaşınca ateşe başlarlardı.
1624 yıllarında bir Hollandalı fizikçi
elips biçiminde keresteden yapılmış ilk denizaltıyı suya
indirmişti. Yukarı aşağı işleyebilen küreklerle yol alan bu gemi Westminster'den Greenwich'e doğru dört metre derinlikte iki mil kadar ilerleyebilmişti.
Gemiciliğe paralel olarak limanlar da gelişmekteydi. Gemilerin
limanlara girişini güvenliğe almak için kıyı dalgakıranları
inşa etmek
karaya yanaşabilmeleri için havuzları derinleştirmek ve
yüklerini boşaltabilmek için rıhtımları uzatmak
gerekiyordu. Hamburg Amsterdam Le Havre Liverpool Nantes BordeauLisbon gibi deniz limanları durmadan büyüyor Anvers Londra gibi ırmak limanları gelişiyordu.
Suyolunun avantajları uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ticaret trafiğinin gerektirdiği tarifelere göre düzenli işleyişe en iyi suyolu karşılık verebiliyordu. Üstelik itici güç burada
karayollarından daha yüksek verim sağlıyordu. Tonlarca
yükün dağları ve vadileri aşması için kaç
beygire ihtiyaç vardır? Oysa bunlar küçük bir mavnaya yüklendikten sonra
kıyıdan tek bir beygirle çekilebiliyordu. Akarsuyun bu işe uygun
olmadığı yerlerde de kanallar açmak zorunlu oluyordu. Venedik'in
olağanüstü gelişmesi ve önemi
sahip olduğu kanal şebekeleri sayesinde Batı Avrupa ile doğu
ülkeleri arasında bağlantı sağlayabilmesinden ileri gelmiyor
muydu? Bunu daha sonra. Kuzey ve Orta Avrupa ile Amerika arasında Amsterdam yapmaya başladı.
İtalya
Rönesans'ta uygarlığın öncülüğünü
yapmıştı; araştırmacıların zekâlarını kanal tekniği
yönünde de işletmeleri beklenirdi. Lombardiya arklarla sulama sistemini XI. yüzyılda uyguladı. XII. yüzyılda Tessin'in
XIII. yüzyılda da Adda'nın yatağını değiştirmeyi başardılar. Su
işleri tekniği yaygınlaşıyordu. Hollanda ve Fransa ilk tasarılarını
hazırladılar. XV. yüzyılda Seine'de Eure'den Troyes'a kadar
gemiler işlemeye başladı. XVI. yüzyılda Fransız mühendisi Adam de Craponne (1527-1576) Ourance ile Rhone sularını birleştiren bir kanal yaptı.
Mühendis Domenico kardeşlerin (XV. yüzyıl) geliştirdiği
'çifte kapılı tasfiye havuzu' en son mükemmelliğine erişti.
IV. Henri 1604'te Briare'da kanal şantiyeleri açtırdı. Bu iş Tourslu mühendis Hugues Crosnier'ye verildi ve 1642'de işletmeye açıldı. Kralın bir suikasta kurban gitmesi
iç kargaşalıklar ve savaşlar nedeniyle bu iş oldukça
uzamıştı. Bununla birlikte resmi makamlar ve mühendisler heyecan
yaratan bir proje hazırladıkları için çalışmalar
sürdürülmüştü. Proje Okyanus'la Akdeniz'i bir kanalla birleştirmekti ama bu yüce kişiler
hiç bir şey gerçekleştiremediler. Uygulanabilir bir planı
sonunda Languedodu basit bir vergi memuru olan Pierre-Paul Riquet
(1604-1608) teklif etti ve Colbert'in de desteğiyle 1667'de ilk kazmayı
vurdu. Eserinin sona erdiğini (1681) görmenin kıvancına
erişemediyse de Riquet'in onur verici bir işi başardığı tartışmasız kabul edildi.
Bu çağda Hollanda'da iç suyolları gemiciliğinde
büyük gelişmeler görülmüştü. Sanayi ve
tarım merkezleri
mavna seferleriyle birbirlerine bağlanmıştı. Sözgelişi Delft ile
Rotterdam arasında en az on altı tekne işlemekteydi. Bu ulaşım
araçlarının düzenliliğinden suyolunda sarsıntı olmadığı
için rahatlığından ve ucuzluğundan ötürü insanlar âdeta eşyalara imreniyorlardı... Çünkü bunlar ırmaklar boyunca keyifli keyifli giderlerken insanların yoldan başka her şeye benzeyen
atların ayaklarını ya da arabaların dingillerini kırdıkları şoselerde
eziyetli yolculuklara mahkûm edilmeleri haksızlık değildi de
neydi? Bu nedenle de XV. yüzyıldan başlayarak insanların da
suyoluyla taşınması tasarlandı. Bu girişimler
XVII. yüzyılda resmiliğe büründü ve suyoluyla
düzenli şekilde insan taşıma işi ancak o zaman
gerçekleştirilebildi. Böylece "su arabaları" kara arabalarıyla ciddi bir rekabete başladı.
Su arabaları Fransa'da 1625'te Paris-Tours arasında işlemeye konuldu. Bunu Auxerre Lyon Nantes "hatları" izledi. Yolculuk uzun sürüyordu
ama en az üç kat daha ucuz ve kara taşıtlarıyla
kıyaslanamayacak kadar da rahattı. Yolcu taşıyan şık ve süslü
vapurlarda yolculara ayrılan bölümlere manzarayı seyredebilmeleri için baştan başa cam takılmıştı.
__________________
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Basım ve Kâğıt
Ortaçağ tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun güç ve acılı olmakla birlikte sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar
ortaçağın uygarlığa başlıca katkıları ve önemli
çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç
atılım toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir.
Bu icatlardan birincisi �baskı�dır. Gutenberg'den önce hazırlanmış bir kitaba bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden deriden ya da tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey... İçinde papazların aylarca çalışarak
büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri bir teoloji
ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki kitap
o çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük
kitaplıklarda bile birkaç yüzden fazlasını bulmak
imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden
ödünç almak isteyen Kral XI. Louis bile
gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı.
XIV. yüzyılın sonlarında ansızın ortaya "Kylographie"ler çıkıverdi. Bunlar
üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden
birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda Çin'de olan bu oyma desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu
titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da
yazının çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve
geriye kalan kabartma kısımlar iyice mürekkeplenip kağıda
basılıyordu.
'Bu tekniği Avrupa'ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın başlarında
iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin bolca
dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları
basılıyordu. Oyun kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir;
bunlar Avrupa'da görünür görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar tahta gravürlerle basımı sayesinde bollaşırca fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların tek levhayla değil de biri resmi öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara
daha sonra da harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün
bu olgular zincirleme olarak birbirini izler yani birinden ötekine
kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı
(basım harflerini) icat etmek yetmez bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi de kurmak gerekir.
Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423'te gerçekleştirildiği
mucidinin de kilise adamlarından ve çağının en önemli
"kylografi" basımevlerinden birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu
sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan ve bunları kelimeler ve
cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa gerektir.
1440'dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla
Donatus'un "Latin Grameri"ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre
gelecek kuşakların Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da
onun çırakları arasındaydı. 1400'de Mayence'de doğan ve bir
yargıcın oğlu olan Gutenberg
ailesinin yoksul düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda
kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama kısa süre sonra
politikaya fazlaca karıştığından
ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Coster'in yanında
çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında büyük bir
devrim açacağını o çağlarda sezdiği kuşku götürmez.
Gutenberg'i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg'da görüyoruz. Harfleri tahtadan değil dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448'de icadından yararlanmak ve para kazanmak üzere Mayence'e döndü. İki yıl sonra zengin bir burjuvadan gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer'le birlikte işe koyuldu.
Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence'deki
küçük atölyede kurşun ve antimon bileşimi
kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün
dökümcüleri hurufat imalinde bu bileşimi
kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın iki yanına birden
basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme
görülmüştü.
Uzman tarihçiler Gutenberg'in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı yalnız on iki tanesi günümüze kadar gelen iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık "İncil"dir.
Gutenberg 1467 ya da 1468'de öldüğünde
icadı baş döndürücü bir hızla yayılmaktaydı.
Önce İtalya'yı fethetti; 1464'de Roma yakınındaki Subiaco'da;
1470'de de Roma'da ilk basımevleri kuruldu. 1469'da onu Paris'le Fransa
izledi. Budapeşte ilk basımevine 1473'te
Oxford 1479'da kavuştular. Yüzyılın sonlarına doğru sayısız Avrupa
şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız "İncil"
basılmaktaydı.
İcat tanıtılmış kabul ettirilmişti; iş bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu. Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490'da Aide Manuce Venedik'te 1504'te Henri Estienne Paris'te; 1555'te Christophe Plantin Anvers'de; 1587'de Louis Elzevir
Leyde'de... Ancak Gutenberg'in kullandığı "gotik" harfler yerine
1464'te "romen" harfleri; 1500'de de "italik"ler kullanılmaya başlandı.
Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp
dökmeye gerek var mı? İlk ağızda felsefe eserleri ve kutsal
kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi
yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi böylece her düzeyde ve zekâda insanın okuyabilmesi eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu insanı doruğa yükseltme amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu.
Ortaçağ tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun güç ve acılı olmakla birlikte sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar
ortaçağın uygarlığa başlıca katkıları ve önemli
çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç
atılım toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir.
Bu icatlardan birincisi �baskı�dır. Gutenberg'den önce hazırlanmış bir kitaba bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden deriden ya da tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey... İçinde papazların aylarca çalışarak
büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri bir teoloji
ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki kitap
o çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük
kitaplıklarda bile birkaç yüzden fazlasını bulmak
imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden
ödünç almak isteyen Kral XI. Louis bile
gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı.
XIV. yüzyılın sonlarında ansızın ortaya "Kylographie"ler çıkıverdi. Bunlar
üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden
birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda Çin'de olan bu oyma desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu
titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da
yazının çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve
geriye kalan kabartma kısımlar iyice mürekkeplenip kağıda
basılıyordu.
'Bu tekniği Avrupa'ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın başlarında
iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin bolca
dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları
basılıyordu. Oyun kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir;
bunlar Avrupa'da görünür görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar tahta gravürlerle basımı sayesinde bollaşırca fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların tek levhayla değil de biri resmi öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara
daha sonra da harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün
bu olgular zincirleme olarak birbirini izler yani birinden ötekine
kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı
(basım harflerini) icat etmek yetmez bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi de kurmak gerekir.
Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423'te gerçekleştirildiği
mucidinin de kilise adamlarından ve çağının en önemli
"kylografi" basımevlerinden birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu
sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan ve bunları kelimeler ve
cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa gerektir.
1440'dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla
Donatus'un "Latin Grameri"ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre
gelecek kuşakların Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da
onun çırakları arasındaydı. 1400'de Mayence'de doğan ve bir
yargıcın oğlu olan Gutenberg
ailesinin yoksul düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda
kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama kısa süre sonra
politikaya fazlaca karıştığından
ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Coster'in yanında
çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında büyük bir
devrim açacağını o çağlarda sezdiği kuşku götürmez.
Gutenberg'i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg'da görüyoruz. Harfleri tahtadan değil dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448'de icadından yararlanmak ve para kazanmak üzere Mayence'e döndü. İki yıl sonra zengin bir burjuvadan gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer'le birlikte işe koyuldu.
Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence'deki
küçük atölyede kurşun ve antimon bileşimi
kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün
dökümcüleri hurufat imalinde bu bileşimi
kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın iki yanına birden
basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme
görülmüştü.
Uzman tarihçiler Gutenberg'in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı yalnız on iki tanesi günümüze kadar gelen iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık "İncil"dir.
Gutenberg 1467 ya da 1468'de öldüğünde
icadı baş döndürücü bir hızla yayılmaktaydı.
Önce İtalya'yı fethetti; 1464'de Roma yakınındaki Subiaco'da;
1470'de de Roma'da ilk basımevleri kuruldu. 1469'da onu Paris'le Fransa
izledi. Budapeşte ilk basımevine 1473'te
Oxford 1479'da kavuştular. Yüzyılın sonlarına doğru sayısız Avrupa
şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız "İncil"
basılmaktaydı.
İcat tanıtılmış kabul ettirilmişti; iş bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu. Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490'da Aide Manuce Venedik'te 1504'te Henri Estienne Paris'te; 1555'te Christophe Plantin Anvers'de; 1587'de Louis Elzevir
Leyde'de... Ancak Gutenberg'in kullandığı "gotik" harfler yerine
1464'te "romen" harfleri; 1500'de de "italik"ler kullanılmaya başlandı.
Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp
dökmeye gerek var mı? İlk ağızda felsefe eserleri ve kutsal
kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi
yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi böylece her düzeyde ve zekâda insanın okuyabilmesi eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu insanı doruğa yükseltme amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
KÂĞIT
Basım tekniği cahillikle mücadelede ve uygarlık yolunda ilerlemede eşsiz bir silah oldu. Gutenberg'den kırk yıl sonra Nurenberg'de yirmi dört preslik yüz işçinin ve ayrıca 'musahhih'lerle ciltçilerin çalıştığı bir basımevi kuruldu. Ancak yeterli miktarda kâğıtla desteklenmemiş olsaydı bu basımevi kurulamaz ya da devam edemezdi.
Az önce sözünü ettiğimiz ikinci büyük ilerleme "kâğıt" tır. Kâğıt da Çin'den geliyordu ve yeni bir icat değildi.
Eskilerin yazı gereci olarak değişik maddeler denemiş olduklarını
biliyoruz. Mısırlılar "Papirüs" adını verdikleri bir tür
kamışın gövdesini kurdele gibi kesmişler; bunları bizim
kontrplakları yapıştırdığımız gibi yapıştırarak uzun bantlar meydana
getirmişler ve üzerlerine hiyeroglif (resim yazısı) yazmışlardı.
Mezopotamyalılar da kil tabletlerden yararlanırlar bunların üzerine çivi yazısı yazarlardı. Çinliler yazıya önce tahta levhaları oyarak başladılarsa da giderek kalemi bırakıp fırçayı tercih ettiler. Sonra
sanatçılara özgü bir incelikle ipekli kumaşlar
üzerine "ideogram"lar (bir fikri harflerle değil resim ya da o
düşünceyle ilgili işaretlerle yazma sistemi ideograf: Bu resim ya da işaretlerden biri.) çizmeye başladılar.
Çinlileri yazmak için başka bir madde aramaya yönelten
kullandıkları maddenin çok pahalı oluşuydu her halde. Öte
yandan Uzak Doğu keçenin de vatanıdır ve keçe yapımı
kumaştan önce başlamıştır öyle ki
üstünde fırçayla yazı yazılmasına elverişli bir
çeşit keçe imal etmeyi düşünmelerine şaşmamak
gerekir. Görevine "Tarım Bakanlığı" diyebileceğimiz Tsay-Lun
105 yılında bu alandaki araştırmalar" geniş çapta destekledi.
İpek kalıntılarını lime lime ettirip suda bıraktırdı. Böylece bir tür hamur elde edildi. Sonra bu sulu hamur sepetten yapılmış bir kalburun içine konulup süzüldü. Kalburda kalan lifli madde kâğıttı.
Tsay-Lun çalışmaları sürdürdü ve daha ucuz bir hammadde
sözgelişi bambu ya da incir ağacı denenmeye başlandı; kalbur da
geliştirildi. Denemelerin gizli tutulması emredilmiş olmakla birlikte
bu teknik kısa sürede duyuldu. Bunun üzerine 751'de
Çinli kâğıt işçileri tutuklanıp Semerkant'a
sürgün edilince orada hammaddesi keten ya da kenevir olan kâğıt imal etmeye başladılar. Bir çeyrek yüzyıl sonra kâğıt tekniğinin sırrı Bağdat'ın
sonra da Şam'ın yolunu tuttu ve buralarda da kâğıt fabrikaları
kuruldu. Araplar yoluyla yayılarak Fas'a ve 1145'te İspanya'ya vardı.
Fransa'da ilk "kâğıt değirmeni" 1190'da Herault'da dönmeye
başladı. Bunu ırmak boylarında (Auvergne Troyes Floransa) başka değirmenler izledi.
Avrupalılar bu alanda büyük yenilikler getirdiler. Hamurlarını tahtadan değil keten ve pamuklu kumaşları parça parça ederek elde ediyorlardı. Yazılarını fırçayla değil kaz tüyüyle yazdıklarından elde edilen kâğıdı -direncini çoğaltmak için- jelatine batırıyorlardı. Bir direnç sayesinde Gutenberg maden hurufat pres kullanabilmişti.
Tabii kâğıt
hayvan derisinden yapılan ve çok pahalı olan parşömeni (bu
kelime Bergama şehrinin adından gelmektedir. "Tirşe"de denilir.
Bugünkü "parşömen kâğıdı" ile
karıştırılmamalıdır.) hemen gözden düşürdü. Yeni
sanayi basımın yaygınlaşmasıyla ilerledi. Hem öylesine ilerledi ki kısa zaman sonra hammadde sıkıntısı çekilmeye başlandı. Yün işe yaramadığından
mısır kutnusuna (öbür adı "dimi". Sıkı dokunmuş bir
çeşit pamuk bez.) başvurmak gerekti. Ancak öte yandan
halkın bir kısmı zenginleştiğinden çamaşır ihtiyacı da artmış; bu yüzden pamuklu kumaşta da büyük imalât artışı olmuştu. Moda bilimin yaygınlaşmasına hizmet ediyordu...
Basım tekniği cahillikle mücadelede ve uygarlık yolunda ilerlemede eşsiz bir silah oldu. Gutenberg'den kırk yıl sonra Nurenberg'de yirmi dört preslik yüz işçinin ve ayrıca 'musahhih'lerle ciltçilerin çalıştığı bir basımevi kuruldu. Ancak yeterli miktarda kâğıtla desteklenmemiş olsaydı bu basımevi kurulamaz ya da devam edemezdi.
Az önce sözünü ettiğimiz ikinci büyük ilerleme "kâğıt" tır. Kâğıt da Çin'den geliyordu ve yeni bir icat değildi.
Eskilerin yazı gereci olarak değişik maddeler denemiş olduklarını
biliyoruz. Mısırlılar "Papirüs" adını verdikleri bir tür
kamışın gövdesini kurdele gibi kesmişler; bunları bizim
kontrplakları yapıştırdığımız gibi yapıştırarak uzun bantlar meydana
getirmişler ve üzerlerine hiyeroglif (resim yazısı) yazmışlardı.
Mezopotamyalılar da kil tabletlerden yararlanırlar bunların üzerine çivi yazısı yazarlardı. Çinliler yazıya önce tahta levhaları oyarak başladılarsa da giderek kalemi bırakıp fırçayı tercih ettiler. Sonra
sanatçılara özgü bir incelikle ipekli kumaşlar
üzerine "ideogram"lar (bir fikri harflerle değil resim ya da o
düşünceyle ilgili işaretlerle yazma sistemi ideograf: Bu resim ya da işaretlerden biri.) çizmeye başladılar.
Çinlileri yazmak için başka bir madde aramaya yönelten
kullandıkları maddenin çok pahalı oluşuydu her halde. Öte
yandan Uzak Doğu keçenin de vatanıdır ve keçe yapımı
kumaştan önce başlamıştır öyle ki
üstünde fırçayla yazı yazılmasına elverişli bir
çeşit keçe imal etmeyi düşünmelerine şaşmamak
gerekir. Görevine "Tarım Bakanlığı" diyebileceğimiz Tsay-Lun
105 yılında bu alandaki araştırmalar" geniş çapta destekledi.
İpek kalıntılarını lime lime ettirip suda bıraktırdı. Böylece bir tür hamur elde edildi. Sonra bu sulu hamur sepetten yapılmış bir kalburun içine konulup süzüldü. Kalburda kalan lifli madde kâğıttı.
Tsay-Lun çalışmaları sürdürdü ve daha ucuz bir hammadde
sözgelişi bambu ya da incir ağacı denenmeye başlandı; kalbur da
geliştirildi. Denemelerin gizli tutulması emredilmiş olmakla birlikte
bu teknik kısa sürede duyuldu. Bunun üzerine 751'de
Çinli kâğıt işçileri tutuklanıp Semerkant'a
sürgün edilince orada hammaddesi keten ya da kenevir olan kâğıt imal etmeye başladılar. Bir çeyrek yüzyıl sonra kâğıt tekniğinin sırrı Bağdat'ın
sonra da Şam'ın yolunu tuttu ve buralarda da kâğıt fabrikaları
kuruldu. Araplar yoluyla yayılarak Fas'a ve 1145'te İspanya'ya vardı.
Fransa'da ilk "kâğıt değirmeni" 1190'da Herault'da dönmeye
başladı. Bunu ırmak boylarında (Auvergne Troyes Floransa) başka değirmenler izledi.
Avrupalılar bu alanda büyük yenilikler getirdiler. Hamurlarını tahtadan değil keten ve pamuklu kumaşları parça parça ederek elde ediyorlardı. Yazılarını fırçayla değil kaz tüyüyle yazdıklarından elde edilen kâğıdı -direncini çoğaltmak için- jelatine batırıyorlardı. Bir direnç sayesinde Gutenberg maden hurufat pres kullanabilmişti.
Tabii kâğıt
hayvan derisinden yapılan ve çok pahalı olan parşömeni (bu
kelime Bergama şehrinin adından gelmektedir. "Tirşe"de denilir.
Bugünkü "parşömen kâğıdı" ile
karıştırılmamalıdır.) hemen gözden düşürdü. Yeni
sanayi basımın yaygınlaşmasıyla ilerledi. Hem öylesine ilerledi ki kısa zaman sonra hammadde sıkıntısı çekilmeye başlandı. Yün işe yaramadığından
mısır kutnusuna (öbür adı "dimi". Sıkı dokunmuş bir
çeşit pamuk bez.) başvurmak gerekti. Ancak öte yandan
halkın bir kısmı zenginleştiğinden çamaşır ihtiyacı da artmış; bu yüzden pamuklu kumaşta da büyük imalât artışı olmuştu. Moda bilimin yaygınlaşmasına hizmet ediyordu...
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Mekanik Saat
Ve işte ortaçağ sonlarının üçüncü büyük icadı!
Seine kıyısında Adliye Sarayının kare kulesindeki saati bütün
Parisliler tanırlar. Birçok kereler (son olarak 1849'da)
onarılan bu saat Fransa'da imal edilen saatlerin ilk örneğidir. X. yüzyıla kadar zamanı bilmenin en pratik yolu su saatiydi. Suyun sürekli akıtılması esasına dayanan bu araç zamanla süs kaygısıyla yerleştirilen birtakım mekanizmalarla karmaşık bir hal almıştı. Bunun en tipik örneğinin
807 yılında Harun Resifin Charlemagne'a (Şarlman) armağan ettiği "saat"
olduğu kesindir. Sürekli akan suyun belirli düzeylere gelmesi
sonucunda her saat başı bir kapakçık açılmakta ve oradan
dökülen bilyeler bir zilin üstüne düşmekteydi.
On iki tane olan bu kapacıkların açılıp kapanmalarını birtakım
zemberek ve yaylarla hareket edebilen "otomat"lar sağlamaktaydı.
Su saatinde millerin ve otomotların suyu sürüklediğini gören biri
bunları sudan başka bir şeyi -sözgelişi antik kum saatlerindeki
gibi kumu ya da sicime bağlı bir çakıl parçasını- itemez
mi diye kendi kendine sordu. Bu fikir ancak XIII. yüzyılda
Arşimet'ten beri iyice unutulmuş dişli çarkların ve tokmaklı
zillerin kullanılmaya başlanmasından sonra uygulanmaya konulabildi.
İtici ağırlıkların düşmesini düzenlemek ve
ölçülü hale sokmak için "karşılaşma
çarkı" kullanılıyordu. O dönemde henüz sarkaç
yoktu; bunu daha sonra XVII. yüzyılda Huygens bulmuştur.
Bu makinelerden
daha doğrusu bu en ilkel saatlerden bize kadar gelenlerin en eskileri
şunlardır: 1324'ten önce imal edilen Beauvais'deki saat ve
1348'den kalma Douvre'daki saat... Birincisinin ne kadranı vardı ne
akrebi ne de yelkovanı; yalnız her saat başı çalardı. Kadranlı
saatler
XIV. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. 1370'de
Heinrich von Vic adlı Alman'ın imal ettiği Paris Adliye Sarayındaki saat daha ilkel başka bir saatin yerine konmuştu. Yalnızca akrebi olan bu saatin hem durmadan onarılması
hem de kurulması için birinin sürekli yanında beklemesi
gerekiyordu. Bu tür saatlerin günde yarım saat geri kalmaları
kutlanmaya değer bir başarı sayılıyordu.
Saatin kaç olduğu
ortaçağda kimsenin aldırış etmediği bir şeydi. Komşu manastırın
saatleri günü yeterince bölümlüyordu.
Manastırdakilere gelince tören saatleri gündüzleri ya güneş kadranı ya su ya da kum saatiyle ve geceleri de yıldızlara göre ayarlanıyordu.
Artık mekanik saatçilik
yani itici ağırlıkların kullanılması gelişiyor ve eski yöntemlerin
yerini alıyordu. Saatler değişik perdeli çan sistemleri ve
hareketli sahnelen temsil eden süslemeleriyle anıtsal sanat
eserleri halini aldı. 1352-1354'te inşa edilen Strasbourg katedralinin
saatinde bir kadran
dişli çark sistemi ve saatte bir gelip Hazreti Meryem heykelinin
önünde secde eden ayin alayı heykelcikleri vardı. Frankfurt
ve Lund'un dev saatleri da aynı çağın eserleridir.
Olağanüstü bir ustalık isteyen bu zanaatın merkezi
Nurenberg'di ve ilk özel saatler XIII. yüzyılın sonlarında
burada imal edildi. O zamanın saatleri ancak önemli kişilerin
sahip olabilecekleri pahalı şeylerdi. Ne var ki
çok geçmeden itici ağırlıkların yerini zembereğin
almasıyla saatler hantallıktan kurtulup taşınabilir hale geldiler;
böylece daha geniş halk yığınları saat kullanma imkânına
kavuştu.
Şimdi mekanik saatin icadının uygarlık üzerinde yaptığı paha
biçilmez etkilerden söz edelim: Gelişmekte olan sanayinin
"yaklaşık" saate 'tahammülü' yoktu. Dakik çalışmak
verimliliği her bakımdan artırıyordu. Ayrıca kutsal hareketlerin dakikliği ancak o zaman daha iyi kavranabilirdi Bu anlayış insanları
tabiat olaylarının belirli ve şaşmaz nedenlere bağlı oldukları
düşüncesine götürdü. "Determinist" (gerekirci)
akım yani tabiat yasalarını matematik güçlerin yönettiği kanısı başka bir deyişle bilimin temeli bu gözleme dayanır.
Ve işte ortaçağ sonlarının üçüncü büyük icadı!
Seine kıyısında Adliye Sarayının kare kulesindeki saati bütün
Parisliler tanırlar. Birçok kereler (son olarak 1849'da)
onarılan bu saat Fransa'da imal edilen saatlerin ilk örneğidir. X. yüzyıla kadar zamanı bilmenin en pratik yolu su saatiydi. Suyun sürekli akıtılması esasına dayanan bu araç zamanla süs kaygısıyla yerleştirilen birtakım mekanizmalarla karmaşık bir hal almıştı. Bunun en tipik örneğinin
807 yılında Harun Resifin Charlemagne'a (Şarlman) armağan ettiği "saat"
olduğu kesindir. Sürekli akan suyun belirli düzeylere gelmesi
sonucunda her saat başı bir kapakçık açılmakta ve oradan
dökülen bilyeler bir zilin üstüne düşmekteydi.
On iki tane olan bu kapacıkların açılıp kapanmalarını birtakım
zemberek ve yaylarla hareket edebilen "otomat"lar sağlamaktaydı.
Su saatinde millerin ve otomotların suyu sürüklediğini gören biri
bunları sudan başka bir şeyi -sözgelişi antik kum saatlerindeki
gibi kumu ya da sicime bağlı bir çakıl parçasını- itemez
mi diye kendi kendine sordu. Bu fikir ancak XIII. yüzyılda
Arşimet'ten beri iyice unutulmuş dişli çarkların ve tokmaklı
zillerin kullanılmaya başlanmasından sonra uygulanmaya konulabildi.
İtici ağırlıkların düşmesini düzenlemek ve
ölçülü hale sokmak için "karşılaşma
çarkı" kullanılıyordu. O dönemde henüz sarkaç
yoktu; bunu daha sonra XVII. yüzyılda Huygens bulmuştur.
Bu makinelerden
daha doğrusu bu en ilkel saatlerden bize kadar gelenlerin en eskileri
şunlardır: 1324'ten önce imal edilen Beauvais'deki saat ve
1348'den kalma Douvre'daki saat... Birincisinin ne kadranı vardı ne
akrebi ne de yelkovanı; yalnız her saat başı çalardı. Kadranlı
saatler
XIV. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. 1370'de
Heinrich von Vic adlı Alman'ın imal ettiği Paris Adliye Sarayındaki saat daha ilkel başka bir saatin yerine konmuştu. Yalnızca akrebi olan bu saatin hem durmadan onarılması
hem de kurulması için birinin sürekli yanında beklemesi
gerekiyordu. Bu tür saatlerin günde yarım saat geri kalmaları
kutlanmaya değer bir başarı sayılıyordu.
Saatin kaç olduğu
ortaçağda kimsenin aldırış etmediği bir şeydi. Komşu manastırın
saatleri günü yeterince bölümlüyordu.
Manastırdakilere gelince tören saatleri gündüzleri ya güneş kadranı ya su ya da kum saatiyle ve geceleri de yıldızlara göre ayarlanıyordu.
Artık mekanik saatçilik
yani itici ağırlıkların kullanılması gelişiyor ve eski yöntemlerin
yerini alıyordu. Saatler değişik perdeli çan sistemleri ve
hareketli sahnelen temsil eden süslemeleriyle anıtsal sanat
eserleri halini aldı. 1352-1354'te inşa edilen Strasbourg katedralinin
saatinde bir kadran
dişli çark sistemi ve saatte bir gelip Hazreti Meryem heykelinin
önünde secde eden ayin alayı heykelcikleri vardı. Frankfurt
ve Lund'un dev saatleri da aynı çağın eserleridir.
Olağanüstü bir ustalık isteyen bu zanaatın merkezi
Nurenberg'di ve ilk özel saatler XIII. yüzyılın sonlarında
burada imal edildi. O zamanın saatleri ancak önemli kişilerin
sahip olabilecekleri pahalı şeylerdi. Ne var ki
çok geçmeden itici ağırlıkların yerini zembereğin
almasıyla saatler hantallıktan kurtulup taşınabilir hale geldiler;
böylece daha geniş halk yığınları saat kullanma imkânına
kavuştu.
Şimdi mekanik saatin icadının uygarlık üzerinde yaptığı paha
biçilmez etkilerden söz edelim: Gelişmekte olan sanayinin
"yaklaşık" saate 'tahammülü' yoktu. Dakik çalışmak
verimliliği her bakımdan artırıyordu. Ayrıca kutsal hareketlerin dakikliği ancak o zaman daha iyi kavranabilirdi Bu anlayış insanları
tabiat olaylarının belirli ve şaşmaz nedenlere bağlı oldukları
düşüncesine götürdü. "Determinist" (gerekirci)
akım yani tabiat yasalarını matematik güçlerin yönettiği kanısı başka bir deyişle bilimin temeli bu gözleme dayanır.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Dokuma ve Kumaş
Mekanik icat ihtiyacın ürünüdür. İnsanın en önemli ihtiyacı da önce yemek sonra giyimdir. Bu nedenle de elbise yapımı her çağda insan uğraşılarının belli başlılarından biri olmuştur.
Bu alanda ilk kullanılan madde ketendi. Keten kumaş uzun süre 'rakipsiz' 'kral kumaş' sayıldı. Büyükannelerimizin sandıklarında bulunan elbiseleri hatırlamaya çalışmak bunu kanıtlamaya yeter. Yün de onun kadar eskidir denilebilir. Bununla birlikte merinos yünüyle imal edilenler ancak XVII. yüzyılda Fransa'da sonra İngiltere'de yayıldı. Bu sıralarda pamuklu kumaşlar biliniyor
pamuk da Kuzey Amerika'da XVII. yüzyıldan beri ekiliyordu. Hatta
zencilerin köle oluşlarının nedenini doğrudan pamuk
plantasyonlarına bağlamak gerekir. Çünkü bu duruma yol
açan etken. Güney Devletlerindeki pamuk ve şekerkamışı
plantasyonlarında el emeğine duyulan şiddetli ihtiyaçtı.
Keten yün ve pamuğa ipeği de eklemeliyiz. Yalnız ipek herkesin kullanabileceği bir madde değildi; hayat düzeni ne kadar yükselirse yükselsin ancak lüks maddesi olarak önem kazandı. İpek üretiminin en büyük merkezi Lyon idi. Ancak Edit de Nantes'ın geri alınmasından sonra Protestanların çoğu başka ülkelere özellikle İsviçre ve İngiltere'ye göç ettiklerinden atölyelerini de oralara taşıdılar.
XVII. yüzyılda Fransa'da dokuma sanayii önde gidiyordu. Yeni
kurulan modern bir orduya yüz binlerce üniforma yapımı dokuma
sanayinin hızla gelişmesine yol açmıştı. 1685�te 1.500
işçi çalıştıran Van Robais Fabrikaları 1720'de evde çalışan binlerce işçinin yanı sıra 1.8UO işçi çalıştırmaya başladı
İngiltere'de dokuma sanayinin önemi daha büyüktü.
Yün işi ülkenin başlıca kazanç kaynağı olmuştu. (O
kadar ki Lordlar Kamarasının başkanı yün bir çuvalın üzerinde otururdu.)
Toplumsal ve ekonomik önemine rağmen kumaş imalâtının
ortaçağdan o güne kadar büyük bir değişiklik
geçirmemiş olması gerçekten anlaşılır gibi değil... İplik
çokluk evlerde öreke ya da çıkrıkla eğirilirdi;
hatta bu
yaşlı kızların geleneksel uğraşısıydı. iplik elde edildikten sonra da
antik tezgâhlarda dokurlardı. Cilâlı Taş Çağı'ndan
bu yana gerçekleştirilen tek yenilik Leonardo da Vinci'nin icadı (1490) mekiğin kullanılmasıydı. Atkı ipliği
mekiğin içine yerleştirilmiş bir çubuğun üstüne
sarılmaktaydı. Zincir iplikleri birbirlerinden uzaklaştıklarında dokumacı açılan kanala bir uçtan mekiği sürer öteki uçtan çekerdi. Zincir iplikleri yine birbirlerinden uzaklaşır dokumacı çıkrığı yeniden atar böylece sürüp giderdi.
Bu 'ömür törpüsü' işte işçiler enikonu ustalık kazanmış olacaklar ki bir işçi yılda yedi top kumaş imal edebiliyor Van Robais Fabrikası bir partide 1200 top kumaş dokuyabiliyordu. Böylesine bir ustalık kişisel yeteneklere dayandığından verim son derece düşüktü. Bu nedenle kaliteden çok miktara önem veren İngilizler üretimi hızlandırmanın yollarını aramaya koyuldular.
Bu yolu
1733'te John Kay buldu (1704-1764). icat ettiği bir aygıt sayesinde
kordonla hareket ettirilen mekik bir yuvanın içine giriyordu.
Böylece mekik yalnız daha çabuk gidip gelmekle kalmıyor (hızından ötürü "uçan mekik" deniyordu.) dokumacının bir elinin de serbest kalmasını sağlıyordu.
"Uçan mekiğin" icadı hemen kaygı verici bir sorun yarattı:
Kumaşlar daha hızla dokunduğundan iplik kıtlığı başgösterdi. Bu
defa da iplik bükme işi ağır gidiyordu
öreke ve çıkrığın yerine artık makine kullanmak zorunlu
olmuştu. John Wyatt'ın öncülüğünü yaptığı
böyle bir makine
1738'de Alman Ludwig Paul tarafından geliştirildi. Wyatt icat etmenin
zevkiyle yetinen alçak gönüllü bir insandı yaptığı makine ilgi görmedi ama
1767'de James Hargreaves buna bazı değişiklikler getirerek bir kişinin
tek başına 120 iplik birden bükmesine elverişli bir makine yaptı
ve buna kızı "Jenny"nin adını verdi. İşsiz kalmaktan korkan
işçiler 'Jenny'ye karşı çıkınca iflâs eden
Hargreaves fabrikasını kapatmak zorunda kaldı.
Bir başka mucitin dokuma tarakları fabrikatörü Thomas Highs'in de durumu bundan daha parlak olmadı icat ettiği dokuma makinesi
"wateroframe" (1768) elle değil de hidrolik çarkla işlemesi
bakımından gerçek bir ilerleme kaydettiği halde başarı
kazanamadı; ama hiç değilse küçük bir iplik
imalcisi olan Samuel Crompton'un (1753-1827) dikkatini çekti.
Crompton
Highs'in makinesinin bazı öğelerini Jenny'ninkiyle birleştirdi;
böylece "Mııle Jenny" adiyle tanınan 'melez' bir makine ortaya
çıktı (1774). Hayli alay ve kıskançtık konusu olmakla
birlikte aslında muslin dokumaya bile elverişli ince ve sağlam iplikler eğiriyordu.
"Mule Jenny"nin yararlan öylesine ortadaydı ki iplik imalatçıları benimsemek zorunda kaldılar. Ama kazancını başkası cebe indirdi...
Richard Arkwright (1732-1792) adlı açıkgöz bir iş adamı gittikçe artan kumaş talebi karşısında öncekileri aşan mükemmellikte bir tezgâh imal etmeyi kafasına koydu. Böylece hem "Mule Jenny"
hem de "Waterframe"in özelliklerini birleştiren bir tezgâh
çıktı ortaya. Arkwright hemen işe girişerek fabrikalar kurdu ve
seri imalâta başladı. Sonunda kraldan soyluluk unvanı alacak
kadar zengin oldu. XVIII. yüzyılın sonlarında halk ona ulus çapında yüce zanaatçılardan biri gözüyle bakıyordu.
Arkwright öldüğünde dokuma sanayii ters yönde yeni bir devrim geçirmekteydi. Bu defa da dokumacılar
fabrikalardan taşan ipliği tüketemeyecek kadar ağır
çalışıyorlardı. İplikçiliğin hızını izleyebilmek
için dokuma tezgâhlarının makineleşmesi zorunlu hale
gelmişti. Uçan mekik bile şimdi kaplumbağa kadar yavaş
geliyordu. Bu iş içli şiirlerin yazarı
Edmond Cartwright adlı bir papazı (1743-1823) iyice sarmıştı. Sonunda
bir çözüm yolu bulmadı da değil: El tezgâhının
dört hareketini birleştirdi; Watt'ın sanayide yeni yeni
kullanılmaya başlanan buharlı makinesiyle hareketini sağladı (1785).
Cartwright yetenekli iyi niyetli bir insandı. Bu nedenle olacak
Arkwright�ın tersine iflâs etti ve sonunda Parlamentonun ulusal
armağan olarak 1809'da sunduğu parayı kabul etmek zorunda kaldı.
Mekanik icat ihtiyacın ürünüdür. İnsanın en önemli ihtiyacı da önce yemek sonra giyimdir. Bu nedenle de elbise yapımı her çağda insan uğraşılarının belli başlılarından biri olmuştur.
Bu alanda ilk kullanılan madde ketendi. Keten kumaş uzun süre 'rakipsiz' 'kral kumaş' sayıldı. Büyükannelerimizin sandıklarında bulunan elbiseleri hatırlamaya çalışmak bunu kanıtlamaya yeter. Yün de onun kadar eskidir denilebilir. Bununla birlikte merinos yünüyle imal edilenler ancak XVII. yüzyılda Fransa'da sonra İngiltere'de yayıldı. Bu sıralarda pamuklu kumaşlar biliniyor
pamuk da Kuzey Amerika'da XVII. yüzyıldan beri ekiliyordu. Hatta
zencilerin köle oluşlarının nedenini doğrudan pamuk
plantasyonlarına bağlamak gerekir. Çünkü bu duruma yol
açan etken. Güney Devletlerindeki pamuk ve şekerkamışı
plantasyonlarında el emeğine duyulan şiddetli ihtiyaçtı.
Keten yün ve pamuğa ipeği de eklemeliyiz. Yalnız ipek herkesin kullanabileceği bir madde değildi; hayat düzeni ne kadar yükselirse yükselsin ancak lüks maddesi olarak önem kazandı. İpek üretiminin en büyük merkezi Lyon idi. Ancak Edit de Nantes'ın geri alınmasından sonra Protestanların çoğu başka ülkelere özellikle İsviçre ve İngiltere'ye göç ettiklerinden atölyelerini de oralara taşıdılar.
XVII. yüzyılda Fransa'da dokuma sanayii önde gidiyordu. Yeni
kurulan modern bir orduya yüz binlerce üniforma yapımı dokuma
sanayinin hızla gelişmesine yol açmıştı. 1685�te 1.500
işçi çalıştıran Van Robais Fabrikaları 1720'de evde çalışan binlerce işçinin yanı sıra 1.8UO işçi çalıştırmaya başladı
İngiltere'de dokuma sanayinin önemi daha büyüktü.
Yün işi ülkenin başlıca kazanç kaynağı olmuştu. (O
kadar ki Lordlar Kamarasının başkanı yün bir çuvalın üzerinde otururdu.)
Toplumsal ve ekonomik önemine rağmen kumaş imalâtının
ortaçağdan o güne kadar büyük bir değişiklik
geçirmemiş olması gerçekten anlaşılır gibi değil... İplik
çokluk evlerde öreke ya da çıkrıkla eğirilirdi;
hatta bu
yaşlı kızların geleneksel uğraşısıydı. iplik elde edildikten sonra da
antik tezgâhlarda dokurlardı. Cilâlı Taş Çağı'ndan
bu yana gerçekleştirilen tek yenilik Leonardo da Vinci'nin icadı (1490) mekiğin kullanılmasıydı. Atkı ipliği
mekiğin içine yerleştirilmiş bir çubuğun üstüne
sarılmaktaydı. Zincir iplikleri birbirlerinden uzaklaştıklarında dokumacı açılan kanala bir uçtan mekiği sürer öteki uçtan çekerdi. Zincir iplikleri yine birbirlerinden uzaklaşır dokumacı çıkrığı yeniden atar böylece sürüp giderdi.
Bu 'ömür törpüsü' işte işçiler enikonu ustalık kazanmış olacaklar ki bir işçi yılda yedi top kumaş imal edebiliyor Van Robais Fabrikası bir partide 1200 top kumaş dokuyabiliyordu. Böylesine bir ustalık kişisel yeteneklere dayandığından verim son derece düşüktü. Bu nedenle kaliteden çok miktara önem veren İngilizler üretimi hızlandırmanın yollarını aramaya koyuldular.
Bu yolu
1733'te John Kay buldu (1704-1764). icat ettiği bir aygıt sayesinde
kordonla hareket ettirilen mekik bir yuvanın içine giriyordu.
Böylece mekik yalnız daha çabuk gidip gelmekle kalmıyor (hızından ötürü "uçan mekik" deniyordu.) dokumacının bir elinin de serbest kalmasını sağlıyordu.
"Uçan mekiğin" icadı hemen kaygı verici bir sorun yarattı:
Kumaşlar daha hızla dokunduğundan iplik kıtlığı başgösterdi. Bu
defa da iplik bükme işi ağır gidiyordu
öreke ve çıkrığın yerine artık makine kullanmak zorunlu
olmuştu. John Wyatt'ın öncülüğünü yaptığı
böyle bir makine
1738'de Alman Ludwig Paul tarafından geliştirildi. Wyatt icat etmenin
zevkiyle yetinen alçak gönüllü bir insandı yaptığı makine ilgi görmedi ama
1767'de James Hargreaves buna bazı değişiklikler getirerek bir kişinin
tek başına 120 iplik birden bükmesine elverişli bir makine yaptı
ve buna kızı "Jenny"nin adını verdi. İşsiz kalmaktan korkan
işçiler 'Jenny'ye karşı çıkınca iflâs eden
Hargreaves fabrikasını kapatmak zorunda kaldı.
Bir başka mucitin dokuma tarakları fabrikatörü Thomas Highs'in de durumu bundan daha parlak olmadı icat ettiği dokuma makinesi
"wateroframe" (1768) elle değil de hidrolik çarkla işlemesi
bakımından gerçek bir ilerleme kaydettiği halde başarı
kazanamadı; ama hiç değilse küçük bir iplik
imalcisi olan Samuel Crompton'un (1753-1827) dikkatini çekti.
Crompton
Highs'in makinesinin bazı öğelerini Jenny'ninkiyle birleştirdi;
böylece "Mııle Jenny" adiyle tanınan 'melez' bir makine ortaya
çıktı (1774). Hayli alay ve kıskançtık konusu olmakla
birlikte aslında muslin dokumaya bile elverişli ince ve sağlam iplikler eğiriyordu.
"Mule Jenny"nin yararlan öylesine ortadaydı ki iplik imalatçıları benimsemek zorunda kaldılar. Ama kazancını başkası cebe indirdi...
Richard Arkwright (1732-1792) adlı açıkgöz bir iş adamı gittikçe artan kumaş talebi karşısında öncekileri aşan mükemmellikte bir tezgâh imal etmeyi kafasına koydu. Böylece hem "Mule Jenny"
hem de "Waterframe"in özelliklerini birleştiren bir tezgâh
çıktı ortaya. Arkwright hemen işe girişerek fabrikalar kurdu ve
seri imalâta başladı. Sonunda kraldan soyluluk unvanı alacak
kadar zengin oldu. XVIII. yüzyılın sonlarında halk ona ulus çapında yüce zanaatçılardan biri gözüyle bakıyordu.
Arkwright öldüğünde dokuma sanayii ters yönde yeni bir devrim geçirmekteydi. Bu defa da dokumacılar
fabrikalardan taşan ipliği tüketemeyecek kadar ağır
çalışıyorlardı. İplikçiliğin hızını izleyebilmek
için dokuma tezgâhlarının makineleşmesi zorunlu hale
gelmişti. Uçan mekik bile şimdi kaplumbağa kadar yavaş
geliyordu. Bu iş içli şiirlerin yazarı
Edmond Cartwright adlı bir papazı (1743-1823) iyice sarmıştı. Sonunda
bir çözüm yolu bulmadı da değil: El tezgâhının
dört hareketini birleştirdi; Watt'ın sanayide yeni yeni
kullanılmaya başlanan buharlı makinesiyle hareketini sağladı (1785).
Cartwright yetenekli iyi niyetli bir insandı. Bu nedenle olacak
Arkwright�ın tersine iflâs etti ve sonunda Parlamentonun ulusal
armağan olarak 1809'da sunduğu parayı kabul etmek zorunda kaldı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Çelik
İngiltere'de krallık emirnamelerince yasaklanmasına Fransa'da Sorbonne'un şiddetle karşı çıkmasına rağmen
ormanlar tükendikçe taşkömürüyle ısınma
yaygınlaşıyordu. Evlerden bir süre sonra fabrikalara da girmeye
başladı.
Önce cam (1635) bira ve tuğla fabrikalarına girdi. Derken günün birinde bir demir döküm fabrikası sahibi "biz niye kullanmayalım?" diye düşündü. Bu kişi Dunley idi
Ne yazık ki
bu iş Dunley'in düşündüğü gibi kolay değildi.
Yalnız odunkömürünün yerine
taşkömürü kullanmakla demir elde edilemezdi. Önce
demir cevherinin içindeki oksijeni yok etmek gerekiyordu.
Odunkömürünün görevi maden cevherinden
oksijeni alarak karbonikgaz yapmaktı; yani işlem sırasında
odunkömürü ikili bir rol oynuyor önce reaksiyona gerekli ısıyı sağlıyor
sonra da kimyasal madde olarak bu reaksiyona katılıyordu. Hatta demirin
içinde eridiğinde üçüncü bir rol daha
oynuyor (yüzde 15'dan azsa) demiri "çelik" (yüzde 3 ya 5 olursa) "döküm" haline getiriyordu.
Yerine doğrudan taşkömürü koymak neden mümkün değildi? Çünkü taşkömürü odunkömürü gibi hemen hemen tam karbon değil
tersine oldukça katışık bir maddeydi. Taşkömürü
ısı verici olmakla birlikte kimyasal madde olarak reaksiyona
katılamazdı. Katılabilmesi için taşkömürünün
karbona çevrilmesi gerekliydi.
Dunley bunun da çözüm yolunu
buldu:Taşkömürünü damıtarak kok haline getirmek
mümkündü. Yalnız bu buluşu uygulama alanına sokan başka bir İngiliz aile Darbyler oldu.
Abraham Darby (1677-1717) Dudley gibi Birmingham dolaylarında doğmuştu. Bu bölgenin hem demir hem de madenkömürü bölgesi oluşuna dikkat etti. Dindar adam bu durumun Tanrı buyruğu olduğuna
izlemesi gerekli yolu kendisine O'nun gösterdiğine inanıyordu.
Böylece Dunley'in yarıda bırakmış olduğu işi ele aldı.
İskoçya'ya giderek Coalbrookdale'de bir fabrika kurdu ve
taşkömürünü kok haline getirmek için
deneyler yapmaya başladı. 1709'da bu işi başarmasına başardı ama ölümü buluşunu sanayileştirmesini engelledi.
Odun kullanmadan demiri ilk elde eden oğlu II. Abraham Darby oldu (1735). Olay İngiltere'de büyük yankılar yarattı.
Ülkede taşkömürü boldu bu da artık istenildiği kadar kok kömürü elde edilebilir
yüksek fırınlara yutabildikleri kadar yakıt verilebilir demekti.
Böylece demir ve çelik üretimi arttıkça
artacaktı. Uygarlığın ve İngiltere'nin kaderini değiştirecek olan
"çelik çağı" açılmıştı. Baba Abraham'ın ölümünde yılda 600 ton döküm veren fabrikalarının üretimi oğlunun ölümünde 10.000 tona torunu zamanında da 15.000 tona yükseldi.
Ne var ki büyük çapta üretim
Britanya sanayii için genellikle yapılan yermelerin bir kere
daha tekrarlanmasına yol açtı. Üretim miktar bakımından
yeterliydi ama kalitesizdi. Elde edilen demir maden köpüğüyle doluydu dolayısıyla iyi kalite demire ihtiyaç görüldüğünde oduna sadık kalan İsveç ya da Rusya'ya başvurmak gerekiyordu.
Bu durum
özellikle sert çeliğe ihtiyaçları olan araç
imalatçılarını zor duruma sokmuştu. Gerçi Birtnguccio'dan
(1540) beri 'semantasyon' yoluyla yani demire karbon içirerek çelik yapmayı biliyorlardı ama semantasyonlu çelik bile sözgelişi saat zemberekleri imali gibi ince işler için elverişsizdi
Sonunda sabrı tükenen bir saatçi kollan sıvadı ve istenen nitelikte çeliği imal etmeyi başardı. Bu
Doncasterli Benjamin Huntsman adında bir İngilizdi (1704-1776).
Yüksek ısıya dayanabilecek büyük bir kabın içinde
semantasyonlu çeliği koyup erittikten sonra
buna su verdi. Böyle eritilip su verilen çelik en ince
araçları bile imal etmeye yarayacak nitelikteydi. Şunu da hemen
ekleyelim; bu yolla ancak az miktarda çelik imal edebilirdi dolayısıyla fiyatı da pahalı oluyordu. Çeliği tonlarla ısmarlamakta olan mühendisler buluştan bu yüzden hoşnut kalmamışlardı. Sheffield Çelik Fabrikası da Huntsman çeliğini çok sert olduğundan kullanmak istemedi.
Madem çelikte önemli olan karbon oranıydı; bu iki şekilde
ya karbonsuz demire karbon vermek ya da fazlasıyla karbonlu
dökümden karbon çıkartmakla elde edilebilirdi. O
güne kadar birinci yoldan gidilmişti. Ama bu yol
ihtiyaçları karşılayacak miktarda çelik vermediğinden
ötekini denemek yerinde olacaktı. İngiliz madencisi Henry Cort da
böyle düşünmüştü her halde.
Dökümü karbonundan arıtmak için oksitleyici bir
maddeyle karıştırıp kor haline gelinceye kadar ısıttı. Fazla karbonu
böylece giderdiğinde elde ettiği maddeyi köpüğünden arıtmak için dövmekten başka iş kalmıyordu.
Cort'un fırınına "Uzun alevli fırın" ve kullandığı yönteme de
"puddlage" (dökme demiri ocakta tavlama) adı verilir. Bu buluş
sayesinde sanayiye yetecek miktarda iyi kalite çelik elde
edilebiliyor; dolayısıyla Rusya ve İsveç'in tekeli
kaldırılıyordu. Böylece İngiltere çelik piyasasına
hâkim oldu. Ve gerek madeni
gerekse üretim yöntemiyle dünyaya kendini kabul ettirdi.
İngilizler madencilikte dünyada rakipsiz duruma
yükselmişlerdi.
Birçok ülkeler İngiliz mühendislerini davet ediyor
kendi ülkelerinde demir fabrikaları kurmakla
görevlendiriyorlardı. Madeni araç imali konusunda İngiliz
mühendislerine baş vurulmaya başlandı. Fransa ve Almanya'da ilk
yüksek fırını İngilizler kurdu. (1787). Buhar kazanlarını 'monte'
edenler de onlar olduklarına göre o dönemde İngilizler dünya sanayisini ellerinde bulunduruyorlardı diyebiliriz.
İngiltere'de krallık emirnamelerince yasaklanmasına Fransa'da Sorbonne'un şiddetle karşı çıkmasına rağmen
ormanlar tükendikçe taşkömürüyle ısınma
yaygınlaşıyordu. Evlerden bir süre sonra fabrikalara da girmeye
başladı.
Önce cam (1635) bira ve tuğla fabrikalarına girdi. Derken günün birinde bir demir döküm fabrikası sahibi "biz niye kullanmayalım?" diye düşündü. Bu kişi Dunley idi
Ne yazık ki
bu iş Dunley'in düşündüğü gibi kolay değildi.
Yalnız odunkömürünün yerine
taşkömürü kullanmakla demir elde edilemezdi. Önce
demir cevherinin içindeki oksijeni yok etmek gerekiyordu.
Odunkömürünün görevi maden cevherinden
oksijeni alarak karbonikgaz yapmaktı; yani işlem sırasında
odunkömürü ikili bir rol oynuyor önce reaksiyona gerekli ısıyı sağlıyor
sonra da kimyasal madde olarak bu reaksiyona katılıyordu. Hatta demirin
içinde eridiğinde üçüncü bir rol daha
oynuyor (yüzde 15'dan azsa) demiri "çelik" (yüzde 3 ya 5 olursa) "döküm" haline getiriyordu.
Yerine doğrudan taşkömürü koymak neden mümkün değildi? Çünkü taşkömürü odunkömürü gibi hemen hemen tam karbon değil
tersine oldukça katışık bir maddeydi. Taşkömürü
ısı verici olmakla birlikte kimyasal madde olarak reaksiyona
katılamazdı. Katılabilmesi için taşkömürünün
karbona çevrilmesi gerekliydi.
Dunley bunun da çözüm yolunu
buldu:Taşkömürünü damıtarak kok haline getirmek
mümkündü. Yalnız bu buluşu uygulama alanına sokan başka bir İngiliz aile Darbyler oldu.
Abraham Darby (1677-1717) Dudley gibi Birmingham dolaylarında doğmuştu. Bu bölgenin hem demir hem de madenkömürü bölgesi oluşuna dikkat etti. Dindar adam bu durumun Tanrı buyruğu olduğuna
izlemesi gerekli yolu kendisine O'nun gösterdiğine inanıyordu.
Böylece Dunley'in yarıda bırakmış olduğu işi ele aldı.
İskoçya'ya giderek Coalbrookdale'de bir fabrika kurdu ve
taşkömürünü kok haline getirmek için
deneyler yapmaya başladı. 1709'da bu işi başarmasına başardı ama ölümü buluşunu sanayileştirmesini engelledi.
Odun kullanmadan demiri ilk elde eden oğlu II. Abraham Darby oldu (1735). Olay İngiltere'de büyük yankılar yarattı.
Ülkede taşkömürü boldu bu da artık istenildiği kadar kok kömürü elde edilebilir
yüksek fırınlara yutabildikleri kadar yakıt verilebilir demekti.
Böylece demir ve çelik üretimi arttıkça
artacaktı. Uygarlığın ve İngiltere'nin kaderini değiştirecek olan
"çelik çağı" açılmıştı. Baba Abraham'ın ölümünde yılda 600 ton döküm veren fabrikalarının üretimi oğlunun ölümünde 10.000 tona torunu zamanında da 15.000 tona yükseldi.
Ne var ki büyük çapta üretim
Britanya sanayii için genellikle yapılan yermelerin bir kere
daha tekrarlanmasına yol açtı. Üretim miktar bakımından
yeterliydi ama kalitesizdi. Elde edilen demir maden köpüğüyle doluydu dolayısıyla iyi kalite demire ihtiyaç görüldüğünde oduna sadık kalan İsveç ya da Rusya'ya başvurmak gerekiyordu.
Bu durum
özellikle sert çeliğe ihtiyaçları olan araç
imalatçılarını zor duruma sokmuştu. Gerçi Birtnguccio'dan
(1540) beri 'semantasyon' yoluyla yani demire karbon içirerek çelik yapmayı biliyorlardı ama semantasyonlu çelik bile sözgelişi saat zemberekleri imali gibi ince işler için elverişsizdi
Sonunda sabrı tükenen bir saatçi kollan sıvadı ve istenen nitelikte çeliği imal etmeyi başardı. Bu
Doncasterli Benjamin Huntsman adında bir İngilizdi (1704-1776).
Yüksek ısıya dayanabilecek büyük bir kabın içinde
semantasyonlu çeliği koyup erittikten sonra
buna su verdi. Böyle eritilip su verilen çelik en ince
araçları bile imal etmeye yarayacak nitelikteydi. Şunu da hemen
ekleyelim; bu yolla ancak az miktarda çelik imal edebilirdi dolayısıyla fiyatı da pahalı oluyordu. Çeliği tonlarla ısmarlamakta olan mühendisler buluştan bu yüzden hoşnut kalmamışlardı. Sheffield Çelik Fabrikası da Huntsman çeliğini çok sert olduğundan kullanmak istemedi.
Madem çelikte önemli olan karbon oranıydı; bu iki şekilde
ya karbonsuz demire karbon vermek ya da fazlasıyla karbonlu
dökümden karbon çıkartmakla elde edilebilirdi. O
güne kadar birinci yoldan gidilmişti. Ama bu yol
ihtiyaçları karşılayacak miktarda çelik vermediğinden
ötekini denemek yerinde olacaktı. İngiliz madencisi Henry Cort da
böyle düşünmüştü her halde.
Dökümü karbonundan arıtmak için oksitleyici bir
maddeyle karıştırıp kor haline gelinceye kadar ısıttı. Fazla karbonu
böylece giderdiğinde elde ettiği maddeyi köpüğünden arıtmak için dövmekten başka iş kalmıyordu.
Cort'un fırınına "Uzun alevli fırın" ve kullandığı yönteme de
"puddlage" (dökme demiri ocakta tavlama) adı verilir. Bu buluş
sayesinde sanayiye yetecek miktarda iyi kalite çelik elde
edilebiliyor; dolayısıyla Rusya ve İsveç'in tekeli
kaldırılıyordu. Böylece İngiltere çelik piyasasına
hâkim oldu. Ve gerek madeni
gerekse üretim yöntemiyle dünyaya kendini kabul ettirdi.
İngilizler madencilikte dünyada rakipsiz duruma
yükselmişlerdi.
Birçok ülkeler İngiliz mühendislerini davet ediyor
kendi ülkelerinde demir fabrikaları kurmakla
görevlendiriyorlardı. Madeni araç imali konusunda İngiliz
mühendislerine baş vurulmaya başlandı. Fransa ve Almanya'da ilk
yüksek fırını İngilizler kurdu. (1787). Buhar kazanlarını 'monte'
edenler de onlar olduklarına göre o dönemde İngilizler dünya sanayisini ellerinde bulunduruyorlardı diyebiliriz.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
ÇELİK ADİ BİR MADEN HALİNE GELİYOR
Çeliğin her bakımdan demire üstün olduğunu herkes
takdir etmekteydi. Ama geçen yüzyılın ortalarında lüks
bir maden durumundaydı. Sözgelişi 1864'te Fransa 1.213.000 ton dökme demir 792.000 ton demir ve yalnız 41.000 ton çelik üretmekteydi. Bununla da sadece silah bıçak testere ve benzeri gereçler imal edilmekteydi. Semantasyon ya da eritme yoluyla olsun imali güç ve pahalı oluyordu. Öyle ki bu durumda çelik bir köprü inşa etmek söz konusu olamazdı.
O sıralarda Londra'da Henry Bessemer (1813-1898) adlı bir mucit
yaşamaktaydı. Son derece verimli bir zekâya sahip olan bu kişi
çok çeşitli konularda başarılı çalışmalar
yapmıştı; optik camlar ve kadife üzerinde basma konusunda
yenilikler getirmiş bir yazı makinesi bir tulumba kanatçıkları olan bir obüs imal ve dalgalardan sarsılmayan bir gemi inşa etmişti.
Bu son icadının III. Napolyon tarafından reddedilmesi üzerine
(1855) atölyesine döndü ve başka araştırmalar yapmaya
koyuldu. Madenciliği geliştirmeye karar verdi ve dökme demirin
erimekte olduğu fırının başına geçip incelemelere girişti.
Böylece
günün birinde sıvı halindeki dökme demirin üzerine
esen soğuk havanın onu soğutacağı yerde ısıyı yükselttiğini
hayretle gördü. Servetinin büyük bir
bölümünü yutan bir dizi denemelerden sonra bu oluşumun nedenini bulabildi. Hava akımı demirde bulunan karbon
silisyum ve manganez gibi öğeleri yakmaktaydı ve ısıyı
yükselten işte bunların yanmasıydı. Kısacası dökme demirin
karbonunu yakarak Huntsman yönteminden daha kolay ve daha fazla
miktarda çelik elde edebilmekteydi.
Bessemer yöntemi yalındı: Eritilmiş dökme demiri soğuk bir
toprak kaba dökmek ve üzerinden bir hava akımı
geçirmek yeterliydi. Sanayi buluşu hemen benimsedi ama mucitin dediği kadar kolaylıkla uygulanamadığını fark eder etmez de
aynı çabuklukla itti. Bunun üzerine Bessemer kendisi bir
çelik işletmesi kurdu ve Sheffield'deki fabrikasında bu
yöntemi geliştirmek için ciddi çalışmalar yapmaya
koyuldu. İki yılına ve servetinin kalan bölümüne mal oldu ama sır bulunmuştu. Kulakları sağır edici horultular ve fışkıran alevler içinde çelik kusan içi kil döşenmiş yirmi ton kapasiteli dev imbiklerle uygulanan konvertisör tekniği doğmuştu.
Unutmamak gerekir ki 1851'de İngiltere yalnızca 60.000 ton çelik imal etmişti. Bunu
1880'de 1.320.000 tona 1890'da 3.637.000 tona (%45'i Bessemer
yöntemiyle) yükseltti. Aynı yıl Fransa'da üretim 389.000
tona (%26 Bessemer); Almanya'da 1.613.000 tona (%16 Bessemer) ve
A.B.D.'de 4.346.000 tona (%88 Bessemer) ulaştı.
Almanyada'ki %16 ile A.B.D.'deki %88 oranı arasındaki büyük
fark nedeniyle okurlarımın aklına şu iki soru takılmıştır: 1) Neden
bütün ülkeler üretimlerinin tamamı için
Bessemer yöntemini benimsememişlerdi? 2) Neden çoğu yerde
sadece yardımcı yöntem durumunda kalmaktaydı?
Bu
Bessemer yönteminin bile kendine göre sakıncalarının
bulunmasından ileri geliyordu. Çelik büyük bir hızla
elde ediliyordu; öyle ki başındaki işçi madeni tam olarak hangi anda akıtması gerektiğini iyice belirleyemiyordu. Bir dakika önce akıtsa dökme demirin çeliğe dönüşümü tam olmuyor bir dakika sonra
demirin kendisi yanıyordu. Yani işlem süresinin çok kısa
olması sonucu oluşumu ve madenin niteliğini kontrol etmek
imkânsızdı. Öyle ki bu yöntemle mükemmel ve her
işe elverişli bir maden elde edilemiyordu: Elde edilen çelik raylar için uygun
buna karşılık araç imali için yetersizdi. Bu nedenle
teknisyenler daha yavaş bir yöntem bulunamaz mı diye
düşünmeye başladılar.
Çeliğin her bakımdan demire üstün olduğunu herkes
takdir etmekteydi. Ama geçen yüzyılın ortalarında lüks
bir maden durumundaydı. Sözgelişi 1864'te Fransa 1.213.000 ton dökme demir 792.000 ton demir ve yalnız 41.000 ton çelik üretmekteydi. Bununla da sadece silah bıçak testere ve benzeri gereçler imal edilmekteydi. Semantasyon ya da eritme yoluyla olsun imali güç ve pahalı oluyordu. Öyle ki bu durumda çelik bir köprü inşa etmek söz konusu olamazdı.
O sıralarda Londra'da Henry Bessemer (1813-1898) adlı bir mucit
yaşamaktaydı. Son derece verimli bir zekâya sahip olan bu kişi
çok çeşitli konularda başarılı çalışmalar
yapmıştı; optik camlar ve kadife üzerinde basma konusunda
yenilikler getirmiş bir yazı makinesi bir tulumba kanatçıkları olan bir obüs imal ve dalgalardan sarsılmayan bir gemi inşa etmişti.
Bu son icadının III. Napolyon tarafından reddedilmesi üzerine
(1855) atölyesine döndü ve başka araştırmalar yapmaya
koyuldu. Madenciliği geliştirmeye karar verdi ve dökme demirin
erimekte olduğu fırının başına geçip incelemelere girişti.
Böylece
günün birinde sıvı halindeki dökme demirin üzerine
esen soğuk havanın onu soğutacağı yerde ısıyı yükselttiğini
hayretle gördü. Servetinin büyük bir
bölümünü yutan bir dizi denemelerden sonra bu oluşumun nedenini bulabildi. Hava akımı demirde bulunan karbon
silisyum ve manganez gibi öğeleri yakmaktaydı ve ısıyı
yükselten işte bunların yanmasıydı. Kısacası dökme demirin
karbonunu yakarak Huntsman yönteminden daha kolay ve daha fazla
miktarda çelik elde edebilmekteydi.
Bessemer yöntemi yalındı: Eritilmiş dökme demiri soğuk bir
toprak kaba dökmek ve üzerinden bir hava akımı
geçirmek yeterliydi. Sanayi buluşu hemen benimsedi ama mucitin dediği kadar kolaylıkla uygulanamadığını fark eder etmez de
aynı çabuklukla itti. Bunun üzerine Bessemer kendisi bir
çelik işletmesi kurdu ve Sheffield'deki fabrikasında bu
yöntemi geliştirmek için ciddi çalışmalar yapmaya
koyuldu. İki yılına ve servetinin kalan bölümüne mal oldu ama sır bulunmuştu. Kulakları sağır edici horultular ve fışkıran alevler içinde çelik kusan içi kil döşenmiş yirmi ton kapasiteli dev imbiklerle uygulanan konvertisör tekniği doğmuştu.
Unutmamak gerekir ki 1851'de İngiltere yalnızca 60.000 ton çelik imal etmişti. Bunu
1880'de 1.320.000 tona 1890'da 3.637.000 tona (%45'i Bessemer
yöntemiyle) yükseltti. Aynı yıl Fransa'da üretim 389.000
tona (%26 Bessemer); Almanya'da 1.613.000 tona (%16 Bessemer) ve
A.B.D.'de 4.346.000 tona (%88 Bessemer) ulaştı.
Almanyada'ki %16 ile A.B.D.'deki %88 oranı arasındaki büyük
fark nedeniyle okurlarımın aklına şu iki soru takılmıştır: 1) Neden
bütün ülkeler üretimlerinin tamamı için
Bessemer yöntemini benimsememişlerdi? 2) Neden çoğu yerde
sadece yardımcı yöntem durumunda kalmaktaydı?
Bu
Bessemer yönteminin bile kendine göre sakıncalarının
bulunmasından ileri geliyordu. Çelik büyük bir hızla
elde ediliyordu; öyle ki başındaki işçi madeni tam olarak hangi anda akıtması gerektiğini iyice belirleyemiyordu. Bir dakika önce akıtsa dökme demirin çeliğe dönüşümü tam olmuyor bir dakika sonra
demirin kendisi yanıyordu. Yani işlem süresinin çok kısa
olması sonucu oluşumu ve madenin niteliğini kontrol etmek
imkânsızdı. Öyle ki bu yöntemle mükemmel ve her
işe elverişli bir maden elde edilemiyordu: Elde edilen çelik raylar için uygun
buna karşılık araç imali için yetersizdi. Bu nedenle
teknisyenler daha yavaş bir yöntem bulunamaz mı diye
düşünmeye başladılar.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
MODERN ÇELİĞİN SIRRINI BULAN ADAM
İlk çözüm şeklini getirenler Siemens kardeşler
oldular. Siemensler yetenekli bir mühendis ailesiydi. Bunlardan
Ernst'ten (1816-1892) telgraf konusunda söz etmiştik; ilerde de
dinamonun icadındaki katkısına tanık olacağız. William (1823-1853)
İngiltere'de bir su altı kablosu fabrikası kurmuştu. Onlara kardeşleri
Frederich (1826-1904) ve elektronikte başarılı çalışmalar yapmış
olan Ernst'in oğlu Wilhelm'i (1855-1919) de katmamız gerekir.
Fırını icat eden Frederich oldu ve bunu William uygulamaya koydu. Bu fırındaki gaz ocakları gazı ve havayı yakıyor bu işlem ısıyı artırdığından hem yanar maddeden tasarruf ediliyor
hem de verim yükseliyordu. Bu yöntem daha önceleri cam
sanayisinde kullanılmış ve yüksek fırınlar da uygulanmıştı.
Fransız mühendisi Louis Le Chatelier (1815-1873) de dökme
demiri eritmede kullanmayı denedi.
İlke iyiydi ama uygulaması güçlükler çıkarttı:
Le Chatelier fırının içini döşemeye elverişli sertlikte
tuğla bulamadı. Bununla birlikte girişimi küçük bir
fırının sahibi olan Pierre-Emile Martin'in (1824-1915) dikkatini
çekti. Maden mühendisi olan Martin Bessemer'den farklı olarak birçok şeylere birden el atmaktansa bir tek konunun üstüne eğilip onu derinliğine incelemekten hoşlanan bir insandı.
Babasının Fourchambault'daki atölyesinde yaptığı staj ve Sireuil (Charante) fabrikalarındaki tecrübeleri
Bessemer yönteminin kusurlarını meydana çıkarmasına yol
açtı ve bunları nasıl giderebileceğini kendi kendine sordu.
Siemenslerin ve Le Chatelier'nin girişimleri ona yol gösterdi: Bütün iş fırınların içini kaplamaya yarayacak uygun sertlikte bir madde bulmaktı. Martin
1863'te Le Chatelier ve William Siemens'le bağlantı kurdu ve onların
öğütleri uyarınca bir fırın inşa ettirdi. Ertesi yılın
nisanında ilk çelik akmaya başladı. Bunda dökme demir silisli tuğlalarla döşenmiş bir tabanın üzerine konmakta ve gaz ocaklarıyla ısıtılmaktaydı. Bu şekilde karbondan arıtma işlemi ağırlaştırılmış olduğundan dilenen andan durdurmak mümkün oluyor böylece istenen kıvamda çelik elde edilebiliyordu.
Beratı 1865'te alınan Martin yöntemlerinin pratik bir şekilde
uygulanabilmesi için mucitin daha uzun zaman incelemeler yapması
gerekti. Martin çalışmalarının ürünlerini alabilmiş ve
başarısını gölgeleyen hiç bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır
Gerçekten
birçok madenciler Martin yönteminin
üstünlüğünü takdir etmişler ve hemen
uygulamaya koymuşlardı
ilk Sireuil'de uygulanan bu teknik hızla yayıldı ve fırınların
kapasiteleri gittikçe artarak 200 tona vardı. Buna paralel
olarak nitelik ve çeşitlerde de gelişme görüldü öyle ki bir süre sonra birçok ülkelerde Martin yöntemi Bessemer'i büsbütün ortadan kaldırdı.
1915'te Martin öldüğünde Martin çeliği Fransa'da üretimin %34'ünü Almanya'da %35'ini Amerika'da %66'sını
İngiltere'de %71'ini kapsamaktaydı. Bessemer'in ülkesi
İngiltere'de bile 1948'de üretilen 12.987.000 ton çeliğin
14.877.000 tonu Martin yöntemiyle elde edilmekteydi.
İlk çözüm şeklini getirenler Siemens kardeşler
oldular. Siemensler yetenekli bir mühendis ailesiydi. Bunlardan
Ernst'ten (1816-1892) telgraf konusunda söz etmiştik; ilerde de
dinamonun icadındaki katkısına tanık olacağız. William (1823-1853)
İngiltere'de bir su altı kablosu fabrikası kurmuştu. Onlara kardeşleri
Frederich (1826-1904) ve elektronikte başarılı çalışmalar yapmış
olan Ernst'in oğlu Wilhelm'i (1855-1919) de katmamız gerekir.
Fırını icat eden Frederich oldu ve bunu William uygulamaya koydu. Bu fırındaki gaz ocakları gazı ve havayı yakıyor bu işlem ısıyı artırdığından hem yanar maddeden tasarruf ediliyor
hem de verim yükseliyordu. Bu yöntem daha önceleri cam
sanayisinde kullanılmış ve yüksek fırınlar da uygulanmıştı.
Fransız mühendisi Louis Le Chatelier (1815-1873) de dökme
demiri eritmede kullanmayı denedi.
İlke iyiydi ama uygulaması güçlükler çıkarttı:
Le Chatelier fırının içini döşemeye elverişli sertlikte
tuğla bulamadı. Bununla birlikte girişimi küçük bir
fırının sahibi olan Pierre-Emile Martin'in (1824-1915) dikkatini
çekti. Maden mühendisi olan Martin Bessemer'den farklı olarak birçok şeylere birden el atmaktansa bir tek konunun üstüne eğilip onu derinliğine incelemekten hoşlanan bir insandı.
Babasının Fourchambault'daki atölyesinde yaptığı staj ve Sireuil (Charante) fabrikalarındaki tecrübeleri
Bessemer yönteminin kusurlarını meydana çıkarmasına yol
açtı ve bunları nasıl giderebileceğini kendi kendine sordu.
Siemenslerin ve Le Chatelier'nin girişimleri ona yol gösterdi: Bütün iş fırınların içini kaplamaya yarayacak uygun sertlikte bir madde bulmaktı. Martin
1863'te Le Chatelier ve William Siemens'le bağlantı kurdu ve onların
öğütleri uyarınca bir fırın inşa ettirdi. Ertesi yılın
nisanında ilk çelik akmaya başladı. Bunda dökme demir silisli tuğlalarla döşenmiş bir tabanın üzerine konmakta ve gaz ocaklarıyla ısıtılmaktaydı. Bu şekilde karbondan arıtma işlemi ağırlaştırılmış olduğundan dilenen andan durdurmak mümkün oluyor böylece istenen kıvamda çelik elde edilebiliyordu.
Beratı 1865'te alınan Martin yöntemlerinin pratik bir şekilde
uygulanabilmesi için mucitin daha uzun zaman incelemeler yapması
gerekti. Martin çalışmalarının ürünlerini alabilmiş ve
başarısını gölgeleyen hiç bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır
Gerçekten
birçok madenciler Martin yönteminin
üstünlüğünü takdir etmişler ve hemen
uygulamaya koymuşlardı
ilk Sireuil'de uygulanan bu teknik hızla yayıldı ve fırınların
kapasiteleri gittikçe artarak 200 tona vardı. Buna paralel
olarak nitelik ve çeşitlerde de gelişme görüldü öyle ki bir süre sonra birçok ülkelerde Martin yöntemi Bessemer'i büsbütün ortadan kaldırdı.
1915'te Martin öldüğünde Martin çeliği Fransa'da üretimin %34'ünü Almanya'da %35'ini Amerika'da %66'sını
İngiltere'de %71'ini kapsamaktaydı. Bessemer'in ülkesi
İngiltere'de bile 1948'de üretilen 12.987.000 ton çeliğin
14.877.000 tonu Martin yöntemiyle elde edilmekteydi.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Ateşli Tulumbalar
İngiltere'deki
kömür madenlerinde durum gittikçe daha tehlikeli bir
hal alıyordu. Sürekli artan kömür talebi kuyuların daha çok derinleştirilmesini gerektiriyor
dolan suları boşaltmak gittikçe güçleşiyordu.
Britanya ekonomisinin en önemli sorunu durumuna gelen suları
boşaltma işi için bütün mühendisler seferber
olmuşlardı.
XVII. yüzyılın sonlarında bu mühendislerden biri Thomas Savery (1650-1715) bilim yayınlarına göz gezdirirken Hook'un Papin'in makinesinden söz eden bir yazısına rastladı. Savery Hook'un eleştirmelerine rağmen icadın işe yarar olabileceğini tahmin etti. Bunun için de ne gibi yenilikler getirilmesi gerektiğini tasarlayarak hemen işe koyuldu.
Savery pratik bir buhar makinesinin ihtira beratını (patent) 1698'de aldıktan sonra makineyi önce kralın ertesi yıl da Royal Society önünde denedi. Papin'in makinesine musluğa bağlı boruyla istenildiği anda eksilen suyun yenilenebileceği büyük bir kazan eklemişti. Burada kaynatılan su ani bir soğuk su akımıyla sıvılaştırılıyor böylece borunun içinde boşluk meydana geliyor sonra dışarı atılacak su bu boşluğa doğru akıyordu. Bundan sonra kazan yeniden ısıtılıyor ve işlem tekrarlanıyordu.
Papin'in makinesindeki gibi piston yoktu ve mekanizması da daha sadeydi. Ağır işlemekle birlikte (dakikada dört darbe) hiç değilse düzgün çalışıyordu. Ancak
iki büyük sakıncası vardı. Önce çok masraflıydı
(75 lire suyu bir metre kaldırmak için 16 kilo kömür
yakmak gerekiyordu) sonra tulumba ne kadar yüksekse
buhar basıncının da o oranda yüksek olması gerekiyordu. Oysa
basınç 8-10 atmosferi bulduğunda ısı öylesine
yükseliyordu ki lehimler eriyor yarattığı gücün etkisiyle kazan patlıyordu.
Savery
patlamayı güven altına almak ve kazandaki basıncı kontrol
edebilmek için Denis Papin'in 17 yıl önce Londra'dayken
icat ettiği aygıtı kullanmayı düşünememişti. Fransız bilgini
1681'de en sert etleri bile kısa zamanda pişirmeye yarayacak bir tencere icat etmişti. Bu aslında
bugün kullandığımız "düdüklü tencere"nin ta
kendisiydi. İçindeki basıncı bilmek için bir supap
yerleştirmiş
basıncı bir ağırlıkla dengelemişti. Bu gerçek bir "güvenlik
supabı"ydı ve kapsamı tencerenin yararını çok aşıyordu.
Burada Papin ve Savery'nin amaçlarının ayrı olduğuna işaret
etmemiz yerinde olur. Savery bir teknisyendi ve maden ocaklarındaki
suların boşaltılması gibi somut bir soruna eğilmişti. Bunu
çözümleyince daha öteye gitmek aklından geçmiyordu. Papin onun tersine bir bilgindi. Huygens'in kendisine aktardığı pratik sorun (Seine'in sularını Versay sarayının parklarına kadar yükseltmek) onun için bir hareket noktası olmuş dehası gittikçe genişleyen bir alanda icatlara yönelmişti. Kısacası Savery ile Papin arasında
yarar gözeten bir uygulamacıyla bir anda dünyayı sarsabilecek
bir bilim adamının bütün özellikleri vardı.
1707'de altmışına varmış hayal kırıklığına uğramış bezgin ve kırgın bir insan olan Denis Papin eski sorunu
Savery'nin eserinin ışığında çözümlemeye koyuldu. O
sırada Savery'nin makinesi madenlerdeki suları boşaltmakta
kullanılıyordu; ama suyu dışarı atacağına hidrolik bir çarkın
kanatlarının üstüne akıtıyordu. Papin'in meydana getirdiği
gülünç makine karmaşık ruhunun bir aynasıydı sanki Bir
tek güç kullanacağına (sözgelişi bir buhar) buhar hava basıncı ve ağırlıktan yararlanıyordu.
Bilgin yine de bunu bir gemiye monte edip küreklerini çektirmeyi başardı. Gemi Fulda üzerinde Cassel'de gerçekten işledi ama bir defaya mahsus göstermelikti bu. Papin kararsız kişiliğine kapılıp Londra'ya yerleşmek üzere Almanya'dan ayrıldı. Weser'deki takacılar
kendi kendine giden bu gemiyi öfkelerinden paramparça
ettiler. Parasız kalan zavallı Fransız da yoksulluk ve unutmuşluk
içinde yaşlanmaya boyun eğmek zorunda kaldı. Ne zaman
öldüğü bile tam olarak bilinmeyecek kadar unutuldu...
Savery'nin makinesi suyu 17.50 metre yüksekliğe çıkardığı ve son derece ekonomik işlediği halde
maden işletmecileri tarafından beğenilmemişti. Çünkü
madenler çok derin kazıldığından her 17.50 metreye bir makine
yerleştirmek gerekiyordu. Ayrıca bunların işletilmesi göze
alınamayacak kadar büyük masraflara yol açacaktı.
Dartmouth'da (Devonshire) işleyen bu tür bir makine Thomas
Newcomen (1663-1729) adlı bir çilingirin dikkatini çekti.
Tasarılarını kendisine yakınlık gösteren büyük
fizikçi Robert Hook'a açarak ondan kendisine
öğüt vermesini diledi.
Günümüzde
basit bir çilingirin ünlü fizikçilerden birine
baş vurması ve onun tarafından da ciddiye alınması pek olağan değildir.
O zamanlarda böyle şeylere hiç kimse şaşmazdı. Bir icadın bilginden çok
usta ve zeki bir işçinin eseri olabileceği akla yakın
görülüyordu. Bilim ve tekniğin işbirliği yeni yeni
kurulmaktaydı ve Kolomb'un yumurtası hikâyesi her gün
tekrarlanıp duruyordu. Öte yandan bilim adamları da kendilerine fazlaca güvenen bilgiçler olmasa gerekti; hatta tarihçilerin kişiliğini alabildiğine kötüledikleri Hook bile...
Böylece Newcomen Newton'un eşiti büyük bilgine danışmaktan çekinmedi. Sonra da arkadaşı camcı John Cawley ile birlikte
Savery'nin ateşli tulumbasının neden bunca güçsüz ve
masraflı işlediği konusunda kafa patlatmaya başladılar. İlk kusuru buhar basıncının yetersiz olmasındandı. Basıncı artırmak için ısıyı yükseltmek kazanın patlamasını önlemek için de daha kalın imal etmek gerekiyordu. Ancak bu kalın kazan daha geç soğuyacak
yani tulumba daha ağır işleyecek dolayısıyla verim düşecekti.
Makine de bu yüzden masraflıydı zaten. Isıtmak için bir
yığın kömür yaktıktan sonra soğutmak için
çırpınmak olur iş değildi doğrusu.
Newcomen Papin'in ve Savery'nin makinelerini inceledikten sonra ikisi ortasını buldu. İkincinin kazanını .birincinin de pistonlu silindirini aldı. Hem kazan hem de tulumba gövdesi olarak tek bir kap kullanacağına iki ayrı kaptan yararlanmayı düşündü. Böylece
soğutmaya ihtiyaç kalmayacağından kazanı gereğince kalın imal
edilebilecek; doğrudan doğruya ısıtılmayacağına göre silindirin de
soğutulması kolay olacaktı.
İngiltere'deki
kömür madenlerinde durum gittikçe daha tehlikeli bir
hal alıyordu. Sürekli artan kömür talebi kuyuların daha çok derinleştirilmesini gerektiriyor
dolan suları boşaltmak gittikçe güçleşiyordu.
Britanya ekonomisinin en önemli sorunu durumuna gelen suları
boşaltma işi için bütün mühendisler seferber
olmuşlardı.
XVII. yüzyılın sonlarında bu mühendislerden biri Thomas Savery (1650-1715) bilim yayınlarına göz gezdirirken Hook'un Papin'in makinesinden söz eden bir yazısına rastladı. Savery Hook'un eleştirmelerine rağmen icadın işe yarar olabileceğini tahmin etti. Bunun için de ne gibi yenilikler getirilmesi gerektiğini tasarlayarak hemen işe koyuldu.
Savery pratik bir buhar makinesinin ihtira beratını (patent) 1698'de aldıktan sonra makineyi önce kralın ertesi yıl da Royal Society önünde denedi. Papin'in makinesine musluğa bağlı boruyla istenildiği anda eksilen suyun yenilenebileceği büyük bir kazan eklemişti. Burada kaynatılan su ani bir soğuk su akımıyla sıvılaştırılıyor böylece borunun içinde boşluk meydana geliyor sonra dışarı atılacak su bu boşluğa doğru akıyordu. Bundan sonra kazan yeniden ısıtılıyor ve işlem tekrarlanıyordu.
Papin'in makinesindeki gibi piston yoktu ve mekanizması da daha sadeydi. Ağır işlemekle birlikte (dakikada dört darbe) hiç değilse düzgün çalışıyordu. Ancak
iki büyük sakıncası vardı. Önce çok masraflıydı
(75 lire suyu bir metre kaldırmak için 16 kilo kömür
yakmak gerekiyordu) sonra tulumba ne kadar yüksekse
buhar basıncının da o oranda yüksek olması gerekiyordu. Oysa
basınç 8-10 atmosferi bulduğunda ısı öylesine
yükseliyordu ki lehimler eriyor yarattığı gücün etkisiyle kazan patlıyordu.
Savery
patlamayı güven altına almak ve kazandaki basıncı kontrol
edebilmek için Denis Papin'in 17 yıl önce Londra'dayken
icat ettiği aygıtı kullanmayı düşünememişti. Fransız bilgini
1681'de en sert etleri bile kısa zamanda pişirmeye yarayacak bir tencere icat etmişti. Bu aslında
bugün kullandığımız "düdüklü tencere"nin ta
kendisiydi. İçindeki basıncı bilmek için bir supap
yerleştirmiş
basıncı bir ağırlıkla dengelemişti. Bu gerçek bir "güvenlik
supabı"ydı ve kapsamı tencerenin yararını çok aşıyordu.
Burada Papin ve Savery'nin amaçlarının ayrı olduğuna işaret
etmemiz yerinde olur. Savery bir teknisyendi ve maden ocaklarındaki
suların boşaltılması gibi somut bir soruna eğilmişti. Bunu
çözümleyince daha öteye gitmek aklından geçmiyordu. Papin onun tersine bir bilgindi. Huygens'in kendisine aktardığı pratik sorun (Seine'in sularını Versay sarayının parklarına kadar yükseltmek) onun için bir hareket noktası olmuş dehası gittikçe genişleyen bir alanda icatlara yönelmişti. Kısacası Savery ile Papin arasında
yarar gözeten bir uygulamacıyla bir anda dünyayı sarsabilecek
bir bilim adamının bütün özellikleri vardı.
1707'de altmışına varmış hayal kırıklığına uğramış bezgin ve kırgın bir insan olan Denis Papin eski sorunu
Savery'nin eserinin ışığında çözümlemeye koyuldu. O
sırada Savery'nin makinesi madenlerdeki suları boşaltmakta
kullanılıyordu; ama suyu dışarı atacağına hidrolik bir çarkın
kanatlarının üstüne akıtıyordu. Papin'in meydana getirdiği
gülünç makine karmaşık ruhunun bir aynasıydı sanki Bir
tek güç kullanacağına (sözgelişi bir buhar) buhar hava basıncı ve ağırlıktan yararlanıyordu.
Bilgin yine de bunu bir gemiye monte edip küreklerini çektirmeyi başardı. Gemi Fulda üzerinde Cassel'de gerçekten işledi ama bir defaya mahsus göstermelikti bu. Papin kararsız kişiliğine kapılıp Londra'ya yerleşmek üzere Almanya'dan ayrıldı. Weser'deki takacılar
kendi kendine giden bu gemiyi öfkelerinden paramparça
ettiler. Parasız kalan zavallı Fransız da yoksulluk ve unutmuşluk
içinde yaşlanmaya boyun eğmek zorunda kaldı. Ne zaman
öldüğü bile tam olarak bilinmeyecek kadar unutuldu...
Savery'nin makinesi suyu 17.50 metre yüksekliğe çıkardığı ve son derece ekonomik işlediği halde
maden işletmecileri tarafından beğenilmemişti. Çünkü
madenler çok derin kazıldığından her 17.50 metreye bir makine
yerleştirmek gerekiyordu. Ayrıca bunların işletilmesi göze
alınamayacak kadar büyük masraflara yol açacaktı.
Dartmouth'da (Devonshire) işleyen bu tür bir makine Thomas
Newcomen (1663-1729) adlı bir çilingirin dikkatini çekti.
Tasarılarını kendisine yakınlık gösteren büyük
fizikçi Robert Hook'a açarak ondan kendisine
öğüt vermesini diledi.
Günümüzde
basit bir çilingirin ünlü fizikçilerden birine
baş vurması ve onun tarafından da ciddiye alınması pek olağan değildir.
O zamanlarda böyle şeylere hiç kimse şaşmazdı. Bir icadın bilginden çok
usta ve zeki bir işçinin eseri olabileceği akla yakın
görülüyordu. Bilim ve tekniğin işbirliği yeni yeni
kurulmaktaydı ve Kolomb'un yumurtası hikâyesi her gün
tekrarlanıp duruyordu. Öte yandan bilim adamları da kendilerine fazlaca güvenen bilgiçler olmasa gerekti; hatta tarihçilerin kişiliğini alabildiğine kötüledikleri Hook bile...
Böylece Newcomen Newton'un eşiti büyük bilgine danışmaktan çekinmedi. Sonra da arkadaşı camcı John Cawley ile birlikte
Savery'nin ateşli tulumbasının neden bunca güçsüz ve
masraflı işlediği konusunda kafa patlatmaya başladılar. İlk kusuru buhar basıncının yetersiz olmasındandı. Basıncı artırmak için ısıyı yükseltmek kazanın patlamasını önlemek için de daha kalın imal etmek gerekiyordu. Ancak bu kalın kazan daha geç soğuyacak
yani tulumba daha ağır işleyecek dolayısıyla verim düşecekti.
Makine de bu yüzden masraflıydı zaten. Isıtmak için bir
yığın kömür yaktıktan sonra soğutmak için
çırpınmak olur iş değildi doğrusu.
Newcomen Papin'in ve Savery'nin makinelerini inceledikten sonra ikisi ortasını buldu. İkincinin kazanını .birincinin de pistonlu silindirini aldı. Hem kazan hem de tulumba gövdesi olarak tek bir kap kullanacağına iki ayrı kaptan yararlanmayı düşündü. Böylece
soğutmaya ihtiyaç kalmayacağından kazanı gereğince kalın imal
edilebilecek; doğrudan doğruya ısıtılmayacağına göre silindirin de
soğutulması kolay olacaktı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Newcomen'in projesi 1705'te gün ışığına çıktı. Makine şöyle işliyordu: Kazanda oluşan buhar
bir silindire giderek pistonu kaldırıyor; piston dibine kadar iyice
itildikten sonra soğuk su veriliyor; buhar sıvılaşınca silindirde hava
boşluğu elde ediliyor; o zaman hava basıncı bütün
gücüyle etki yaparak pistonu aşağıya itiyordu. Sonra
silindire yeniden buhar gönderiliyor işlem böylece
sürüp gidiyordu. Piston sürekli olarak inip kalkacağından bunu bir çubukla işletilecek tulumbaya bağlamak yeterliydi.
Savery gibi Newcomen de makinesini yalnız tulumbalarda kullanmayı düşünmekte
bunun suyu yükseğe çıkarmaktan başka bir şeye elverişli
olabileceğini aklının ucundan geçirmemekteydi. Her ikisinin de
tek kaygısı suyu 10.33 metreden yukarıya çıkarmaktı. Newcomen'in makinesi tam anlamıyla bir buhar makinesi değildi. Çünkü bunda itici güç buhar değil hava basıncıydı. Ancak bu nokta kullananları ilgilendirmiyordu. Bu makine Savery'ninkinden daha güçlü daha az masraflıydı ya
onlar için de önemli olan buydu. Önceleri dakikada
altı iniş-çıkış yaparken sonra bu on ikiye yükseltildi ve
gücü de 100 beygiri buldu.
Makinenin ilk alıcısı Wolferhamptonlu bir kömür madeninin
sahibiydi. Makine büyük bir başarıyla görevinin
üstesinden gelince
öteki maden şirketleri de art arda satiri almaya başladılar.
Geliştirilmeye son derece elverişli oluşu makinenin satışını
artırıyordu.
Gerçekten
1713'te 'prototipi' son derece ilkel olmakla birlikte hızla gelişti;
yüzyılın ortalarına doğru enikonu mükemmel bir araç
haline geldi. Bu gelişmelerden ilki musluklarda oldu. Üç
musluktan biri silindire buhar yolluyor ikincisi soğuk su akıtıyor üçüncüsü de suları boşaltıyordu. Muslukların elle işlemesi bir sakıncaydı elbet
çünkü bir işçinin yalnız bu işle sürekli
uğraşması gerekiyordu. Ancak otomatikleştirme işini Newcomen mi yoksa Potter adlı bir işçi mi gerçekleştirdi
bilemiyoruz. 1713'te bu musluklar bir sicimle makinenin
düzgün hareketini sağlayacak 'denge düzenleyicisi'ne
(balansiye) bağlanarak işletilmeye başlandı. 1718'de Beighton adlı bir
teknisyen bu ipi söküp yerine ince bir çubuk yerleştirdi. Böylece makine kendi kendine işler duruma geldi.
Bundan sonra kazanın geliştirilmesi işi ele alındı. Alman Jacob Leupold (1674-1727) basıncı artırmayı (1725) ve İngiliz James Brindley de (1716-1772) kazanın beslenmesini düzenli hale sokmayı başardılar/İngiliz John Smeaton (1724-1792) buharın kaybolmasını önlemek için silindirin ve pistonun daha iyi perdahlanmasını sağladı. Kısacası
yaratılmasından bu yana yarım yüzyıl geçmeden Newcomen'in
makinesi bütün Avrupa'yı fethetti. Fransa'da ilk olarak
1732'de maden ocaklarındaki suların boşaltılmasında kullanıldı.
Hollanda'da denizden kazanılan yerlerde aynı amaca hizmet etti. Bazı
ülkelerde de şehirlere su verme ya da toprakları sulama işine
yarıyordu İngiltere'de yüzlercesi işlemekteydi. Bunlar
koca bir bina büyüklüğünde dev makinelerdi. Ağır
ağır gidip gelen hantal sarkacın çevresine bir yığın seyirci
toplanıyordu.
Newcomen'in makinesi son 1934'te hizmetten çekildi. 1787'de
yapılmış olan bu saygıdeğer kalıntı halen Barnsley (Yorkshire) adlı
İngiliz köyünde bulunmaktadır. Sarkacı 7 silindiri de 3.30 metre yüksekliğindedir.
1951'de Büyük Britanya festivalinde işletilmesi kolay olmadı. Piston bazen inadı tutup yükselmiyor bazen inmeyi unutuyor
bazen de yorgunluktan poflaya tıslaya duruveriyordu. Bunu da 147 yıllık
hizmetten sonra hoş görmek gerekir. En iyi işlediği günlerde makine her iniş-çıkışında 227 'litre suyu 40 metre yükseğe çıkartmaktaydı.
bir silindire giderek pistonu kaldırıyor; piston dibine kadar iyice
itildikten sonra soğuk su veriliyor; buhar sıvılaşınca silindirde hava
boşluğu elde ediliyor; o zaman hava basıncı bütün
gücüyle etki yaparak pistonu aşağıya itiyordu. Sonra
silindire yeniden buhar gönderiliyor işlem böylece
sürüp gidiyordu. Piston sürekli olarak inip kalkacağından bunu bir çubukla işletilecek tulumbaya bağlamak yeterliydi.
Savery gibi Newcomen de makinesini yalnız tulumbalarda kullanmayı düşünmekte
bunun suyu yükseğe çıkarmaktan başka bir şeye elverişli
olabileceğini aklının ucundan geçirmemekteydi. Her ikisinin de
tek kaygısı suyu 10.33 metreden yukarıya çıkarmaktı. Newcomen'in makinesi tam anlamıyla bir buhar makinesi değildi. Çünkü bunda itici güç buhar değil hava basıncıydı. Ancak bu nokta kullananları ilgilendirmiyordu. Bu makine Savery'ninkinden daha güçlü daha az masraflıydı ya
onlar için de önemli olan buydu. Önceleri dakikada
altı iniş-çıkış yaparken sonra bu on ikiye yükseltildi ve
gücü de 100 beygiri buldu.
Makinenin ilk alıcısı Wolferhamptonlu bir kömür madeninin
sahibiydi. Makine büyük bir başarıyla görevinin
üstesinden gelince
öteki maden şirketleri de art arda satiri almaya başladılar.
Geliştirilmeye son derece elverişli oluşu makinenin satışını
artırıyordu.
Gerçekten
1713'te 'prototipi' son derece ilkel olmakla birlikte hızla gelişti;
yüzyılın ortalarına doğru enikonu mükemmel bir araç
haline geldi. Bu gelişmelerden ilki musluklarda oldu. Üç
musluktan biri silindire buhar yolluyor ikincisi soğuk su akıtıyor üçüncüsü de suları boşaltıyordu. Muslukların elle işlemesi bir sakıncaydı elbet
çünkü bir işçinin yalnız bu işle sürekli
uğraşması gerekiyordu. Ancak otomatikleştirme işini Newcomen mi yoksa Potter adlı bir işçi mi gerçekleştirdi
bilemiyoruz. 1713'te bu musluklar bir sicimle makinenin
düzgün hareketini sağlayacak 'denge düzenleyicisi'ne
(balansiye) bağlanarak işletilmeye başlandı. 1718'de Beighton adlı bir
teknisyen bu ipi söküp yerine ince bir çubuk yerleştirdi. Böylece makine kendi kendine işler duruma geldi.
Bundan sonra kazanın geliştirilmesi işi ele alındı. Alman Jacob Leupold (1674-1727) basıncı artırmayı (1725) ve İngiliz James Brindley de (1716-1772) kazanın beslenmesini düzenli hale sokmayı başardılar/İngiliz John Smeaton (1724-1792) buharın kaybolmasını önlemek için silindirin ve pistonun daha iyi perdahlanmasını sağladı. Kısacası
yaratılmasından bu yana yarım yüzyıl geçmeden Newcomen'in
makinesi bütün Avrupa'yı fethetti. Fransa'da ilk olarak
1732'de maden ocaklarındaki suların boşaltılmasında kullanıldı.
Hollanda'da denizden kazanılan yerlerde aynı amaca hizmet etti. Bazı
ülkelerde de şehirlere su verme ya da toprakları sulama işine
yarıyordu İngiltere'de yüzlercesi işlemekteydi. Bunlar
koca bir bina büyüklüğünde dev makinelerdi. Ağır
ağır gidip gelen hantal sarkacın çevresine bir yığın seyirci
toplanıyordu.
Newcomen'in makinesi son 1934'te hizmetten çekildi. 1787'de
yapılmış olan bu saygıdeğer kalıntı halen Barnsley (Yorkshire) adlı
İngiliz köyünde bulunmaktadır. Sarkacı 7 silindiri de 3.30 metre yüksekliğindedir.
1951'de Büyük Britanya festivalinde işletilmesi kolay olmadı. Piston bazen inadı tutup yükselmiyor bazen inmeyi unutuyor
bazen de yorgunluktan poflaya tıslaya duruveriyordu. Bunu da 147 yıllık
hizmetten sonra hoş görmek gerekir. En iyi işlediği günlerde makine her iniş-çıkışında 227 'litre suyu 40 metre yükseğe çıkartmaktaydı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Buharlı Makine
Boulton
ve Watt Şirketi 1786'da "çift etkili" makineyi piyasaya
sürdü. Elli beygirgücündeki bu makine bir un
fabrikasına satıldı. Bunu iplik dokuma ve demir fabrikaları
maden ocakları izledi. Watt'tan önce bile 600 işçi
çalıştıran Boulton fabrikaları alabildiğine
büyüdü. Bütün dünyadan gelen vinç sonda un fabrikaları iplik ve dokuma fabrikaları darphane Stanhope presleri
bira fabrikaları vb. için buharlı makine taleplerini karşılamaya
koyuldu. Böylece 1775 ile 1800 yılları arasında 325 makine imal
etti. A. B. D. ilk makineyi 1781'de satın almıştı; Almanya'da ilk defa
1785'te Fransa'da da 1778'de işlemeye başladı.
O yıl Jacgues-Constantin Perier (1742-1818)
Seine sularını yükseltmek amacıyla Chaillot'ya (Paris) ilk ateşli
tulumbayı yerleştirdi. O tarihe kadar çeşme suları artık enikonu eskimiş olan hidrolik makineler aracılığıyla yakın ırmaklardan su arklarıyla getirilmekteydi. 1778'de Perier
Birmingham'a giderek Boulton firmasına iki makine ısmarladı ve bunları
Debilly rıhtımına monte etti. 8 Ağustos 1781'de şaşkın bir kalabalığın
önünde işlemeye başlayan makineler Seine'den suları alıyor
Chaillot sırtlarında inşa edilmiş olan her biri 4342 hektolitrelik
depolara akıtıyordu. Bu yenilik büyük sükse yaptı. Yirmi
yıl içinde Fransa'da (12'si Anzin madenlerinde olmak üzere)
500 tulumba işletmeye kondu. Almanya'da on kadar makineye karşılık
İngiltere'de 5 000 tane işlemekteydi.
Watt'ın makinesinin Newcomen'inkinden üstünlüğü ne daha güçlü ne de daha kullanışlı oluşuydu. Asıl önem verilen nokta iki kat daha az yakıt harcamasıydı. Boulton da makinesini tanıtırken özellikle bu avantajından yararlanmıştı. Boulton önce para istemeden makineyi müşteriye veriyor monte edilmesini ve bakımını üstüne alıyordu. Sonra da müşterilerinden borçlarını kömürden edecekleri tasarrufun karşılığı paranın üçte birini vermek yoluyla ödemelerini istiyordu.
Bütün dünyaca benimsenen Watt'ın buharlı makinesini
geliştirmek için binlerce mühendis işe koyulmuştu. İlk
geliştirmeyi Watt'ın kendisine borçluyuz. Silindirden fışkıran
ve 'kondansör'e giden buharı görmüş böyle bir
gücün boşa harcandığına acıyarak bunu kullanmayı aklına
koymuştu. 1782' de piston henüz yarı yoldayken buharın gelmesini
önledi. Böylece buhar ve kömürden önemli
miktarda iktisat edilmiş oluyordu. 1804'te İngiliz Arthur Woolf'un
(1766-1837)
buharı iki aşamada çalıştırmayı gerçekleştirmesiyle
makine daha da iktisatlı çalışmaya başladı. Birinci aşama 4 atmosferlik bir yüksek basınç silindirinde; ikincisi de alçak basınçlı daha büyük bir silindirde meydana gelmekteydi.
"Çift etkili" makinenin icadından sonra yapılan en önemli gelişme Oliver Evens adında (1755-1819) Philadelpialı araba yapımcısının çabalarıyla gerçekleşti. Newcomen
Watt ve Woolf gibi Evens de kendini Denis Papin'in düşlerine
kaptırmıştı. Ekmek parası kazanmak için bir yandan araba dokuma tezgâhı ve değirmen yapmakta
öte yandan da Jonathan Hornblower'in (1725-1812) Amerikalılara
1750'de sunmuş olduğu İngiliz yapısı ateşli tulumbayı geliştirme
imkânları araştırmaktaydı. Çalışmalarını
sürdürmek için tekniğe değil de bilime baş vurması oldukça ilginçtir.
Black'in çalışmalarına dayanan Watt suyun 1 dereceden 100 dereceye getirilmesi için 100 kaloriye buharlaştırılması için 537 kaloriye ihtiyaç olduğunu bulmuştu. Evens
100 dereceden 200 dereceye çıkarmak için de azıcık daha
ısıtmanın (30 kalori) yeterli olduğunu gözlemledi. Bu durumda az
bir masraf eklenmesiyle 15 kat fazla basınç elde edebilecekti.
Evens'in yazdığı gibi "deneyler 1.5 atmosferlik bir basınç elde etmek için 4 ölçek kömürün yetmesine karşılık 2 atmosfer için 5 ölçek 16 atmosfer için de 8 ölçeğin yeterli olduğunu kanıtlamaktadır" Evens Watt'ın makinesinin silindirinde
yüksek basıncın alçak basınçtan daha fazla iş
gördüğünü bildiğinden 8 atmosferlik buharla işleyen
bir "çift etkili" makinenin ihtira beratını aldı (1797).
Yüksek basınç kesin bir avantaja sahipti. Ancak
basınca dayanabilecek güçte kazanlar imal edilinceye kadar
öne sürdüğü yenilikler kuramsal olmaktan ileri
gidemezlerdi. 1800 yıllarında maden işletmeciliği henüz emekleme
çağındaydı. Perçin çivisiyle tutturma tekniği
yetersiz olduğundan kazanların su geçirmezliği güvenilir
durumda değildi. Neyse ki o günlerde de sanayi dalları günümüzde olduğu gibi dayanışmalı çalışıyordu. Buhar makinesi demir ve demir-dökme fabrikalarına itici güç sağlıyor
buna karşılık kendi gelişmesi için gerekli imkânları
alıyordu. Wilkinson'un delgi makinesi sayesinde silindirlerin
içi istendiği gibi oyulabilmekteydi; öte yandan
araç-makineler işlemeye başlamış ve kimyacılar madenlerin
direncini artırma çabalarına hız vermişlerdi.
Boulton
ve Watt Şirketi 1786'da "çift etkili" makineyi piyasaya
sürdü. Elli beygirgücündeki bu makine bir un
fabrikasına satıldı. Bunu iplik dokuma ve demir fabrikaları
maden ocakları izledi. Watt'tan önce bile 600 işçi
çalıştıran Boulton fabrikaları alabildiğine
büyüdü. Bütün dünyadan gelen vinç sonda un fabrikaları iplik ve dokuma fabrikaları darphane Stanhope presleri
bira fabrikaları vb. için buharlı makine taleplerini karşılamaya
koyuldu. Böylece 1775 ile 1800 yılları arasında 325 makine imal
etti. A. B. D. ilk makineyi 1781'de satın almıştı; Almanya'da ilk defa
1785'te Fransa'da da 1778'de işlemeye başladı.
O yıl Jacgues-Constantin Perier (1742-1818)
Seine sularını yükseltmek amacıyla Chaillot'ya (Paris) ilk ateşli
tulumbayı yerleştirdi. O tarihe kadar çeşme suları artık enikonu eskimiş olan hidrolik makineler aracılığıyla yakın ırmaklardan su arklarıyla getirilmekteydi. 1778'de Perier
Birmingham'a giderek Boulton firmasına iki makine ısmarladı ve bunları
Debilly rıhtımına monte etti. 8 Ağustos 1781'de şaşkın bir kalabalığın
önünde işlemeye başlayan makineler Seine'den suları alıyor
Chaillot sırtlarında inşa edilmiş olan her biri 4342 hektolitrelik
depolara akıtıyordu. Bu yenilik büyük sükse yaptı. Yirmi
yıl içinde Fransa'da (12'si Anzin madenlerinde olmak üzere)
500 tulumba işletmeye kondu. Almanya'da on kadar makineye karşılık
İngiltere'de 5 000 tane işlemekteydi.
Watt'ın makinesinin Newcomen'inkinden üstünlüğü ne daha güçlü ne de daha kullanışlı oluşuydu. Asıl önem verilen nokta iki kat daha az yakıt harcamasıydı. Boulton da makinesini tanıtırken özellikle bu avantajından yararlanmıştı. Boulton önce para istemeden makineyi müşteriye veriyor monte edilmesini ve bakımını üstüne alıyordu. Sonra da müşterilerinden borçlarını kömürden edecekleri tasarrufun karşılığı paranın üçte birini vermek yoluyla ödemelerini istiyordu.
Bütün dünyaca benimsenen Watt'ın buharlı makinesini
geliştirmek için binlerce mühendis işe koyulmuştu. İlk
geliştirmeyi Watt'ın kendisine borçluyuz. Silindirden fışkıran
ve 'kondansör'e giden buharı görmüş böyle bir
gücün boşa harcandığına acıyarak bunu kullanmayı aklına
koymuştu. 1782' de piston henüz yarı yoldayken buharın gelmesini
önledi. Böylece buhar ve kömürden önemli
miktarda iktisat edilmiş oluyordu. 1804'te İngiliz Arthur Woolf'un
(1766-1837)
buharı iki aşamada çalıştırmayı gerçekleştirmesiyle
makine daha da iktisatlı çalışmaya başladı. Birinci aşama 4 atmosferlik bir yüksek basınç silindirinde; ikincisi de alçak basınçlı daha büyük bir silindirde meydana gelmekteydi.
"Çift etkili" makinenin icadından sonra yapılan en önemli gelişme Oliver Evens adında (1755-1819) Philadelpialı araba yapımcısının çabalarıyla gerçekleşti. Newcomen
Watt ve Woolf gibi Evens de kendini Denis Papin'in düşlerine
kaptırmıştı. Ekmek parası kazanmak için bir yandan araba dokuma tezgâhı ve değirmen yapmakta
öte yandan da Jonathan Hornblower'in (1725-1812) Amerikalılara
1750'de sunmuş olduğu İngiliz yapısı ateşli tulumbayı geliştirme
imkânları araştırmaktaydı. Çalışmalarını
sürdürmek için tekniğe değil de bilime baş vurması oldukça ilginçtir.
Black'in çalışmalarına dayanan Watt suyun 1 dereceden 100 dereceye getirilmesi için 100 kaloriye buharlaştırılması için 537 kaloriye ihtiyaç olduğunu bulmuştu. Evens
100 dereceden 200 dereceye çıkarmak için de azıcık daha
ısıtmanın (30 kalori) yeterli olduğunu gözlemledi. Bu durumda az
bir masraf eklenmesiyle 15 kat fazla basınç elde edebilecekti.
Evens'in yazdığı gibi "deneyler 1.5 atmosferlik bir basınç elde etmek için 4 ölçek kömürün yetmesine karşılık 2 atmosfer için 5 ölçek 16 atmosfer için de 8 ölçeğin yeterli olduğunu kanıtlamaktadır" Evens Watt'ın makinesinin silindirinde
yüksek basıncın alçak basınçtan daha fazla iş
gördüğünü bildiğinden 8 atmosferlik buharla işleyen
bir "çift etkili" makinenin ihtira beratını aldı (1797).
Yüksek basınç kesin bir avantaja sahipti. Ancak
basınca dayanabilecek güçte kazanlar imal edilinceye kadar
öne sürdüğü yenilikler kuramsal olmaktan ileri
gidemezlerdi. 1800 yıllarında maden işletmeciliği henüz emekleme
çağındaydı. Perçin çivisiyle tutturma tekniği
yetersiz olduğundan kazanların su geçirmezliği güvenilir
durumda değildi. Neyse ki o günlerde de sanayi dalları günümüzde olduğu gibi dayanışmalı çalışıyordu. Buhar makinesi demir ve demir-dökme fabrikalarına itici güç sağlıyor
buna karşılık kendi gelişmesi için gerekli imkânları
alıyordu. Wilkinson'un delgi makinesi sayesinde silindirlerin
içi istendiği gibi oyulabilmekteydi; öte yandan
araç-makineler işlemeye başlamış ve kimyacılar madenlerin
direncini artırma çabalarına hız vermişlerdi.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
ENERJİNİN FETHİNDE İLK AŞAMA: BUHAR
Buhar hidrolik çark ve yel değirmeninin tam tersine coğrafi ve meteorolojik şartlara bütünüyle yabancı
güçlü ve düzenli bir enerji kaynağıdır. Mekanik
uygarlığın gelişmesini buharın icadına bağlamak bu bakımdan yerinde bir
görüştür. Bununla birlikte
Watt'ın makinesi ancak 1802'den sonra bütün sanayi kollarında
kullanılabilmişti. Dolayısıyla bütün Sanayi Devrimi'nin buhar
makinesiyle başladığını söylemek hatalıdır. Sanayi Devrimi
çeşitli ülkelerde değişik tarihlerde başladı. Watt'ın ilk araştırmalarını yaptığı tarihte Fransa'da yeni yeni başlamış olmasına karşılık İngiltere'de bu tüm hızıyla gelişmekteydi. Bu bakımdan buharlı makinenin
Sanayi Devrimi'nin sebebinden çok önemli bir sonucu
olduğunu söylemek daha uygundur. Gerçekten sanayicileri
özellikle taşkömürü üreticilerini buhara
köle olmaya sürükleyen etken geniş çapta
ticaretin gerekleri olmuştu.
Yeni itici gücün getirdiği köklü değişikliğin kapsamını ölçebilmek için o güne kadar enerji kaynağının akarsular
yel ve hayvansal güç olduğunu hatırlamak yeter. Bir insan
toplumunun uygarlık düzeyinin kesin ölçüsü
sahip olduğu itici güçlerinin miktarlarıyla doğru
orantılıdır. Toplum bilimsel yönden ne derece yükselebilmişse tabiatın kendisine sunduğu enerji kaynaklarından o derece yararlanabilir onları kendine hizmet ettirebilir. Topraktan çıkardığı bir kara taşı makinelerinde yakmaya yetenekli bir toplum elbette hayvan ya da köleleri çalıştırarak gelişmeye çalışan bir toplumdan daha ileri bir düzeydedir.
Daha önceki sayfalarda bir ülkenin zenginliğinin altın stoklarından çok
sanayi kuruluşları ve maden kaynaklarıyla
ölçülebileceğini söylemiştik. Bu
görüşü şimdi daha belirgin hale sokup şu önermeyi
ileri sürebiliriz: "Bir ulusun zenginliğinin kilowattsaat'le
(kilowattsaat yalnız bir elektrik birimi değildir. Bir buhar makinesinin bir yel değirmeninin
hatta bir hayvanın ya da boksör'ün enerjisi de kilowattsaatle
ölçülebilir.) ölçülmesi gerekir."
Fransa'yı örnek alırsak; 1952'de ülkenin kömür petrol
hayvan vb. gibi enerji üretimi kaynakları yılda 3 milyar
kilowattsaatlik bir enerji sağlamaktadır. Bu nüfusa
bölündüğünde 2.620 kilowattsaat eder. Demek ki
her Fransıza ortalama olarak 2.620 kilowattsaatlik bir enerji
düşmektedir. Aynı yılda her Amerikalıya 7.790 kilowattsaat; her
İngilize 4.730; her İsveçliye 4.080 kilowattsaatlik enerji
düşmektedir. Bu sayılar bu ülkelerin teknik düzeylerini
göstermektedir.
1790'da yeni buharlı makinenin uygarlığı fethe çıktığı yıllarda
en uygar ülkede kişi başına ancak 34 kilowattsaatlik bir enerji
düşüyordu. Bunun çoğunu da beygir ve öteki
çekim hayvanları sağlamaktaydı. O dönemdeki sanayinin en
mükemmel enerji kaynağı olan hidrolik çarklar yalnız
fabrikalarda kullanılıyordu. Bunlar buğday ceviz ve zeytin öğütmekten başka demir eritme körüklerini dokuma tokmaklarını
presleri ve tezgâhları işletmekteydi. Bugün 'fabrika'
dediğimiz tesislere o gün "değirmen" denilmesinin nedeni de buydu.
Bugün bile birçok köylerde "kâğıt değirmenlerine
ya da "yağ değirmenlerine rastlamaktayız.
Buhar hidrolik çark ve yel değirmeninin tam tersine coğrafi ve meteorolojik şartlara bütünüyle yabancı
güçlü ve düzenli bir enerji kaynağıdır. Mekanik
uygarlığın gelişmesini buharın icadına bağlamak bu bakımdan yerinde bir
görüştür. Bununla birlikte
Watt'ın makinesi ancak 1802'den sonra bütün sanayi kollarında
kullanılabilmişti. Dolayısıyla bütün Sanayi Devrimi'nin buhar
makinesiyle başladığını söylemek hatalıdır. Sanayi Devrimi
çeşitli ülkelerde değişik tarihlerde başladı. Watt'ın ilk araştırmalarını yaptığı tarihte Fransa'da yeni yeni başlamış olmasına karşılık İngiltere'de bu tüm hızıyla gelişmekteydi. Bu bakımdan buharlı makinenin
Sanayi Devrimi'nin sebebinden çok önemli bir sonucu
olduğunu söylemek daha uygundur. Gerçekten sanayicileri
özellikle taşkömürü üreticilerini buhara
köle olmaya sürükleyen etken geniş çapta
ticaretin gerekleri olmuştu.
Yeni itici gücün getirdiği köklü değişikliğin kapsamını ölçebilmek için o güne kadar enerji kaynağının akarsular
yel ve hayvansal güç olduğunu hatırlamak yeter. Bir insan
toplumunun uygarlık düzeyinin kesin ölçüsü
sahip olduğu itici güçlerinin miktarlarıyla doğru
orantılıdır. Toplum bilimsel yönden ne derece yükselebilmişse tabiatın kendisine sunduğu enerji kaynaklarından o derece yararlanabilir onları kendine hizmet ettirebilir. Topraktan çıkardığı bir kara taşı makinelerinde yakmaya yetenekli bir toplum elbette hayvan ya da köleleri çalıştırarak gelişmeye çalışan bir toplumdan daha ileri bir düzeydedir.
Daha önceki sayfalarda bir ülkenin zenginliğinin altın stoklarından çok
sanayi kuruluşları ve maden kaynaklarıyla
ölçülebileceğini söylemiştik. Bu
görüşü şimdi daha belirgin hale sokup şu önermeyi
ileri sürebiliriz: "Bir ulusun zenginliğinin kilowattsaat'le
(kilowattsaat yalnız bir elektrik birimi değildir. Bir buhar makinesinin bir yel değirmeninin
hatta bir hayvanın ya da boksör'ün enerjisi de kilowattsaatle
ölçülebilir.) ölçülmesi gerekir."
Fransa'yı örnek alırsak; 1952'de ülkenin kömür petrol
hayvan vb. gibi enerji üretimi kaynakları yılda 3 milyar
kilowattsaatlik bir enerji sağlamaktadır. Bu nüfusa
bölündüğünde 2.620 kilowattsaat eder. Demek ki
her Fransıza ortalama olarak 2.620 kilowattsaatlik bir enerji
düşmektedir. Aynı yılda her Amerikalıya 7.790 kilowattsaat; her
İngilize 4.730; her İsveçliye 4.080 kilowattsaatlik enerji
düşmektedir. Bu sayılar bu ülkelerin teknik düzeylerini
göstermektedir.
1790'da yeni buharlı makinenin uygarlığı fethe çıktığı yıllarda
en uygar ülkede kişi başına ancak 34 kilowattsaatlik bir enerji
düşüyordu. Bunun çoğunu da beygir ve öteki
çekim hayvanları sağlamaktaydı. O dönemdeki sanayinin en
mükemmel enerji kaynağı olan hidrolik çarklar yalnız
fabrikalarda kullanılıyordu. Bunlar buğday ceviz ve zeytin öğütmekten başka demir eritme körüklerini dokuma tokmaklarını
presleri ve tezgâhları işletmekteydi. Bugün 'fabrika'
dediğimiz tesislere o gün "değirmen" denilmesinin nedeni de buydu.
Bugün bile birçok köylerde "kâğıt değirmenlerine
ya da "yağ değirmenlerine rastlamaktayız.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Balon
Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen'in makinesi ağır ve zor ilerliyor
teknik yerinde sayıyordu. Watt�ın aracılığıyla bilimin işi ele alması
üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma
görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu ama bu müdahalesi toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.
Şimdilik bütün rolü
yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve
mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla
karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı
dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek
kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve
hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti.
Söz hakkı usta teknisyenlerin değil bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda ilerlemiş bulunduğuna göre en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.
Bu döneme kadar "gaz teorisi"ni kuranlar fizikçiler
olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde
durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu
konuya ilgi göstermeye başladılar
o güne kadar yalnız bir tür "hava" var sanılıyordu; o da
soluk aldığımız hava; Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de
Cavendish ve Priestley; İsveç'te Scheele; Rusya'da Lomonosov
genel olarak kullanılan "hava" teriminin birçok gazları
kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley
bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir
dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: "ateş
havası" (oksijeni kastediyordu.) "sabit hava" (karbonik gaz) "güherçileli hava" (azot bioksidi) "yanar hava" (hidrojen) "flogistikli hava" (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; "sabit hava"nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz "yanar hava"nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.
Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında
Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı.
Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan
Montgolfier
Soufflot ile birlikte Paris'te mimarlık öğrenimi
gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak
üzere ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel
zekâsını kullanmak yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.
Deneylere güvenen zeki
metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph'in tam
karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip
olan Joseph (1740-1810) hayalci
iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış
birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı Etienne onu hemen dengeler yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak
"suni bulut" meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu
düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi.
Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna
bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in
kitabında "havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar" olduğunu
okumuştu. Bunlardan biri bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?
Bu zarfın atmosferde
hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar
yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan
bir kese yaptı
bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit
dökerek elde ettiği "yanar hava"yla (hidrojen) doldurdu.
Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü.
Gaz çok inceydi kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.
İki kardeş bu defa nemli samanla yün yaktılar çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni o günlerde sanıldığı gibi
saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri
gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli
fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.
Bu olaylar sırasında
iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre
küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca
uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu
deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal
etmeye koyuldular. Bu defa deneylerini açık havada yaptılar. "Balon"
kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve
300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler
kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler.
Hemen 11.50 metre çapında
750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon
ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo
geliyor
ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar
yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için
deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te
uygulamaya karar verdiler.
O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada
içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden
biri resmi kişilere doğru ilerledi. "Sayın meclis üyeleri bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz" dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler
kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir
küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi
zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu
kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten
sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir
bağa ağır ağır düştü.
Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada
büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş ağırlık yenilmiş insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi
böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin
masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier
kardeşleri Paris'e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin
ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.
Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı
Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış
Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel
yönetimine atandı.
Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan
Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim
adamıydı. "Uçan bir makine" meydana getirme işiyle
görevlendirildiğinde bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki
Robert'in "Mariot Kanunu"ndan haberi olmadığından kusursuz bir
küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27
Ağustos 1783'te Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon
bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu.
İnsan zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor haykırıyor kucaklaşıyor ağlaşıyordu. ne var ki balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.
Bu sırada Etienne Montgolfier de Paris'e gelmiş ve "Montgolfiere" imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun bir horoz bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral
kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar
verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.
Saat ikide halatlar kesildi ve balon 'yolcularını' alarak havalanmaya
başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes
hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek
için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier
kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar.
Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için
solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem
gözü pek bir insan olan Pilatre'i çok
heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni
egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına
gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe
çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.
Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine
20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal
etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun
ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı
meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney
günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur
alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir
tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis "Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!" diye emretti. Pilatre bundan gocundu "Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır asla bu olmayacak" diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi.
Deney günü saat 13'te balon gözü pek yolcusunu ve
ona katılan D'Arlandes'i de alarak Muette bahçesinden havalandı.
Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris'in
üstünde dolaştılar. Sokaklar balkonlar hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular
yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit
şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente
döndüler.
Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen'in makinesi ağır ve zor ilerliyor
teknik yerinde sayıyordu. Watt�ın aracılığıyla bilimin işi ele alması
üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma
görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu ama bu müdahalesi toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.
Şimdilik bütün rolü
yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve
mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla
karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı
dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek
kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve
hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti.
Söz hakkı usta teknisyenlerin değil bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda ilerlemiş bulunduğuna göre en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.
Bu döneme kadar "gaz teorisi"ni kuranlar fizikçiler
olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde
durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu
konuya ilgi göstermeye başladılar
o güne kadar yalnız bir tür "hava" var sanılıyordu; o da
soluk aldığımız hava; Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de
Cavendish ve Priestley; İsveç'te Scheele; Rusya'da Lomonosov
genel olarak kullanılan "hava" teriminin birçok gazları
kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley
bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir
dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: "ateş
havası" (oksijeni kastediyordu.) "sabit hava" (karbonik gaz) "güherçileli hava" (azot bioksidi) "yanar hava" (hidrojen) "flogistikli hava" (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; "sabit hava"nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz "yanar hava"nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.
Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında
Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı.
Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan
Montgolfier
Soufflot ile birlikte Paris'te mimarlık öğrenimi
gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak
üzere ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel
zekâsını kullanmak yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.
Deneylere güvenen zeki
metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph'in tam
karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip
olan Joseph (1740-1810) hayalci
iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış
birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı Etienne onu hemen dengeler yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak
"suni bulut" meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu
düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi.
Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna
bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in
kitabında "havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar" olduğunu
okumuştu. Bunlardan biri bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?
Bu zarfın atmosferde
hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar
yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan
bir kese yaptı
bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit
dökerek elde ettiği "yanar hava"yla (hidrojen) doldurdu.
Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü.
Gaz çok inceydi kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.
İki kardeş bu defa nemli samanla yün yaktılar çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni o günlerde sanıldığı gibi
saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri
gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli
fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.
Bu olaylar sırasında
iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre
küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca
uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu
deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal
etmeye koyuldular. Bu defa deneylerini açık havada yaptılar. "Balon"
kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve
300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler
kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler.
Hemen 11.50 metre çapında
750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon
ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo
geliyor
ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar
yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için
deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te
uygulamaya karar verdiler.
O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada
içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden
biri resmi kişilere doğru ilerledi. "Sayın meclis üyeleri bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz" dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler
kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir
küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi
zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu
kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten
sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir
bağa ağır ağır düştü.
Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada
büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş ağırlık yenilmiş insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi
böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin
masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier
kardeşleri Paris'e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin
ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.
Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı
Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış
Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel
yönetimine atandı.
Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan
Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim
adamıydı. "Uçan bir makine" meydana getirme işiyle
görevlendirildiğinde bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki
Robert'in "Mariot Kanunu"ndan haberi olmadığından kusursuz bir
küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27
Ağustos 1783'te Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon
bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu.
İnsan zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor haykırıyor kucaklaşıyor ağlaşıyordu. ne var ki balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.
Bu sırada Etienne Montgolfier de Paris'e gelmiş ve "Montgolfiere" imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun bir horoz bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral
kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar
verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.
Saat ikide halatlar kesildi ve balon 'yolcularını' alarak havalanmaya
başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes
hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek
için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier
kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar.
Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için
solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem
gözü pek bir insan olan Pilatre'i çok
heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni
egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına
gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe
çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.
Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine
20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal
etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun
ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı
meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney
günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur
alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir
tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis "Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!" diye emretti. Pilatre bundan gocundu "Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır asla bu olmayacak" diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi.
Deney günü saat 13'te balon gözü pek yolcusunu ve
ona katılan D'Arlandes'i de alarak Muette bahçesinden havalandı.
Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris'in
üstünde dolaştılar. Sokaklar balkonlar hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular
yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit
şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente
döndüler.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI
Patlamalı motorlar ve havalı lastikler
mekanik -uygarlığın iki temel icadı olmuştu. Yöremize bir göz
gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu anlamaya yeter.
Özel arabamızdan traktöre
motosikletten otobüs ve sanayi motorlarına kadar her şey bunlara
dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek gerekir.
Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı çalışmalarına Lalande gibi bazı bilginlerin saçma şeylerle uğraşıyor denilip alaya alınmalarına hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte kabul etmeliyiz ki
bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar
örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında kuşku ve inansızlık gösterenler bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında aerodinamik bilimi mevcut değildi ama bu girişimlerin iyi bir sonuca ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi.
Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren
cüretli mucit cahil kişi olsa gerekti; çünkü o
kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz
ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu insanın kuş olmadığını
bunun sonucu olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar
güçlü karın kaslarına sahip bulunmadığını da
unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün
"uçan adam" deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı.
Halkın aklı ancak "havadan daha hafif"e erebiliyordu. Böylesi yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır
deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç
değildi ve ilerlemek için rüzgârın
sürüklemesine uymak gerekiyordu ama günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu.
Güdümlü balon karşılarına yine o bildik "havadan daha
hafif" sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü
güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem
çok hafif
hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda
güçlü olmalıydı. Görülüyor ki güdümlü balon sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard'ın
1852'de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve
olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de
etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç değildir.
Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı
ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883'te Gaston ve Albert
Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir
balon imal ettiler. Buna
pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla
döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün
bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk
beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli
güdümün elde edilmesi mümkün değildi.
Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki
1884'te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini
kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen
bir elektrikli motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50
metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı gidip döndü.
Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek
vaat etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu.
Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama
güçle birlikte ağırlık da artıyordu.
Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de Alman Woelfert balona
bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28
m. uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı
bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde alev saçan bir
patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak demek
olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı
deneme faciayla sona erdi.
Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü
Brezilyalı Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de
"Deutsch" armağanını kazandı. Bu armağanın
Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in çevresini dönecek ve
hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı.
Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış
ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı.
Henüz uçak sözü edilmediği ve Ader'in ordunun
anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu
dönemde meydan güdümlü balonundu.
Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan içindeydi.
Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin
Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937) 1902'den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı ama bunların çoğu facialarla son buldu içlerinde en şanslı olan Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909) 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.'lik hız vermekteydi.
Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı
(1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu
kişiyi halk heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla
desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği
ve facialara tanık olduğu halde
bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve
gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı.
"Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları
hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar
ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü (1900). Ve
iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa ile
Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu:
bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650
beygirgücündeydi. Salonu yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu taşımaktaydı.
Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi buluyordu.
Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları
hidrojen faciaya sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu.
Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu.
1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin
148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek
olanı "Zeppelin IV"ün montajıyla uğraşıyorken uçak deneme
safhasından çıkmış askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile.
Patlamalı motorlar ve havalı lastikler
mekanik -uygarlığın iki temel icadı olmuştu. Yöremize bir göz
gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu anlamaya yeter.
Özel arabamızdan traktöre
motosikletten otobüs ve sanayi motorlarına kadar her şey bunlara
dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek gerekir.
Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı çalışmalarına Lalande gibi bazı bilginlerin saçma şeylerle uğraşıyor denilip alaya alınmalarına hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte kabul etmeliyiz ki
bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar
örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında kuşku ve inansızlık gösterenler bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında aerodinamik bilimi mevcut değildi ama bu girişimlerin iyi bir sonuca ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi.
Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren
cüretli mucit cahil kişi olsa gerekti; çünkü o
kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz
ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu insanın kuş olmadığını
bunun sonucu olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar
güçlü karın kaslarına sahip bulunmadığını da
unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün
"uçan adam" deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı.
Halkın aklı ancak "havadan daha hafif"e erebiliyordu. Böylesi yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır
deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç
değildi ve ilerlemek için rüzgârın
sürüklemesine uymak gerekiyordu ama günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu.
Güdümlü balon karşılarına yine o bildik "havadan daha
hafif" sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü
güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem
çok hafif
hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda
güçlü olmalıydı. Görülüyor ki güdümlü balon sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard'ın
1852'de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve
olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de
etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç değildir.
Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı
ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883'te Gaston ve Albert
Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir
balon imal ettiler. Buna
pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla
döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün
bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk
beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli
güdümün elde edilmesi mümkün değildi.
Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki
1884'te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini
kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen
bir elektrikli motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50
metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı gidip döndü.
Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek
vaat etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu.
Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama
güçle birlikte ağırlık da artıyordu.
Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de Alman Woelfert balona
bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28
m. uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı
bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde alev saçan bir
patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak demek
olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı
deneme faciayla sona erdi.
Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü
Brezilyalı Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de
"Deutsch" armağanını kazandı. Bu armağanın
Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in çevresini dönecek ve
hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı.
Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış
ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı.
Henüz uçak sözü edilmediği ve Ader'in ordunun
anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu
dönemde meydan güdümlü balonundu.
Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan içindeydi.
Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin
Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937) 1902'den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı ama bunların çoğu facialarla son buldu içlerinde en şanslı olan Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909) 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.'lik hız vermekteydi.
Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı
(1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu
kişiyi halk heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla
desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği
ve facialara tanık olduğu halde
bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve
gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı.
"Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları
hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar
ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü (1900). Ve
iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa ile
Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu:
bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650
beygirgücündeydi. Salonu yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu taşımaktaydı.
Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi buluyordu.
Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları
hidrojen faciaya sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu.
Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu.
1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin
148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek
olanı "Zeppelin IV"ün montajıyla uğraşıyorken uçak deneme
safhasından çıkmış askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
HAVACILIĞIN BEŞİĞİ
Balon
XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir
yığın mucit güdümlüsünü de imal
edebileceklerini ileri sürüyorlarken "havadan daha ağır" olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.
Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı;
çünkü tabiatta balona benzeyen bir örneğin
bulunmamasına karşılık kuşlar
"havadan daha ağır"ın tipik örnekleriydi. Uçurtma
çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha
büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı
işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda kurbanlar
veriyorlardı
insan kaslarının uçmak için yeterli güçte
olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı.
Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857)
oldu; hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda
tek kanatlı bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı
çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz
çözümlenmemişti; buharlı makineyle
çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki
yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz
bir sonuçtu. Gerçekten de 1895'te İngiliz mühendisi
Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi
Samuel Langley'in (1834-1906) 1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona
erdi.
Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız
Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın
göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925)
P.T.T.'de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı.
Başarılı oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça "havadan daha ağır" sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15 kg. olan aracı yerden kalktı.
Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle
yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı;
birer ufak buhar makinesiyle dönen iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü aşağıda yerin hızla gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle
hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce
soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi.
Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş
buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde hazır bulunan
Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı saymadılar ve
bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader
havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.
Ader'in başarısızlığı "havadan daha ağır"ın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını
bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici
bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi
ki bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak
resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile
pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici
bölümünü başarıyla meydana getirmişti
ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in
pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu.
Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin
uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini
düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin akbabanın uçuşu inceleniyor
kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama
araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu
olamayacağını tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları
ayrıdır insanınki ayrı. Onları inceleme
kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması
anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca
varmak gerekirdi.
Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk
bilim adamı Alman Otto Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini
bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu
sorunun bilgini yapımcısı akrobatı
fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu halde kanatlar
takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4
m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü.
Yelkensi aracının ortasında durur kendini bir tepeden aşağıya atar
havada mümkün olduğu kadar uzağa gidecek şekilde
süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve
yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini
araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak değil
onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896
yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu
serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde
bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler
bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley
buldular değerlendirdiler ve yararlandılar.
Amerikalı mühendis Octave Chanute'ün (1832-1910)
özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard'ı tanımış ve
Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik
çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar
verdi. Kişisel deneyleri onu
Almanın planöründe değişiklikler yapmaya
götürdü: Onun tek katlı kanadının yerine iki katlısını
koydu ve bir de stabilizatör
yani doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı
sırtına alır ve hava kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı.
1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.
Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu
dönemde Chanute'ün kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini
anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz yankılar yaratmıştı ve bir
yığın heyecanlı genç Ader'in deyimiyle "uçucu" olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi
Dayton'da (Ohio) bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz
yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler
oldu.
Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin izinden gitmek kararında
olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp
ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar
ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin
yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına
çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889).
Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda
karın üstü yatmanın stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin
gözlerinin önünde olması için öne
yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka
geriye bir direksiyon dümeni eklediler taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902'de
binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin
sonucunda Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat
üstün bir planör durumuna getirdiler.
1903'te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son
vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor
takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız
motoru aldılar. Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te havalandı. En
çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu.
Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında
saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun hafif motor ve aerodinamik tekniğin zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi.
Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal Ader ve Chanute'un deneylerini kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı
Avrupalılar çılgın bir cüretle ve "ya batar ya da
çıkar" zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına
yüce bir yöntemdi bu ama hem insanca hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909) Mühendis Robert Esnault-Pelteri Gabriel Voisin
ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve
çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen sanatçı
salon adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine yaraşır zarif bir
gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı.
Santos-Dumont Henri Ferman
Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim
bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.
Bilindiği gibi Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa vurdular
ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş
bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar
Leon Levavasseur'un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent
Seguin'in ünlü rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay
önce de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk helikopter ve
Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet'nin ortak yapımları Gyroplane'ı
(jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok
geçmeden 1910'da Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın
hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti.
__________________
Balon
XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir
yığın mucit güdümlüsünü de imal
edebileceklerini ileri sürüyorlarken "havadan daha ağır" olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.
Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı;
çünkü tabiatta balona benzeyen bir örneğin
bulunmamasına karşılık kuşlar
"havadan daha ağır"ın tipik örnekleriydi. Uçurtma
çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha
büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı
işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda kurbanlar
veriyorlardı
insan kaslarının uçmak için yeterli güçte
olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı.
Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857)
oldu; hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda
tek kanatlı bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı
çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz
çözümlenmemişti; buharlı makineyle
çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki
yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz
bir sonuçtu. Gerçekten de 1895'te İngiliz mühendisi
Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi
Samuel Langley'in (1834-1906) 1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona
erdi.
Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız
Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın
göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925)
P.T.T.'de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı.
Başarılı oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça "havadan daha ağır" sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15 kg. olan aracı yerden kalktı.
Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle
yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı;
birer ufak buhar makinesiyle dönen iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü aşağıda yerin hızla gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle
hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce
soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi.
Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş
buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde hazır bulunan
Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı saymadılar ve
bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader
havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.
Ader'in başarısızlığı "havadan daha ağır"ın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını
bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici
bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi
ki bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak
resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile
pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici
bölümünü başarıyla meydana getirmişti
ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in
pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu.
Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin
uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini
düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin akbabanın uçuşu inceleniyor
kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama
araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu
olamayacağını tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları
ayrıdır insanınki ayrı. Onları inceleme
kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması
anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca
varmak gerekirdi.
Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk
bilim adamı Alman Otto Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini
bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu
sorunun bilgini yapımcısı akrobatı
fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu halde kanatlar
takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4
m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü.
Yelkensi aracının ortasında durur kendini bir tepeden aşağıya atar
havada mümkün olduğu kadar uzağa gidecek şekilde
süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve
yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini
araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak değil
onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896
yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu
serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde
bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler
bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley
buldular değerlendirdiler ve yararlandılar.
Amerikalı mühendis Octave Chanute'ün (1832-1910)
özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard'ı tanımış ve
Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik
çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar
verdi. Kişisel deneyleri onu
Almanın planöründe değişiklikler yapmaya
götürdü: Onun tek katlı kanadının yerine iki katlısını
koydu ve bir de stabilizatör
yani doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı
sırtına alır ve hava kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı.
1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.
Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu
dönemde Chanute'ün kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini
anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz yankılar yaratmıştı ve bir
yığın heyecanlı genç Ader'in deyimiyle "uçucu" olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi
Dayton'da (Ohio) bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz
yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler
oldu.
Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin izinden gitmek kararında
olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp
ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar
ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin
yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına
çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889).
Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda
karın üstü yatmanın stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin
gözlerinin önünde olması için öne
yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka
geriye bir direksiyon dümeni eklediler taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902'de
binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin
sonucunda Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat
üstün bir planör durumuna getirdiler.
1903'te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son
vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor
takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız
motoru aldılar. Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te havalandı. En
çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu.
Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında
saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun hafif motor ve aerodinamik tekniğin zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi.
Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal Ader ve Chanute'un deneylerini kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı
Avrupalılar çılgın bir cüretle ve "ya batar ya da
çıkar" zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına
yüce bir yöntemdi bu ama hem insanca hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909) Mühendis Robert Esnault-Pelteri Gabriel Voisin
ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve
çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen sanatçı
salon adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine yaraşır zarif bir
gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı.
Santos-Dumont Henri Ferman
Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim
bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.
Bilindiği gibi Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa vurdular
ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş
bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar
Leon Levavasseur'un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent
Seguin'in ünlü rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay
önce de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk helikopter ve
Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet'nin ortak yapımları Gyroplane'ı
(jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok
geçmeden 1910'da Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın
hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti.
__________________
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Sodyum Karbonat
XVIII. Yüzyılda en verimli iki sanayinin madencilik ve dokuma olduğunu hatırlatalım. Kimya dokuma alanında lavoisier'den önceki yıllarda da büyük rol oynamıştı. O kadar ki
bu yüzyılın sonlarına kadar kimya her şeyden önce kumaş
boyama sanatıydı diyebiliriz. O dönemde şu boyayıcı maddeler
kullanılmaktaydı:
Meksika'dan
Kanarya Adalarından ve Hindistan'dan ithal edilen kırmız böceği;
Meksika ve Antiller'den bakam ağacı; Hindistan ve Uzak Doğu'dan
çivit Brezilya'dan brezil. Orta Doğu'dan mazı vb. Bazen kumaş boyayı kendiliğinden emerdi bazen de boyadan önce kumaşı yağlardan arıtmak gerekiyordu. Kısacası dokuma eskiden beri bilime dayanan bir teknik olmuştu.
Kumaşları yağlarından arıtmakta şapın ne gibi yararları olabileceğini ilk sezen İngiliz Wtlliam Petty (1623-1687) olmuş ve: "Şap kumaşla boya arasında bir bağdır"
demişti. Ama boyamada en yararlı çalışmaları yapanlar Fransızlar
oldular. Fizikçi Cisternay Du Fay (1698-1739) boya ve şap
oranını tam olarak tespit etti. Kimyagerler "Jean Hellot (1685-1766)
Pierre-Joseph Macquer (1718-1784) ve İngiliz meslektaşları Bancroft
(1744-1818)" yüzlerce yıllık tekrarların dışında bir teknik
bulmaya çalıştılar. "Boya Sanatının öğeleri" adlı eserin
yazarı olan büyük kimyacı Claude Berthollet (1748-1822) Lavoisier'nin görüşlerine dayanarak kimyaya bilime dayanan bir yöntem kazandırmaya çalıştı.
İki başka teknik daha boyaya sıkıca bağlıydı: Birincisi deri sanayisinde de kullanılan şap üretimi. Şapın 1461'de Kilise topraklarında keşfedilmiş olması nedeniyle üretimi XV. yüzyılın sonuna kadar Papalığın tekelinde kalmış
üç yüz yıl içinde de bütün Avrupa'ya
yayılmıştı. İskoçyalı Kimyacı Peter Spence 1845'te modern
yöntemi keşfedinceye kadar şap üretiminde bir değişiklik
görülmedi. İkinci tekniğe gelince; bu kumaşların beyazlaştırılmasıydı. Soldurma işlemi kumaşları uzun zaman güneşe sermek yoluyla sağlanıyordu. Berthollet Gobelins'deyken bunu klorun etkisinde bırakmakla elde etti. Sonra da klorlu tuz bileşimi icat ederek bunu
Paris yakınındaki Javel köyünde sanayi çapında
üretmeye başladı. Ev kadınlarının o gün bugündür
kullandıkları Javel çamaşır suyu böylece bulunmuş oldu.
Kumaşları dokumak ve boyamakla iş bitmiyordu bunları bir de yıkamak gerekiyordu. XVIII. yüzyılın sonuna kadar
yıkama bir sorun olmamıştı. Venezüela ve Mısır'dan gelmekte olan
sodyum karbonattan ya da İspanya kıyılarında çıkarılan bir deniz
bitkisini yakarak sabun imal ediyorlardı. Bundan başka potasyum ve
sodyum külleri de cam ve kâğıt üretiminde yünlerin yağlardan arıtılmasında kullanılmaktaydı.
Ne var ki. Devrim öncesinden başlayarak İspanya ile ticaret
yavaşlamış ve birkaç yıl sonra da büsbütün
durmuştu. O kadar ki sodyum karbonatın yerini tutabilecek bir madde bulmak zorunluydu. 1788'de Bilimler Akademisi
bulana prim vaat etti. 1790'da Nicolas Leblanc (1742-1806) adlı bir
aday çıktı. Orleans dükünün özel doktoru
olan Leblanc nötr tuzlar hakkında kayda değer araştırmalar yapmıştı. Şimdi de deniz tuzunu
yüksek ısıda kömürün ve sülfirik asitin
etkisinde tutarak yeni bir madde imal etmeyi teklif etmekteydi. Fakat
elde edilen madde kaliteli olmakla birlikte çok miktarda pis kokulu bir kalıntı bırakıyordu ve bundan kurtulmanın nasıl mümkün olabileceğini kimse kestiremiyordu.
Bu en sonunda pratik bir güçlüktü ama Bilimler Akademisi bunu bahane ederek bilgine primi vermedi. Leblanc'a güveni sarsılmayan tek kişi
efendisi Orleans düküydü. Hatta Saint-Denis'de bir
fabrika kurup bu maddeyi üretebilmesi için kendisine
200.000 frank sermaye verdi. Ama şanssızlık Leblanc'ın yakasını bir
türlü bırakmıyordu. Devrim sırasında Orleans dükü
tutuklandı ve giyotinle idam edildi. Bütün mallarına el
konulduğundan fabrika elden gitti. Böylece mucit günden güne yoksulluğa düştü. Sonunda 1804'te haklarını tanıdılar
ama bu defa da kapitalistler elinden tutmak istemediler. Herkes
tarafından terk edilmiş ve umutsuz kalmıştı. Leblanc bu duruma
dayanamayıp intihar etti.
Leblanc yönteminin sakıncalarının kolaylıkla giderildiğini ve nice
sanayicinin onun sayesinde servet sahibi olduğunu düşünecek
olursak
bu karayazı insanı daha çok üzüyor. Mucitin ailesi
yoksulluk içinde yaşarken vatandaşlarından Jean Darcet adlı
biri. (1777-1886)
'mamulü' verimli olmaktan çıkaran kalıntılarından
kurtarmanın yolunu buldu. O sırada işi İrlandalı James Muspratt ele
aldı (1793-1886). Sırasıyla eczacı çıraklığı Wellington ordusunda asker ve İngiliz donanmasında subay adaylığı yapmış olan bu serüvenci
1822'de Liverpool'a yerleşmiş ve Leblanc yöntemiyle sodyum
karbonatı imal etmeye karar vermişti Darcet'nin yöntemini
geliştirip buna yenilerini de ekledikten ve birçok mali
güçlükler atlattıktan sonra bu maddeyi
sanayileştirmeyi başardı. Malını bütün dünyaya kabul
ettirmek için uzun yıllar çabaladı ve XIX. yüzyılın
ortalarına doğru kesin başarıya ulaştı. 1863'te bütün
dünyaya yılda 300.000 ton mal satmaktaydı. Sodyum karbonat gelişmiş büyük kimya sanayii kurulmuştu.
Yine aynı yıl içinde yani 1863'te yarım yüzyıldan beridir
laboratuvarları uğraştıran bir buluş daha sanayiide bomba etkisi yaptı:
Yirmi beş yaşında bir Belçikalı kimyager daha kolay ve daha ucuz
bir üretim yöntemi öneriyordu.
Bu genç mucit Ernest Solvay (1838-1922) idi. 1836'da İskoçya�da daha sonra Viyana Leeds ve Paris'te denenip de mali felâketlere yol açan bir yöntemi başarıya ulaştırmıştı. Bu tuzu amonyak ve karbonik gazla işlemekten ibaretti. Reaksiyon sodyum bikarbonat vermekte bundan da ısıtılarak istenilen karbonat elde edilmekteydi. Hemen şuna işaret etmeliyiz ki
bu yöntemin basitliği bir görünüşten ibaret olup
aslında Solvay'ı uzun zaman uğraştırmıştı. Solvay'ın yönteminin
gerçek bir ihtiyaca karşılık verdiğine de inanmamız gerekir.
Çünkü birkaç yıl içinde Belçika A.B.D. Almanya
Rusya ve daha birçok ülkelerde üst üste
fabrikalar kurulmaya başlandı. Böylece Üretim 1875'te 40.000
tona
1895'te 1.000.000 tona yükseldi. 1902'de de dünyada
üretilen 1.800 000 ton sodyum karbonatın 1.650.000 tonu Solvay
yöntemiyle elde edilmekteydi.
Solvay zavallı Leblanc'ın tersine şanslı çıkmış büyük bir servet ün ve sevgi kazanmıştı. Ama bunları iyiye kullanmasını bildiğini de hemen eklemek gerekir. Her şeyden önce
çok zengin bir sanayici olduktan sonra bile bilim aşkını
kaybetmedi. Aynı zamanda büyük bir insanseverdi. Brüksel
ve Paris'te enstitü ve kurumlar kurdu. 1911'de de bütün
dünya fizikçilerim Belçika'nın başkentinde
toplayacak bir kongreler sistemi meydana getirdi katkısının
özellikle büyük etki ve sonuçları olmuştur. Planck Rutherford Bohr gibi bilginler buluş ve icatlarını burada açıklamışlar ve bu toplantılar Curie Einstein Jeans Langevin Perrin Poincare ve daha başka ünlü bilim adamlarının bir araya gelmelerine fırsat hazırlamıştı.
XVIII. Yüzyılda en verimli iki sanayinin madencilik ve dokuma olduğunu hatırlatalım. Kimya dokuma alanında lavoisier'den önceki yıllarda da büyük rol oynamıştı. O kadar ki
bu yüzyılın sonlarına kadar kimya her şeyden önce kumaş
boyama sanatıydı diyebiliriz. O dönemde şu boyayıcı maddeler
kullanılmaktaydı:
Meksika'dan
Kanarya Adalarından ve Hindistan'dan ithal edilen kırmız böceği;
Meksika ve Antiller'den bakam ağacı; Hindistan ve Uzak Doğu'dan
çivit Brezilya'dan brezil. Orta Doğu'dan mazı vb. Bazen kumaş boyayı kendiliğinden emerdi bazen de boyadan önce kumaşı yağlardan arıtmak gerekiyordu. Kısacası dokuma eskiden beri bilime dayanan bir teknik olmuştu.
Kumaşları yağlarından arıtmakta şapın ne gibi yararları olabileceğini ilk sezen İngiliz Wtlliam Petty (1623-1687) olmuş ve: "Şap kumaşla boya arasında bir bağdır"
demişti. Ama boyamada en yararlı çalışmaları yapanlar Fransızlar
oldular. Fizikçi Cisternay Du Fay (1698-1739) boya ve şap
oranını tam olarak tespit etti. Kimyagerler "Jean Hellot (1685-1766)
Pierre-Joseph Macquer (1718-1784) ve İngiliz meslektaşları Bancroft
(1744-1818)" yüzlerce yıllık tekrarların dışında bir teknik
bulmaya çalıştılar. "Boya Sanatının öğeleri" adlı eserin
yazarı olan büyük kimyacı Claude Berthollet (1748-1822) Lavoisier'nin görüşlerine dayanarak kimyaya bilime dayanan bir yöntem kazandırmaya çalıştı.
İki başka teknik daha boyaya sıkıca bağlıydı: Birincisi deri sanayisinde de kullanılan şap üretimi. Şapın 1461'de Kilise topraklarında keşfedilmiş olması nedeniyle üretimi XV. yüzyılın sonuna kadar Papalığın tekelinde kalmış
üç yüz yıl içinde de bütün Avrupa'ya
yayılmıştı. İskoçyalı Kimyacı Peter Spence 1845'te modern
yöntemi keşfedinceye kadar şap üretiminde bir değişiklik
görülmedi. İkinci tekniğe gelince; bu kumaşların beyazlaştırılmasıydı. Soldurma işlemi kumaşları uzun zaman güneşe sermek yoluyla sağlanıyordu. Berthollet Gobelins'deyken bunu klorun etkisinde bırakmakla elde etti. Sonra da klorlu tuz bileşimi icat ederek bunu
Paris yakınındaki Javel köyünde sanayi çapında
üretmeye başladı. Ev kadınlarının o gün bugündür
kullandıkları Javel çamaşır suyu böylece bulunmuş oldu.
Kumaşları dokumak ve boyamakla iş bitmiyordu bunları bir de yıkamak gerekiyordu. XVIII. yüzyılın sonuna kadar
yıkama bir sorun olmamıştı. Venezüela ve Mısır'dan gelmekte olan
sodyum karbonattan ya da İspanya kıyılarında çıkarılan bir deniz
bitkisini yakarak sabun imal ediyorlardı. Bundan başka potasyum ve
sodyum külleri de cam ve kâğıt üretiminde yünlerin yağlardan arıtılmasında kullanılmaktaydı.
Ne var ki. Devrim öncesinden başlayarak İspanya ile ticaret
yavaşlamış ve birkaç yıl sonra da büsbütün
durmuştu. O kadar ki sodyum karbonatın yerini tutabilecek bir madde bulmak zorunluydu. 1788'de Bilimler Akademisi
bulana prim vaat etti. 1790'da Nicolas Leblanc (1742-1806) adlı bir
aday çıktı. Orleans dükünün özel doktoru
olan Leblanc nötr tuzlar hakkında kayda değer araştırmalar yapmıştı. Şimdi de deniz tuzunu
yüksek ısıda kömürün ve sülfirik asitin
etkisinde tutarak yeni bir madde imal etmeyi teklif etmekteydi. Fakat
elde edilen madde kaliteli olmakla birlikte çok miktarda pis kokulu bir kalıntı bırakıyordu ve bundan kurtulmanın nasıl mümkün olabileceğini kimse kestiremiyordu.
Bu en sonunda pratik bir güçlüktü ama Bilimler Akademisi bunu bahane ederek bilgine primi vermedi. Leblanc'a güveni sarsılmayan tek kişi
efendisi Orleans düküydü. Hatta Saint-Denis'de bir
fabrika kurup bu maddeyi üretebilmesi için kendisine
200.000 frank sermaye verdi. Ama şanssızlık Leblanc'ın yakasını bir
türlü bırakmıyordu. Devrim sırasında Orleans dükü
tutuklandı ve giyotinle idam edildi. Bütün mallarına el
konulduğundan fabrika elden gitti. Böylece mucit günden güne yoksulluğa düştü. Sonunda 1804'te haklarını tanıdılar
ama bu defa da kapitalistler elinden tutmak istemediler. Herkes
tarafından terk edilmiş ve umutsuz kalmıştı. Leblanc bu duruma
dayanamayıp intihar etti.
Leblanc yönteminin sakıncalarının kolaylıkla giderildiğini ve nice
sanayicinin onun sayesinde servet sahibi olduğunu düşünecek
olursak
bu karayazı insanı daha çok üzüyor. Mucitin ailesi
yoksulluk içinde yaşarken vatandaşlarından Jean Darcet adlı
biri. (1777-1886)
'mamulü' verimli olmaktan çıkaran kalıntılarından
kurtarmanın yolunu buldu. O sırada işi İrlandalı James Muspratt ele
aldı (1793-1886). Sırasıyla eczacı çıraklığı Wellington ordusunda asker ve İngiliz donanmasında subay adaylığı yapmış olan bu serüvenci
1822'de Liverpool'a yerleşmiş ve Leblanc yöntemiyle sodyum
karbonatı imal etmeye karar vermişti Darcet'nin yöntemini
geliştirip buna yenilerini de ekledikten ve birçok mali
güçlükler atlattıktan sonra bu maddeyi
sanayileştirmeyi başardı. Malını bütün dünyaya kabul
ettirmek için uzun yıllar çabaladı ve XIX. yüzyılın
ortalarına doğru kesin başarıya ulaştı. 1863'te bütün
dünyaya yılda 300.000 ton mal satmaktaydı. Sodyum karbonat gelişmiş büyük kimya sanayii kurulmuştu.
Yine aynı yıl içinde yani 1863'te yarım yüzyıldan beridir
laboratuvarları uğraştıran bir buluş daha sanayiide bomba etkisi yaptı:
Yirmi beş yaşında bir Belçikalı kimyager daha kolay ve daha ucuz
bir üretim yöntemi öneriyordu.
Bu genç mucit Ernest Solvay (1838-1922) idi. 1836'da İskoçya�da daha sonra Viyana Leeds ve Paris'te denenip de mali felâketlere yol açan bir yöntemi başarıya ulaştırmıştı. Bu tuzu amonyak ve karbonik gazla işlemekten ibaretti. Reaksiyon sodyum bikarbonat vermekte bundan da ısıtılarak istenilen karbonat elde edilmekteydi. Hemen şuna işaret etmeliyiz ki
bu yöntemin basitliği bir görünüşten ibaret olup
aslında Solvay'ı uzun zaman uğraştırmıştı. Solvay'ın yönteminin
gerçek bir ihtiyaca karşılık verdiğine de inanmamız gerekir.
Çünkü birkaç yıl içinde Belçika A.B.D. Almanya
Rusya ve daha birçok ülkelerde üst üste
fabrikalar kurulmaya başlandı. Böylece Üretim 1875'te 40.000
tona
1895'te 1.000.000 tona yükseldi. 1902'de de dünyada
üretilen 1.800 000 ton sodyum karbonatın 1.650.000 tonu Solvay
yöntemiyle elde edilmekteydi.
Solvay zavallı Leblanc'ın tersine şanslı çıkmış büyük bir servet ün ve sevgi kazanmıştı. Ama bunları iyiye kullanmasını bildiğini de hemen eklemek gerekir. Her şeyden önce
çok zengin bir sanayici olduktan sonra bile bilim aşkını
kaybetmedi. Aynı zamanda büyük bir insanseverdi. Brüksel
ve Paris'te enstitü ve kurumlar kurdu. 1911'de de bütün
dünya fizikçilerim Belçika'nın başkentinde
toplayacak bir kongreler sistemi meydana getirdi katkısının
özellikle büyük etki ve sonuçları olmuştur. Planck Rutherford Bohr gibi bilginler buluş ve icatlarını burada açıklamışlar ve bu toplantılar Curie Einstein Jeans Langevin Perrin Poincare ve daha başka ünlü bilim adamlarının bir araya gelmelerine fırsat hazırlamıştı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Havagazı
Nıcolas Leblanc Philippe Girard Jacquard gibi bahtsız mucitlere şimdiden Jouffroy d'Abbans Chappe ve Fulton'u ve konumuzla ilgili olarak Philippe Lebon'u ekleyelim. Havagazınm
mucitlerinden biri olan Lebon da ötekilerden daha şanslı olmadı.
Bir sabah ölüsünü sokakta buldular ve mezarlıkta
bir çukura gömdüler.
Eski dönemlerde verilen gösterişli davet ve eğlentilerin
öyküsünü tarih kitaplarında okuyoruz: Kral
saraylarının muhteşem dekoru muazzam salonlarda şatafatlı giyimleriyle boy gösteren senyörler operada suareler balolar şölenler... Bu zengin dünya nasıl aydınlatılmaktaydı diye kendi kendimize sık sık sormuşuzdur.
Geriye doğru işleyen bir zaman makinesi olsa da sözgelişi üç yüzyıl öncesine XIV. Louis zamanına gidebilsek
şimdi bize gülünç gelen görünümlerle
karşılaşırız: Versay sarayının Aynalı Galeri'sinde orada burada yanan
pis kokulu isli mumların titrek ışığı altında davetlilerin
gölgeleri hayaletler gibi kımıldar dururdu...
Mumlar
Devrim öncesi yıllarına kadar pahalı ve en ileri ışıklandırma
aracı olarak kullanılmıştı. Balmumundan yapılanı halkın asla
uzanamayacağı büyük bir lükstü. Yağ lambasıysa
çok az sayıda kimseler dışında kullanılmaz olmuştu.
Sokakların aydınlatılmasına ilk defa 1667'de Paris'te başlandı ve
içinde mumlar yanan lambalar kullanıldı. 1769'da bütün
şehirde bu lambaların sayısı 3.500 idi ve bu göster? karşısında
dünya parmak ısırdı.
Bununla birlikte 1780'de İsviçreli asıllı bir Fransız Argand (1750-1803) ışık gücünün
bir hava akımı yaratılarak artırılması durumunda yağ lambasının
geleceğin aydınlanma aracı olabileceğini düşündü ve
deneyler yapmaya koyuldu. Fitilli bütünüyle yağ kabının
içinde bırakacağına
hafifçe dışarı çekti ve ekseni çevresinde hava
akımının dolaşabilmesi için silindir biçimine soktu. Alev
halka biçimini aldı ve lamba Argand'ın umduğu gibi daha
güçlü bir ışık vermeye başladı.
Ne yazık ki mucit
Etienne de Montgolfier'in de yakın dostu olduğu halde Fransız halkının
ilgisini çekemedi. Tek ilgi gösteren kişi yararlı her
yenilikten yana olan ve adından çok söz ettiğimiz İngiliz
Boulton oldu. Ancak Argant'ın lambasının noksanları vardı;
sözgelişi baca görevi yapacak camı yoktu.
Bu camı bulanın Quinquet adında bir Fransız eczacısı olduğu sanılıyor.
Yeni ışıklandırmanın halka tanıtılması 27 Nisan 1874'te Paris'in ünlü tiyatrosu Comedie Français'de
"Figaro'nun Düğünü"nün ilk temsilinde yapıldı.
Çabuk yaygınlaşarak 1860'da petrol lambalarına da uygulandı ve
havagazının benimsendiği tarihe kadar bütün dünyada
kullanıldı.
Argand'ın İngiltere'de
bu işi Boulton'a bırakması üzerine Birmingham'daki fabrikalar
harıl harıl Argand lambası imal etmeye başladılar. Boulton'un
fabrikaları durmadan gelişerek dünyanın en büyük tesisi
durumuna gelmişti. Bütün ülkelerde ve İngiltere'nin
bütün kontluklarında temsilcileri bulunmaktaydı.
Cornouailles'daki temsilci
William Murdöck (1754-1839) adlı bir mühendisti. O güne
kadar birçok yararlı icatları olmuştu. 1780'de Murdöck Boulton'u bir ziyareti sırasında
ona çocukluğunda yapmış olduğu bazı deneylerden söz etti:
Doğduğu İskoçya'nın kömür bölgesi Ayr'de
kömür yakar arıtır dumanını toplamakla vakit geçirirmiş. Bu defa patronunun desteğiyle aynı deneyleri tekrarlamaya koyuldu.
Bu sabırlı kişinin çalışmalarının ayrıntıları hakkında bilgi
sahibi değiliz. Fransız Lebon'unkinin aynısı olsa gerekti: Kuşkusuz bu
dumanı topladıktan sonra arıtmak için sudan geçirmiş ve
çıkan gazı yakmış alevinin beyaz parlak bir ışık verdiğini gözlemlemişti.
Bu "yanargaz" bir yenilik değildi. İngiliz Shirley 1667' de Clayton 1739'da ve Dixon 1760'da buna dikkati çekmişlerdi. Hatta 1783'te Belçikalı Minkeleers Louvain Üniversitesinin kitaplığını ve 1787'de Murdock'un vatandaşı Dundonald Kontu Culross manastırının holünü bununla aydınlatmıştı. Ama Murdöck eserini
bu yarınsız girişimlere hiç benzemeyen bir inatla
sürdürdü. 1792'de ışıklandırmayı önce evinde kurdu
ve pis kokuları gidermek için karmaşık arıtma işlerine girişti.
Bu uzun çalışmalarının sonucunu ancak 1801'de alabildi. Ancak
bu yıllarda yalnız bununla uğraşmamıştı. Boulton ve Watt işten
çekilmişler ve sorumluluğun bir kısmını aktarmak üzere onu
çağırmışlardı. Murdöck işlerine öylesine dalmıştı ki PhiKppe Lebon adlı bir Fransızın
havagazını keşfetmiş olduğunu ve Paris'te genel yerleri aydınlatmaya
hazırlandığı söylentileri kulağına gelmemiş olsaydı eski
araştırmalarını befki de unutup gidecekti. .Bunun üzerine işe
koyuldu. 1803'te Boulton fabrikalarını ve 1805'te Manchester'deki
Philips ve Lee fabrikalarını aydınlattı.
Murdöck 1780'de Cornouailles'da deneylerine başladığı zaman Lebon henüz 11 yaşında idi. 1792'de yani İskoçyalı evini havagazıyla aydınlatmaya başladığı sıralardaysa
Lebon Angouleme'de mühendislik yapmaktaydı. Doğduğu şehirde
yaşadığı bu kısa dönemde ani bir esinlenmeyle araştırmalara
başladı. Talaş almış bunu bir tüpün içinde yakmış tüpün ağzına da ıslak bir bez bağlamış
bezden süzülen gazın yandığını ve keskin bir aydınlık
verdiğini gözlemlemişti. Temel bulgu bu olmakta birlikte işi
geliştirmek ve yararlanılabilir bir duruma getirebilmek için
çok çalışması gerekecekti.
Lebon ısınma ya da aydınlanmada
yanar maddelerden daha elverişli bir şekilde yararlanma ve bu
maddelerden çeşitli ürünler elde etme konusundaki
yöntemlerinin beratını ancak 1799'da alabildi. Bu yöntemler önce odunu ısıtma ve damıtma yoluyla katranını çıkarmak sonra elde edilen gazı su dolu bir kabın içinden geçirmekti. Gaz suyun içinde arınıyor ve Lebon'un verdiği adla "thermolampe" (ısı lambası) denen lambalarda yanıyordu.
Ne var ki
arıtma işlemi her halde tam olmamıştı; çünkü Paris'te
yerleştiği evin çevresindeki komşular mahalleyi pis kokular
sardı diye gürültüler koparttılar. Bunlara tabii mum ve
Argand lambası yapımcılarınınki de eklenmeye başladı. Lebon boyun
büküp evden taşınmak zorunda kaldı. Dominique sokağındaki
Seignelay konağını kiraladı ve bütün Paris'i bir
gösteriye davet etti. Sonuç bir zafer oldu. Burada halka
yalnız küçük çapta bir gazhane değil aynı zamanda bir deney laboratuvarı da göstermiş; evi ve bahçeyi gazı yakan lambalarla ışıl ışıl aydınlatmıştı.
Bununla birlikte partiyi kazanmış sayılmazdı. Çünkü
gazın kokusu çekilir gibi değildi. Deneyleri
sürdürecek parası da kalmamıştı. Üstelik
taşkömürü yerine odun gibi bir maddeden hareket etmiş
olan Lebon çıkmaza girmişti. Gelecek Murdock'un yöntemindeydi. İşin bir gün tatsızlığa varacağını anlayan mucit çaresiz Normandiya'ya gitti ve gazhanesini Rouen'de kurdu. Orada kendisini İngilizler. Almanlar Ruslar ve daha başkaları ziyarete geliyor yöntemini öğrenip evlerinde uygulamaktan çekinmiyorlardı.
Her ne hikmetse
havagazının iki muciti de icatlarından bir yarar sağlayamadılar. Hemen
hemen iflâs durumuna gelen ve mühendislikten aldığı maaşla
geçinmekte olan Lebon
Napolyon'un taç giyme töreninde bulunmaya Paris'e gittiği 2
Aralık 1804 gecesi Champs-EIysee'de öldürüldü.
Murdock ise 1839'a kadar yaşadı ve başka icatları oldu.
1805'te Veierendeel'in deyimiyle yarı bilgin
yarı şarlatan bir Alman Londra'ya geldi. Adı Winzler olan bu Kişi
Avrupa'nın belli başlı şehirlerinde havagazının çığırtkanlığını
yapıyordu. Kamusal bir gösteri yapma izni alarak Carlton Hous
Gardens'in duvarlarından birinin üstüne bir havagazı feneri
yerleştirdi. Sonra bir gaz şirketi kurdu ve Londra sokaklarını
aydınlatma işini üstlendi.
Ama işler kolay yürümüyordu: Halk yangından ve zehirlenmekten korkuyor
öte yandan Walter Scott dumanla aydınlanmayı uman ve ışığı
borularla taşımayı kuranların aklına şaşıyordu. 1814'te bütün
bunlara rağmen havagazı Londra sokaklarını aydınlatmaya başladı; 1817'de Amerika'da daha sonra da Paris'te ilk gaz lambaları yandı.
Paris'te Philippe Lebon'un dul eşi
kocasının yarıda kalan görevini üstüne alarak 1811'de
bir gazhane kurdu. XVIII. Louis ve kendisinden başka hiç
kimsenin bu yeni aydınlanma şekline güvenleri yoktu. 1817'de ilk
denemenin yapılması kralın ısrarları sayesinde mümkün oldu ve
gaz fenerleri ancak 1829'da Paris'i aydınlatmaya başladı. Fakat yağ lambaları ancak 25 yıl sonra tam anlamıyla söndü.
Nıcolas Leblanc Philippe Girard Jacquard gibi bahtsız mucitlere şimdiden Jouffroy d'Abbans Chappe ve Fulton'u ve konumuzla ilgili olarak Philippe Lebon'u ekleyelim. Havagazınm
mucitlerinden biri olan Lebon da ötekilerden daha şanslı olmadı.
Bir sabah ölüsünü sokakta buldular ve mezarlıkta
bir çukura gömdüler.
Eski dönemlerde verilen gösterişli davet ve eğlentilerin
öyküsünü tarih kitaplarında okuyoruz: Kral
saraylarının muhteşem dekoru muazzam salonlarda şatafatlı giyimleriyle boy gösteren senyörler operada suareler balolar şölenler... Bu zengin dünya nasıl aydınlatılmaktaydı diye kendi kendimize sık sık sormuşuzdur.
Geriye doğru işleyen bir zaman makinesi olsa da sözgelişi üç yüzyıl öncesine XIV. Louis zamanına gidebilsek
şimdi bize gülünç gelen görünümlerle
karşılaşırız: Versay sarayının Aynalı Galeri'sinde orada burada yanan
pis kokulu isli mumların titrek ışığı altında davetlilerin
gölgeleri hayaletler gibi kımıldar dururdu...
Mumlar
Devrim öncesi yıllarına kadar pahalı ve en ileri ışıklandırma
aracı olarak kullanılmıştı. Balmumundan yapılanı halkın asla
uzanamayacağı büyük bir lükstü. Yağ lambasıysa
çok az sayıda kimseler dışında kullanılmaz olmuştu.
Sokakların aydınlatılmasına ilk defa 1667'de Paris'te başlandı ve
içinde mumlar yanan lambalar kullanıldı. 1769'da bütün
şehirde bu lambaların sayısı 3.500 idi ve bu göster? karşısında
dünya parmak ısırdı.
Bununla birlikte 1780'de İsviçreli asıllı bir Fransız Argand (1750-1803) ışık gücünün
bir hava akımı yaratılarak artırılması durumunda yağ lambasının
geleceğin aydınlanma aracı olabileceğini düşündü ve
deneyler yapmaya koyuldu. Fitilli bütünüyle yağ kabının
içinde bırakacağına
hafifçe dışarı çekti ve ekseni çevresinde hava
akımının dolaşabilmesi için silindir biçimine soktu. Alev
halka biçimini aldı ve lamba Argand'ın umduğu gibi daha
güçlü bir ışık vermeye başladı.
Ne yazık ki mucit
Etienne de Montgolfier'in de yakın dostu olduğu halde Fransız halkının
ilgisini çekemedi. Tek ilgi gösteren kişi yararlı her
yenilikten yana olan ve adından çok söz ettiğimiz İngiliz
Boulton oldu. Ancak Argant'ın lambasının noksanları vardı;
sözgelişi baca görevi yapacak camı yoktu.
Bu camı bulanın Quinquet adında bir Fransız eczacısı olduğu sanılıyor.
Yeni ışıklandırmanın halka tanıtılması 27 Nisan 1874'te Paris'in ünlü tiyatrosu Comedie Français'de
"Figaro'nun Düğünü"nün ilk temsilinde yapıldı.
Çabuk yaygınlaşarak 1860'da petrol lambalarına da uygulandı ve
havagazının benimsendiği tarihe kadar bütün dünyada
kullanıldı.
Argand'ın İngiltere'de
bu işi Boulton'a bırakması üzerine Birmingham'daki fabrikalar
harıl harıl Argand lambası imal etmeye başladılar. Boulton'un
fabrikaları durmadan gelişerek dünyanın en büyük tesisi
durumuna gelmişti. Bütün ülkelerde ve İngiltere'nin
bütün kontluklarında temsilcileri bulunmaktaydı.
Cornouailles'daki temsilci
William Murdöck (1754-1839) adlı bir mühendisti. O güne
kadar birçok yararlı icatları olmuştu. 1780'de Murdöck Boulton'u bir ziyareti sırasında
ona çocukluğunda yapmış olduğu bazı deneylerden söz etti:
Doğduğu İskoçya'nın kömür bölgesi Ayr'de
kömür yakar arıtır dumanını toplamakla vakit geçirirmiş. Bu defa patronunun desteğiyle aynı deneyleri tekrarlamaya koyuldu.
Bu sabırlı kişinin çalışmalarının ayrıntıları hakkında bilgi
sahibi değiliz. Fransız Lebon'unkinin aynısı olsa gerekti: Kuşkusuz bu
dumanı topladıktan sonra arıtmak için sudan geçirmiş ve
çıkan gazı yakmış alevinin beyaz parlak bir ışık verdiğini gözlemlemişti.
Bu "yanargaz" bir yenilik değildi. İngiliz Shirley 1667' de Clayton 1739'da ve Dixon 1760'da buna dikkati çekmişlerdi. Hatta 1783'te Belçikalı Minkeleers Louvain Üniversitesinin kitaplığını ve 1787'de Murdock'un vatandaşı Dundonald Kontu Culross manastırının holünü bununla aydınlatmıştı. Ama Murdöck eserini
bu yarınsız girişimlere hiç benzemeyen bir inatla
sürdürdü. 1792'de ışıklandırmayı önce evinde kurdu
ve pis kokuları gidermek için karmaşık arıtma işlerine girişti.
Bu uzun çalışmalarının sonucunu ancak 1801'de alabildi. Ancak
bu yıllarda yalnız bununla uğraşmamıştı. Boulton ve Watt işten
çekilmişler ve sorumluluğun bir kısmını aktarmak üzere onu
çağırmışlardı. Murdöck işlerine öylesine dalmıştı ki PhiKppe Lebon adlı bir Fransızın
havagazını keşfetmiş olduğunu ve Paris'te genel yerleri aydınlatmaya
hazırlandığı söylentileri kulağına gelmemiş olsaydı eski
araştırmalarını befki de unutup gidecekti. .Bunun üzerine işe
koyuldu. 1803'te Boulton fabrikalarını ve 1805'te Manchester'deki
Philips ve Lee fabrikalarını aydınlattı.
Murdöck 1780'de Cornouailles'da deneylerine başladığı zaman Lebon henüz 11 yaşında idi. 1792'de yani İskoçyalı evini havagazıyla aydınlatmaya başladığı sıralardaysa
Lebon Angouleme'de mühendislik yapmaktaydı. Doğduğu şehirde
yaşadığı bu kısa dönemde ani bir esinlenmeyle araştırmalara
başladı. Talaş almış bunu bir tüpün içinde yakmış tüpün ağzına da ıslak bir bez bağlamış
bezden süzülen gazın yandığını ve keskin bir aydınlık
verdiğini gözlemlemişti. Temel bulgu bu olmakta birlikte işi
geliştirmek ve yararlanılabilir bir duruma getirebilmek için
çok çalışması gerekecekti.
Lebon ısınma ya da aydınlanmada
yanar maddelerden daha elverişli bir şekilde yararlanma ve bu
maddelerden çeşitli ürünler elde etme konusundaki
yöntemlerinin beratını ancak 1799'da alabildi. Bu yöntemler önce odunu ısıtma ve damıtma yoluyla katranını çıkarmak sonra elde edilen gazı su dolu bir kabın içinden geçirmekti. Gaz suyun içinde arınıyor ve Lebon'un verdiği adla "thermolampe" (ısı lambası) denen lambalarda yanıyordu.
Ne var ki
arıtma işlemi her halde tam olmamıştı; çünkü Paris'te
yerleştiği evin çevresindeki komşular mahalleyi pis kokular
sardı diye gürültüler koparttılar. Bunlara tabii mum ve
Argand lambası yapımcılarınınki de eklenmeye başladı. Lebon boyun
büküp evden taşınmak zorunda kaldı. Dominique sokağındaki
Seignelay konağını kiraladı ve bütün Paris'i bir
gösteriye davet etti. Sonuç bir zafer oldu. Burada halka
yalnız küçük çapta bir gazhane değil aynı zamanda bir deney laboratuvarı da göstermiş; evi ve bahçeyi gazı yakan lambalarla ışıl ışıl aydınlatmıştı.
Bununla birlikte partiyi kazanmış sayılmazdı. Çünkü
gazın kokusu çekilir gibi değildi. Deneyleri
sürdürecek parası da kalmamıştı. Üstelik
taşkömürü yerine odun gibi bir maddeden hareket etmiş
olan Lebon çıkmaza girmişti. Gelecek Murdock'un yöntemindeydi. İşin bir gün tatsızlığa varacağını anlayan mucit çaresiz Normandiya'ya gitti ve gazhanesini Rouen'de kurdu. Orada kendisini İngilizler. Almanlar Ruslar ve daha başkaları ziyarete geliyor yöntemini öğrenip evlerinde uygulamaktan çekinmiyorlardı.
Her ne hikmetse
havagazının iki muciti de icatlarından bir yarar sağlayamadılar. Hemen
hemen iflâs durumuna gelen ve mühendislikten aldığı maaşla
geçinmekte olan Lebon
Napolyon'un taç giyme töreninde bulunmaya Paris'e gittiği 2
Aralık 1804 gecesi Champs-EIysee'de öldürüldü.
Murdock ise 1839'a kadar yaşadı ve başka icatları oldu.
1805'te Veierendeel'in deyimiyle yarı bilgin
yarı şarlatan bir Alman Londra'ya geldi. Adı Winzler olan bu Kişi
Avrupa'nın belli başlı şehirlerinde havagazının çığırtkanlığını
yapıyordu. Kamusal bir gösteri yapma izni alarak Carlton Hous
Gardens'in duvarlarından birinin üstüne bir havagazı feneri
yerleştirdi. Sonra bir gaz şirketi kurdu ve Londra sokaklarını
aydınlatma işini üstlendi.
Ama işler kolay yürümüyordu: Halk yangından ve zehirlenmekten korkuyor
öte yandan Walter Scott dumanla aydınlanmayı uman ve ışığı
borularla taşımayı kuranların aklına şaşıyordu. 1814'te bütün
bunlara rağmen havagazı Londra sokaklarını aydınlatmaya başladı; 1817'de Amerika'da daha sonra da Paris'te ilk gaz lambaları yandı.
Paris'te Philippe Lebon'un dul eşi
kocasının yarıda kalan görevini üstüne alarak 1811'de
bir gazhane kurdu. XVIII. Louis ve kendisinden başka hiç
kimsenin bu yeni aydınlanma şekline güvenleri yoktu. 1817'de ilk
denemenin yapılması kralın ısrarları sayesinde mümkün oldu ve
gaz fenerleri ancak 1829'da Paris'i aydınlatmaya başladı. Fakat yağ lambaları ancak 25 yıl sonra tam anlamıyla söndü.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Şeker Pancarının Hikâyesi
Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı.
Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de ülkede çıkmadığından barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil
maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı.
XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar
barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot
(1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830'da nitroselülozu.
Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve
Torinolu Ascanio Sobrero da 1846'da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak nitroselüloz olsun nitrogliserin olsun işlenmez hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi.
Yiyecek: İlk iş olarak
Amerika'dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları
için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini
tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak
bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747'de Alman
kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler
Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini
anlattı.
Marggraf'ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin
öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu
teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında
sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker
pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında
bir fabrika kurarak günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki ekonomik bunalım içinde ve Fransa'nın güçlü baskısı altında olan ülkesi girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı.
Bu başkası
eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris'te
1801�de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu
üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası
izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813'te aldı ve
sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal'a
götürdü. O da hemen Napolyon'a koşturdu. Buna son derece
sevinen Napolyon'un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını
Chaptal Delessert'e şu satırlarla müjdeledi:
Acele çok acele
Monsieur Benj. Delessert'e
Coquevin Sokağı.
İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak öğle
Şeker pancarından şeker yapımı
XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii
icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar
durmadan düştü. Çünkü 1836'da günde
1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo şeker alınabilirken 1841'de aynı sonuç 750 1850'de 650 ve 1860�ta 550 kilo pancardan alındı.
Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı.
Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de ülkede çıkmadığından barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil
maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı.
XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar
barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot
(1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830'da nitroselülozu.
Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve
Torinolu Ascanio Sobrero da 1846'da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak nitroselüloz olsun nitrogliserin olsun işlenmez hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi.
Yiyecek: İlk iş olarak
Amerika'dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları
için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini
tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak
bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747'de Alman
kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler
Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini
anlattı.
Marggraf'ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin
öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu
teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında
sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker
pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında
bir fabrika kurarak günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki ekonomik bunalım içinde ve Fransa'nın güçlü baskısı altında olan ülkesi girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı.
Bu başkası
eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris'te
1801�de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu
üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası
izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813'te aldı ve
sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal'a
götürdü. O da hemen Napolyon'a koşturdu. Buna son derece
sevinen Napolyon'un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını
Chaptal Delessert'e şu satırlarla müjdeledi:
Acele çok acele
Monsieur Benj. Delessert'e
Coquevin Sokağı.
İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak öğle
Şeker pancarından şeker yapımı
XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii
icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar
durmadan düştü. Çünkü 1836'da günde
1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo şeker alınabilirken 1841'de aynı sonuç 750 1850'de 650 ve 1860�ta 550 kilo pancardan alındı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Konserve
Napolyon savaşları kimyacıların dikkatini bir ihtiyaca daha çekmişti: Yiyecek sıkıntısı. Askerlerin hele denizcilerin
yiyeceklerini birlikte götürmelerini ve bunların uzun
süre dayanmasını sağlamak gerekiyordu. Taze et bulunmadığından
eskiden beri fümesi kurusu ya da salamurasıyla yetinilmekteydi. Buna reçel ve peynir katmak tek beslenme yolu olarak biliniyordu. Ancak bu sınırlı imkânlar
savaş geniş bir alana yayılınca ve ulaşım gittikçe zorlaşınca
sağlık bakımından kötü sonuçlar vermeye başladı.
Hükümet
bilim adamlarına baş vurdu. Et ve sebzelerin besleyici niteliklerini ve
tazeliklerini kaybetmeden uzun zaman saklanabilmelerini sağlayacak bir
yöntem bulana 12.000 franklık bir ödül vaat etti.
Bu ödül 1810'da Nicolas Appert'e (1750-1841) verildi. Bu adam deş Lombards sokağında bir şekerci olup Champagne'da
şarap mahzenlerinde geçen çıraklık yıllarında bu konuyla
ilgili bazı gözlemler yapmıştı. Kendi kendine "Yiyecekleri bozan
mayalar olduğuna göre bunları kaynatmak yoluyla yok edilemez mi?" şeklinde düşünüyordu. Bu
Pasteur keşifleri öncesinden dâhice bir esinlenmeydi.
Pasteur de "Etudes sur le vın-Şarap Üzerine İncelemeler" adlı
kitabında aynı şeyi kabul etmiştir. Böylece Appert 1795'ten
başlayarak yiyecekleri sıkı sıkı kapatılmış kutularda ve bir Papin kazanının içinde kaynatmaya başladı.
Bu yöntemin iyi sonuç vermesinden sonra Appert
orduya yiyecek sağlama işinin sorumlusu oldu. Elli işçinin
çalıştığı Massy'deki fabrikasında cam kavanozlar içinde
üç aya kadar taze kalan et balık sebze ve süt imal etmekteydi.
Savaş rastlantıları
bu şişelerden bazılarının İngiliz askerlerinin eline geçmesine
yol açtı. Teknisyenler hayretle bunları incelemeye koyuldular ve
1812'de Bermondsey'de aynı yöntemle konserve yapan bir fabrika
kurdular. Pratik insanlar olduklarından
ağır ve nazik bir madde olan camın uygun bir malzeme olmadığını
düşünerek onun yerine maden kullanmanın çarelerini
aramaya koyuldular. 1814�te Donkun ve Hail firması ilk teneke konserve
kutularını piyasaya sürdü. Ama bunlar öylesine sağlamdı
ki kalem ve çekiçle açılması gerekiyordu.
Konserve sanayinin kurulması yalnız askerleri^ değil
denizcilerin ve kâşiflerin de çok işine yaramıştı.
Kalitesi de iyi olsa gerekti. Çünkü Parry'nin 1824'te
Kuzey Kutbuna götürmüş olduğu konserveler 1937'de açıldığında içindekilerin hâlâ yenebilecek durumda olduğu görüldü.
Böylece Appert'in icadından ilk yararlananlar askerler denizciler ve kâşifler oldular. Konserve yalnız aylar boyu taze yiyecek sağlamakla kalmıyor
az da yer tutuyordu. Yöntem daha da geliştirilebilirdi. Daha sonra
ağırlığı hafifletmenin ve aynı hacme daha fazla yiyecek sığdırmanın
yollarını aramaya koyuldular. İlk akla gelenler etin kemiklerini ve buna benzer fazlalıkları ayıklamak oldu.
Bu işi de 1838'de Alman Justus Liebig (1803-1873) ele aldı.
Liebig otuz beş yaşında olduğu halde dünyanın en ileri gelen
kimyacılarından biriydi. Çocukluğunda kötü bir
öğrenci olmuş hiç bir lise onu kabul etmek istememişti. Babası onu bir eczacının yanına çırak verdiğinde orada da sevilmemiş ama 1822'de Gay-Lussac laboratuvarına girince ilerlemenin yolunu bulmuştu
iki yıl sonra da Humboldt'un tavsiyesi üzerine kendisine Giessen
(Hesse) Üniversitesinde kimya kürsüsü verilmişti.
Bundan sonra genç adam kendini araştırmalarına dileğince
verebildi. Öğrenciler yetiştirdi laboratuvar kurdu
icatlarda bulundu. Bütün Avrupa'nın gözü şimdi
teorik çalışmaların yanında pratik sorunlara da seve seve eğilen bu doğuştan kimyacı genç adamdaydı.
Liebig 1838'e kadar kloroformu kloralı bulmuş
yağları ve albüminoidleri incelemişti. Ette ne kadar çok
yararsız maddeler bulunduğunu tespit ederek şaştı. Bir sığırda
yüzde 28 kemik ve üçte bir su bulunmaktaydı bu su
çıkarıldı mı et 5 ton yerine 2 ton gelirdi. Böylece fazla yer tutmamakla kalmaz susuz daha da iyi saklanabilirdi.
Ette yalnız besleyici olan şeyleri saklayıp gerisini yok etme fikri bu
genç kimyacının buluşudur. Böylece besin gerçekten
en küçük hacmine indirilmiş bulunuyordu. Appert'in
eserini tamamlayan bu yöntem beslenmekte gerçek bir devrim
yaratmıştı. Pek yakında da (1865) Güney Amerika'dan ithal edilen etlere Avrupa artık yünün yan ürünü deri ve kemik tozu gözüyle bakmayacak
tersine bir 'Liebig özü' halini alan yiyecekler Avrupa'yı
beslemeye başlayacaktır. Öte yandan 1856'da İngiliz sanayicisi
Borden sütün dörtte bir suyunu çıkarıp buna beşte iki oranında şeker ekleyerek toz süt imaline başladı.
Kimya elini besin sorununa uzatmıştı.
Napolyon savaşları kimyacıların dikkatini bir ihtiyaca daha çekmişti: Yiyecek sıkıntısı. Askerlerin hele denizcilerin
yiyeceklerini birlikte götürmelerini ve bunların uzun
süre dayanmasını sağlamak gerekiyordu. Taze et bulunmadığından
eskiden beri fümesi kurusu ya da salamurasıyla yetinilmekteydi. Buna reçel ve peynir katmak tek beslenme yolu olarak biliniyordu. Ancak bu sınırlı imkânlar
savaş geniş bir alana yayılınca ve ulaşım gittikçe zorlaşınca
sağlık bakımından kötü sonuçlar vermeye başladı.
Hükümet
bilim adamlarına baş vurdu. Et ve sebzelerin besleyici niteliklerini ve
tazeliklerini kaybetmeden uzun zaman saklanabilmelerini sağlayacak bir
yöntem bulana 12.000 franklık bir ödül vaat etti.
Bu ödül 1810'da Nicolas Appert'e (1750-1841) verildi. Bu adam deş Lombards sokağında bir şekerci olup Champagne'da
şarap mahzenlerinde geçen çıraklık yıllarında bu konuyla
ilgili bazı gözlemler yapmıştı. Kendi kendine "Yiyecekleri bozan
mayalar olduğuna göre bunları kaynatmak yoluyla yok edilemez mi?" şeklinde düşünüyordu. Bu
Pasteur keşifleri öncesinden dâhice bir esinlenmeydi.
Pasteur de "Etudes sur le vın-Şarap Üzerine İncelemeler" adlı
kitabında aynı şeyi kabul etmiştir. Böylece Appert 1795'ten
başlayarak yiyecekleri sıkı sıkı kapatılmış kutularda ve bir Papin kazanının içinde kaynatmaya başladı.
Bu yöntemin iyi sonuç vermesinden sonra Appert
orduya yiyecek sağlama işinin sorumlusu oldu. Elli işçinin
çalıştığı Massy'deki fabrikasında cam kavanozlar içinde
üç aya kadar taze kalan et balık sebze ve süt imal etmekteydi.
Savaş rastlantıları
bu şişelerden bazılarının İngiliz askerlerinin eline geçmesine
yol açtı. Teknisyenler hayretle bunları incelemeye koyuldular ve
1812'de Bermondsey'de aynı yöntemle konserve yapan bir fabrika
kurdular. Pratik insanlar olduklarından
ağır ve nazik bir madde olan camın uygun bir malzeme olmadığını
düşünerek onun yerine maden kullanmanın çarelerini
aramaya koyuldular. 1814�te Donkun ve Hail firması ilk teneke konserve
kutularını piyasaya sürdü. Ama bunlar öylesine sağlamdı
ki kalem ve çekiçle açılması gerekiyordu.
Konserve sanayinin kurulması yalnız askerleri^ değil
denizcilerin ve kâşiflerin de çok işine yaramıştı.
Kalitesi de iyi olsa gerekti. Çünkü Parry'nin 1824'te
Kuzey Kutbuna götürmüş olduğu konserveler 1937'de açıldığında içindekilerin hâlâ yenebilecek durumda olduğu görüldü.
Böylece Appert'in icadından ilk yararlananlar askerler denizciler ve kâşifler oldular. Konserve yalnız aylar boyu taze yiyecek sağlamakla kalmıyor
az da yer tutuyordu. Yöntem daha da geliştirilebilirdi. Daha sonra
ağırlığı hafifletmenin ve aynı hacme daha fazla yiyecek sığdırmanın
yollarını aramaya koyuldular. İlk akla gelenler etin kemiklerini ve buna benzer fazlalıkları ayıklamak oldu.
Bu işi de 1838'de Alman Justus Liebig (1803-1873) ele aldı.
Liebig otuz beş yaşında olduğu halde dünyanın en ileri gelen
kimyacılarından biriydi. Çocukluğunda kötü bir
öğrenci olmuş hiç bir lise onu kabul etmek istememişti. Babası onu bir eczacının yanına çırak verdiğinde orada da sevilmemiş ama 1822'de Gay-Lussac laboratuvarına girince ilerlemenin yolunu bulmuştu
iki yıl sonra da Humboldt'un tavsiyesi üzerine kendisine Giessen
(Hesse) Üniversitesinde kimya kürsüsü verilmişti.
Bundan sonra genç adam kendini araştırmalarına dileğince
verebildi. Öğrenciler yetiştirdi laboratuvar kurdu
icatlarda bulundu. Bütün Avrupa'nın gözü şimdi
teorik çalışmaların yanında pratik sorunlara da seve seve eğilen bu doğuştan kimyacı genç adamdaydı.
Liebig 1838'e kadar kloroformu kloralı bulmuş
yağları ve albüminoidleri incelemişti. Ette ne kadar çok
yararsız maddeler bulunduğunu tespit ederek şaştı. Bir sığırda
yüzde 28 kemik ve üçte bir su bulunmaktaydı bu su
çıkarıldı mı et 5 ton yerine 2 ton gelirdi. Böylece fazla yer tutmamakla kalmaz susuz daha da iyi saklanabilirdi.
Ette yalnız besleyici olan şeyleri saklayıp gerisini yok etme fikri bu
genç kimyacının buluşudur. Böylece besin gerçekten
en küçük hacmine indirilmiş bulunuyordu. Appert'in
eserini tamamlayan bu yöntem beslenmekte gerçek bir devrim
yaratmıştı. Pek yakında da (1865) Güney Amerika'dan ithal edilen etlere Avrupa artık yünün yan ürünü deri ve kemik tozu gözüyle bakmayacak
tersine bir 'Liebig özü' halini alan yiyecekler Avrupa'yı
beslemeye başlayacaktır. Öte yandan 1856'da İngiliz sanayicisi
Borden sütün dörtte bir suyunu çıkarıp buna beşte iki oranında şeker ekleyerek toz süt imaline başladı.
Kimya elini besin sorununa uzatmıştı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
2 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz