Bu Hitsikin.com temayı önceden görmekte fırsat veriyor.
Tema yerleştirmek • Temanın fişine geri dönmek
İcatlar Ve Keşifler
1 sayfadaki 2 sayfası
1 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
İcatlar Ve Keşifler
Barometre ve Atmosfer Basıncı
Hava
basıncını ölçmeğe yarayan alet. Yunanca ağırlık anlamına
gelen "baros" ve ölçü anlamına gelen
«metron»dan.
İnce bir kamışla su içtiğimiz zaman kamışın içindeki havayı ağzımızla içimize çekeriz. Böylece yaratılan boşluk hemen
yukarı doğru çıkan sıvıyla dolar. Bu olay bize doğal gibi gelir;
ama bunu nasıl açıklamalı? Eskiçağ bilginleri bu soruya
şöyle karşılık verirlerdi: «Doğa boşluktan nefret eder» yani boşaltılan havanın yerini mutlaka bir şey doldurmalıdır. Ama bu bir açıklama değildir.
Atmosfer her şeyi bastırır
sıkıştırır; tıpkı bulunduğu kabın çeperlerine ve içinde
yüzen nesnelerin tümüne basınç yapan bir sıvı
gibi. Dalgıçlar birkaç metre derine dalar dalmaz
hemen su basıncını duyarlar. Hava için de az çok aynı şey
söz konusudur: stratosferin en yüksek katmanlarına oranla biz havanın «dibinde» çok derinde sayılırız ve sıfır düzeyde (deniz düzeyi) havanın ağırlığı sm2'ye l 033 gramlık bir basınç yapar.
Bir kuyuya daldırılan borudaki hava tulumba ile emilince atmosfer borunun içindeki suya basınç yapmaz olur ama kuyunun içindeki suya basınç yapmağa devam eder. Böylece sıvı borudan yukarıya doğru itilir. Ve su 1030 metrelik bir yüksekliğe ulaşınca bu sıvı sütununun ağırlığı
havanın kuyu yüzeyine yaptığı basınca eşit hale gelir. Bu iki
güç arasında denge kurulur ve su artık yükselmez.
BAROMETRENİN İCADI
Bu garip olayı ilk olarak 1643 yılında İtalyan bilgini Evangelista Torricelli açıkladı. Torricelli suyun yerine ondan on üç buçuk defa daha ağır olan civayı (sıvı maden) koymayı akıl etti
bu sayede sütunun yüksekliği aynı oranda kısalmış oldu.
Böylece Torricelli ilk barometreyi gerçekleştirdi: bir ucu
tıkalı ve içi civa dolu cam bir boru. Bu boru başaşağı
çevrilip açık ucu gene civayla dolu bir küvete
daldırılır. Borudaki civanın bir kısmı küvete akar ve civa
sütunu borunun içinde aşağı yukarı 760 milimetreye kadar
iner. O zaman civanın ağırlığı atmosfer basıncı ile eşdeğer olur.
YÜKSEKLİĞİN ÖLÇÜLMESİ VE HAVA TAHMİNİ
Aynı dönemde Blaise Pascal yükselti'yi ölçmek için barometreden yararlanmayı düşündü. Atmosferin ağırlığı borunun içindeki civanın yüksekliğini belirlediğine göre bu yükseklik bir dağın tepesinde azalacaktır; dağın tepesinde
hava tabakasının yüksekliği deniz düzeyine göre daha az
olduğundan ağırlığı da daha az olacaktır. Buna göre civa
sütununun yüksekliği hangi yükseltide bulunduğumuzu gösterir: altimetre'nin (yükseltiölçer) esası budur.
Daha sonra atmosferdeki değişmelerin
atmosfer ağırlığını azaltıp çoğaltmakla civa sütununun
yüksekliğini değiştirdiği anlaşıldı. Böylece barometre
işaretlerine bakılarak hava değişikliği'nin tahmini öğrenilmiş
oldu; buna göre deniz düzeyinde 760 milimetre yükseklikteki civa «güzel hava» belirtisidir. Atmosfer basıncı havası boşaltılmış kutular olan madeni barometre'lerle de ölçülebilir.
Hava
basıncını ölçmeğe yarayan alet. Yunanca ağırlık anlamına
gelen "baros" ve ölçü anlamına gelen
«metron»dan.
İnce bir kamışla su içtiğimiz zaman kamışın içindeki havayı ağzımızla içimize çekeriz. Böylece yaratılan boşluk hemen
yukarı doğru çıkan sıvıyla dolar. Bu olay bize doğal gibi gelir;
ama bunu nasıl açıklamalı? Eskiçağ bilginleri bu soruya
şöyle karşılık verirlerdi: «Doğa boşluktan nefret eder» yani boşaltılan havanın yerini mutlaka bir şey doldurmalıdır. Ama bu bir açıklama değildir.
Atmosfer her şeyi bastırır
sıkıştırır; tıpkı bulunduğu kabın çeperlerine ve içinde
yüzen nesnelerin tümüne basınç yapan bir sıvı
gibi. Dalgıçlar birkaç metre derine dalar dalmaz
hemen su basıncını duyarlar. Hava için de az çok aynı şey
söz konusudur: stratosferin en yüksek katmanlarına oranla biz havanın «dibinde» çok derinde sayılırız ve sıfır düzeyde (deniz düzeyi) havanın ağırlığı sm2'ye l 033 gramlık bir basınç yapar.
Bir kuyuya daldırılan borudaki hava tulumba ile emilince atmosfer borunun içindeki suya basınç yapmaz olur ama kuyunun içindeki suya basınç yapmağa devam eder. Böylece sıvı borudan yukarıya doğru itilir. Ve su 1030 metrelik bir yüksekliğe ulaşınca bu sıvı sütununun ağırlığı
havanın kuyu yüzeyine yaptığı basınca eşit hale gelir. Bu iki
güç arasında denge kurulur ve su artık yükselmez.
BAROMETRENİN İCADI
Bu garip olayı ilk olarak 1643 yılında İtalyan bilgini Evangelista Torricelli açıkladı. Torricelli suyun yerine ondan on üç buçuk defa daha ağır olan civayı (sıvı maden) koymayı akıl etti
bu sayede sütunun yüksekliği aynı oranda kısalmış oldu.
Böylece Torricelli ilk barometreyi gerçekleştirdi: bir ucu
tıkalı ve içi civa dolu cam bir boru. Bu boru başaşağı
çevrilip açık ucu gene civayla dolu bir küvete
daldırılır. Borudaki civanın bir kısmı küvete akar ve civa
sütunu borunun içinde aşağı yukarı 760 milimetreye kadar
iner. O zaman civanın ağırlığı atmosfer basıncı ile eşdeğer olur.
YÜKSEKLİĞİN ÖLÇÜLMESİ VE HAVA TAHMİNİ
Aynı dönemde Blaise Pascal yükselti'yi ölçmek için barometreden yararlanmayı düşündü. Atmosferin ağırlığı borunun içindeki civanın yüksekliğini belirlediğine göre bu yükseklik bir dağın tepesinde azalacaktır; dağın tepesinde
hava tabakasının yüksekliği deniz düzeyine göre daha az
olduğundan ağırlığı da daha az olacaktır. Buna göre civa
sütununun yüksekliği hangi yükseltide bulunduğumuzu gösterir: altimetre'nin (yükseltiölçer) esası budur.
Daha sonra atmosferdeki değişmelerin
atmosfer ağırlığını azaltıp çoğaltmakla civa sütununun
yüksekliğini değiştirdiği anlaşıldı. Böylece barometre
işaretlerine bakılarak hava değişikliği'nin tahmini öğrenilmiş
oldu; buna göre deniz düzeyinde 760 milimetre yükseklikteki civa «güzel hava» belirtisidir. Atmosfer basıncı havası boşaltılmış kutular olan madeni barometre'lerle de ölçülebilir.
En son by_sedat tarafından Paz Nis. 19, 2009 2:12 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Radyografi ve Radyoskopi
X ışınlarının yararlı uygulamaları.
1895 yılında Alman bilgini Wilhelm Röntgen tarafından keşfedilen X ışınları ışık dalgalarından daha kısa olan elektromagnetik dalgalardır. Göze görünmeyen bu ışınlar
fotoğraf levhalarını etkileyebilir ve nesnelerin içinden
geçerek onların yapısını or*taya koyabilir. Bu nedenle X
ışınları bugün sanayide ve tıpta geniş ölçü*de
kullanılır.
GÖRÜNMEYENİ GÖRMEK
X ışınlarından yararlanma ilkesi nispeten basittir. Çok yoğun
bir ışın demeti incelenecek nesneye yöneltilir; ışınlar
karşılaştıkları bölgelerin kalınlığına ve yoğunluğuna göre
nesneden az veya çok geçer. Nesnenin öte tarafından
çıkan ışınlar bir fotoğraf filmini (radyografi) veya
flüor*ışıl bir ekranı etkileyerek (radyoskopi)
görüntü sağlar.
Sanayide radyografi madenlerin yapısının incelenmesine ve fabrikadan
çıkan eşyadaki en ufak kusurların yakalanmasına olanak verir.
Bazı müze laboratuvarlarında tabloların ekspertizinde de
kullanılır.
ASIL FAYDA TIP ALANINDA
X ışınlarının tıpta kullanılması (radyoloji)
bazı hastalıkların teşhisini ve organizma içindeki berelerin
araştırılmasını geniş ölçüde kolaylaştırır. Radyografi
sayesinde organ*lardaki ve kemiklerdeki anormallikler (verem kalpte biçim bozukluğu kanser zatülcenp
omurga çarpıklığı) saptanabilir. Radyoskopi solunum
hareketlerinin izlenmesine ve öksü*rüğün etkisiyle
akciğer dokusunda meydana gelen değişimlerin saptan*masına olanak
verir.
Bununla birlikte bütün bunlar bir hastaya çok sık uygulanmaması gereken araştırma yöntemleridir
çünkü çok şiddetli dozda veya çok sık
kullanıldığı takdirde bu ışınlar hasta için tehlikeli olabilir.
X ışınlarının yararlı uygulamaları.
1895 yılında Alman bilgini Wilhelm Röntgen tarafından keşfedilen X ışınları ışık dalgalarından daha kısa olan elektromagnetik dalgalardır. Göze görünmeyen bu ışınlar
fotoğraf levhalarını etkileyebilir ve nesnelerin içinden
geçerek onların yapısını or*taya koyabilir. Bu nedenle X
ışınları bugün sanayide ve tıpta geniş ölçü*de
kullanılır.
GÖRÜNMEYENİ GÖRMEK
X ışınlarından yararlanma ilkesi nispeten basittir. Çok yoğun
bir ışın demeti incelenecek nesneye yöneltilir; ışınlar
karşılaştıkları bölgelerin kalınlığına ve yoğunluğuna göre
nesneden az veya çok geçer. Nesnenin öte tarafından
çıkan ışınlar bir fotoğraf filmini (radyografi) veya
flüor*ışıl bir ekranı etkileyerek (radyoskopi)
görüntü sağlar.
Sanayide radyografi madenlerin yapısının incelenmesine ve fabrikadan
çıkan eşyadaki en ufak kusurların yakalanmasına olanak verir.
Bazı müze laboratuvarlarında tabloların ekspertizinde de
kullanılır.
ASIL FAYDA TIP ALANINDA
X ışınlarının tıpta kullanılması (radyoloji)
bazı hastalıkların teşhisini ve organizma içindeki berelerin
araştırılmasını geniş ölçüde kolaylaştırır. Radyografi
sayesinde organ*lardaki ve kemiklerdeki anormallikler (verem kalpte biçim bozukluğu kanser zatülcenp
omurga çarpıklığı) saptanabilir. Radyoskopi solunum
hareketlerinin izlenmesine ve öksü*rüğün etkisiyle
akciğer dokusunda meydana gelen değişimlerin saptan*masına olanak
verir.
Bununla birlikte bütün bunlar bir hastaya çok sık uygulanmaması gereken araştırma yöntemleridir
çünkü çok şiddetli dozda veya çok sık
kullanıldığı takdirde bu ışınlar hasta için tehlikeli olabilir.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Sabun
Yağlı maddeleri suda ayırma yoluyla yok etme özelliğine sahip olduğundan lekeler ve kirler sabunla giderilir. Bu işlem sodyum hidroksit denilen alkali bir maddenin hayvansal (eskiden keçi içyağı) veya bitkisel bir yağlı madde üzerindeki etkisinden elde edilir.
İlkçağ'dan beri kullanılan sabun
Atalarımız hiç sabun kullanmazlardı: onun yerine kül kil veya bitki özleri kullanırlardı. İlkçağ'da artık iyice bilinen sabun
ancak 1850'den itibaren sanayide büyük
ölçüde üretilmeğe başladı ve gerçek
anlamıyla kullanılabilir oldu.
Piyasada kalıp dediğimiz küçük parçalar halinde sunulan tuvalet sabunlarından başka
ev işlerinde kullanılmak üzere beyaz veya yeşil sabun; geniş
yüzeyleri temizlemek üzere Arap sabunu; nazik
çamaşırların yıkanmasında kullanılan toz deterjanlar ve onlara
oranla daha yumuşak toz sabun da vardır. Son yenilik: yoğunluğu suyun
yoğunluğundan az olan yüzer sabundur. Dolayısıyla bu sabunu banyoya düştüğü zaman yitirmek tehlikesi yoktur.
Yağlı maddeleri suda ayırma yoluyla yok etme özelliğine sahip olduğundan lekeler ve kirler sabunla giderilir. Bu işlem sodyum hidroksit denilen alkali bir maddenin hayvansal (eskiden keçi içyağı) veya bitkisel bir yağlı madde üzerindeki etkisinden elde edilir.
İlkçağ'dan beri kullanılan sabun
Atalarımız hiç sabun kullanmazlardı: onun yerine kül kil veya bitki özleri kullanırlardı. İlkçağ'da artık iyice bilinen sabun
ancak 1850'den itibaren sanayide büyük
ölçüde üretilmeğe başladı ve gerçek
anlamıyla kullanılabilir oldu.
Piyasada kalıp dediğimiz küçük parçalar halinde sunulan tuvalet sabunlarından başka
ev işlerinde kullanılmak üzere beyaz veya yeşil sabun; geniş
yüzeyleri temizlemek üzere Arap sabunu; nazik
çamaşırların yıkanmasında kullanılan toz deterjanlar ve onlara
oranla daha yumuşak toz sabun da vardır. Son yenilik: yoğunluğu suyun
yoğunluğundan az olan yüzer sabundur. Dolayısıyla bu sabunu banyoya düştüğü zaman yitirmek tehlikesi yoktur.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Takvim
Zaman bölümleme sistemi. Yılın günlerini gösteren cetvel.
Geçen zamanı ölçmek için hareketleri düzenli olan ve kolaylıkla gözlemlenebilen iki yıldızdan yararlanılır: bunlardan biri Ay öteki Güneş'tir. Ay'ın 295 günde bir tekrarlanan ve l yılda 12 evreden oluşan bir hareketi vardır. Güneş ise
mevsimlere göre değişen bir yüksekliğe ulaşır ve hareketini
365 gün 6 saatte tamamlar. Bu nedenle de ay ve güneş
takvimleri yapılmıştır.
Ay takviminde Ay'ın evrelerini izleyen 29 ve 30 günlük almaşık 12 ay vardır; bu 12 ay
354 günlük bir ay yılı oluşturur. Ancak bu yıl mevsimlerin
ritmine uymaz (11 gün kısa). Güneş takviminde ise yıl tersine mevsimlerin ritmini izler ancak aylar (30 ya da 31 günlük) Ay'ın evrelerine denk düşmez (l gün fazla).
JÜLYEN TAKVİMİ
M.Ö. 46'da Julius Sezar astronomları
Güneş'in hareketine tam anlamıyla uyabilen bir takvim yapmakla
görevlendirdi. Güneş yılı işte o zaman 365 gün 6 saat
olarak hesaplandı. «Jülyen» adı verilen bu takvim bu
nedenle 365 günden 4 yılda bir de 366 günden (artık yıl) oluşur.
Ancak bu takvim tam anlamıyla kusursuz bir takvim değildir. Yer
Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 5 saat 48 dakika
ve 46 saniyede tamamlar. Şu halde Jülyen takvimi 11 dakika 14
saniye kadar uzundur. Bu fark ilk bakışta önemsiz gibi
görünürse de her yıl tekrarlanınca 100 yılda 18 saatlik 400 yılda da 3 günlük bir farka yol açar.
GREGORYEN TAKVİMİ (TAKVİMİ GARBİ)
XVI. yy. da aradaki bu fark 10 güne ulaşmıştı (ilkbahar 21 yerine 11 martta başlıyordu). İşte bu nedenle papa Gregorius XIII
bu hatayı düzeltmek için 4 ekim 1582'den sonraki
günün 15 ekim 1582 olmasına karar verdi. Ayrıca bu farkın
yeniden oluşmasını önlemek için artık yılların dört
yılda bir tekrarlanmasına karar verildi. Artık yıllar 00 ile biten
yıllar dışındakilerdi. Böyle yıllar da 400'e
bölünebilirlerse artık olabilirdi. Sözgelimi 1600 artık
yıldı 2000 de artık yıl olacaktır; ancak 1700 1800
1900 yıllar artık sayılmadı. 400 yıldaki 3 günlük hata da
böylece giderilmiş oldu. «Gregoryen» diye bilinen bu
takvim bugün bütün dünyada kullanılmaktadır.
Yılın on iki ayı ve bu ayların gün sayısı şöyledir: ocak (31) şubat (28 veya 29) mart (31) nisan (30) mayıs (31) haziran (30) temmuz (31) ağustos (31) eylül (30) ekim (31) kasım (30) aralık (31). Yıl her biri kavuşum ayının dörtte birine denk 52 haftaya bölünmüştür.
DİĞER TAKVİMLER
Birçok toplum resmî olarak Gregoryen takvimini kullanıyorsa da
dinî tarihler için daha eski ve geleneksel bir takvimden
yararlanılır. Sözgelimi Müslümanların bir ay takvimi
vardır; şu halde Müslüman takvimi yılı
Hıristiyan takviminin yılından 11 gün eksiktir. Müslüman
takviminin birinci yılının ilk günü 16 temmuz 622'ye
tekabül eder. O tarihte Hz. Muhammet Mekke'den Medine'ye Hicret
etmiştir. Museviler ise M.S. IV. yy.da
ayları (30 ve 29 günlük) Ay'ın hareketine göre
hesaplanmış bir takvimi kullanmağa başladılar. 12 ay 354 gün
tuttuğu için bu takvime zaman zaman bir 13'üncü ay
eklenir.
TÜRK TAKVİMLERİ
Türkler İslâm dinini kabul etmeden önce
güneş yılına dayanan ve yılları sayıyla değil de hayvan adlarıyla
belirtilen bir takvim kullanırlardı (on iki hayvanlı takvim).
İslâmlığın kabulünden sonra hicrî-kamerî denen
Müslüman takvimini (alaturka takvim de denir) benimsediler.
Sonra Osmanlılarda Mahmut I zamanında hicrî takvimle birlikte
rumî takvim de kullanılmağa başladı. Malî veya
hicrî-şemsî takvim de denen bu takvim gene Hicret'ten
başlatılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nde bunların hepsi bırakılarak
Gregoryen esasına uygun miladî takvim benimsendi (26 aralık 1925).
Zaman bölümleme sistemi. Yılın günlerini gösteren cetvel.
Geçen zamanı ölçmek için hareketleri düzenli olan ve kolaylıkla gözlemlenebilen iki yıldızdan yararlanılır: bunlardan biri Ay öteki Güneş'tir. Ay'ın 295 günde bir tekrarlanan ve l yılda 12 evreden oluşan bir hareketi vardır. Güneş ise
mevsimlere göre değişen bir yüksekliğe ulaşır ve hareketini
365 gün 6 saatte tamamlar. Bu nedenle de ay ve güneş
takvimleri yapılmıştır.
Ay takviminde Ay'ın evrelerini izleyen 29 ve 30 günlük almaşık 12 ay vardır; bu 12 ay
354 günlük bir ay yılı oluşturur. Ancak bu yıl mevsimlerin
ritmine uymaz (11 gün kısa). Güneş takviminde ise yıl tersine mevsimlerin ritmini izler ancak aylar (30 ya da 31 günlük) Ay'ın evrelerine denk düşmez (l gün fazla).
JÜLYEN TAKVİMİ
M.Ö. 46'da Julius Sezar astronomları
Güneş'in hareketine tam anlamıyla uyabilen bir takvim yapmakla
görevlendirdi. Güneş yılı işte o zaman 365 gün 6 saat
olarak hesaplandı. «Jülyen» adı verilen bu takvim bu
nedenle 365 günden 4 yılda bir de 366 günden (artık yıl) oluşur.
Ancak bu takvim tam anlamıyla kusursuz bir takvim değildir. Yer
Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 5 saat 48 dakika
ve 46 saniyede tamamlar. Şu halde Jülyen takvimi 11 dakika 14
saniye kadar uzundur. Bu fark ilk bakışta önemsiz gibi
görünürse de her yıl tekrarlanınca 100 yılda 18 saatlik 400 yılda da 3 günlük bir farka yol açar.
GREGORYEN TAKVİMİ (TAKVİMİ GARBİ)
XVI. yy. da aradaki bu fark 10 güne ulaşmıştı (ilkbahar 21 yerine 11 martta başlıyordu). İşte bu nedenle papa Gregorius XIII
bu hatayı düzeltmek için 4 ekim 1582'den sonraki
günün 15 ekim 1582 olmasına karar verdi. Ayrıca bu farkın
yeniden oluşmasını önlemek için artık yılların dört
yılda bir tekrarlanmasına karar verildi. Artık yıllar 00 ile biten
yıllar dışındakilerdi. Böyle yıllar da 400'e
bölünebilirlerse artık olabilirdi. Sözgelimi 1600 artık
yıldı 2000 de artık yıl olacaktır; ancak 1700 1800
1900 yıllar artık sayılmadı. 400 yıldaki 3 günlük hata da
böylece giderilmiş oldu. «Gregoryen» diye bilinen bu
takvim bugün bütün dünyada kullanılmaktadır.
Yılın on iki ayı ve bu ayların gün sayısı şöyledir: ocak (31) şubat (28 veya 29) mart (31) nisan (30) mayıs (31) haziran (30) temmuz (31) ağustos (31) eylül (30) ekim (31) kasım (30) aralık (31). Yıl her biri kavuşum ayının dörtte birine denk 52 haftaya bölünmüştür.
DİĞER TAKVİMLER
Birçok toplum resmî olarak Gregoryen takvimini kullanıyorsa da
dinî tarihler için daha eski ve geleneksel bir takvimden
yararlanılır. Sözgelimi Müslümanların bir ay takvimi
vardır; şu halde Müslüman takvimi yılı
Hıristiyan takviminin yılından 11 gün eksiktir. Müslüman
takviminin birinci yılının ilk günü 16 temmuz 622'ye
tekabül eder. O tarihte Hz. Muhammet Mekke'den Medine'ye Hicret
etmiştir. Museviler ise M.S. IV. yy.da
ayları (30 ve 29 günlük) Ay'ın hareketine göre
hesaplanmış bir takvimi kullanmağa başladılar. 12 ay 354 gün
tuttuğu için bu takvime zaman zaman bir 13'üncü ay
eklenir.
TÜRK TAKVİMLERİ
Türkler İslâm dinini kabul etmeden önce
güneş yılına dayanan ve yılları sayıyla değil de hayvan adlarıyla
belirtilen bir takvim kullanırlardı (on iki hayvanlı takvim).
İslâmlığın kabulünden sonra hicrî-kamerî denen
Müslüman takvimini (alaturka takvim de denir) benimsediler.
Sonra Osmanlılarda Mahmut I zamanında hicrî takvimle birlikte
rumî takvim de kullanılmağa başladı. Malî veya
hicrî-şemsî takvim de denen bu takvim gene Hicret'ten
başlatılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nde bunların hepsi bırakılarak
Gregoryen esasına uygun miladî takvim benimsendi (26 aralık 1925).
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Termometre
Sıcaklık ölçmeğe yarayan Alet. Yunanca «thermos» ı«ı ve «metron» ölçü'den.
Termometreler ince cam borudan yapılır. Borunun alt ucu şişkincedir
buraya alkol ya da civa doldurulur. Üzerinde derece
çizgileri bulunan ince uzun kısmın içindeki hava
boşaltılır
sonra ağzı kapatılır. Böylece ısı arttığı zaman tüpün
içindeki sıvı genleşir ve yavaş yavaş yükselir.
CELCİUS DERECELERİ
İsveçli fizikçi Anders Celcius (1701-1744)
termometrenin derecelenmesinde «yüzlük» bir
sistem önerdi; bugün birçok Avrupa ülkesinde ve
Türkiye'de bu sistem kullanılmaktadır. Celcius önce civalı termometre üzerinde iki nokta saptadı: buzun ergime noktasını 0
kaynama noktasını 100 olarak işaretledi. Sonra 0 ile 100 arasını 99
eşit parçaya böldü; bunlara Celcius dereceleri dendi.
Daha sonra yazıcı termometre (sıcaklık değişimlerini otomatik olarak
bir kâğıda kaydeder) ile maksimumlu ve minimumlu termometre
(belli bir zaman aralığında en düşük ve en yüksek
sıcaklıkları kaydeder) yapıldı.
CİVALI VE İSPİRTOLU TERMOMETRELER
Her zaman karşılaşılan sıcaklıkları ölçmek için
yeterli olan civalı ve ispirtolu termometrelerin ölçme
alanı çok dar ve sınırlıdır. Daha düşük sıcaklıkları
ölçmek için tolüen ve pentan gibi değişik
sıvılar kullanılır. Yüksek sıcaklıklar gazlı termometrelerle
ölçülür. Çok incelik isteyen sıcaklık
ölçümlerinde laboratuvarlarda elektrik dirençli termometreler ve termoelektrik termometreler kullanılır.
AZOTLU TERMOMETRE
Azotlu termometre ile l 600 dereceye kadar olan sıcaklıklar
ölçülebilir. Bunun üstündeki sıcaklıkları
ölçmek için pirometrelerden yararlanılır. Bu
âletin sıcaklığı ölçülecek cisme değmesine gerek yoktur yalnızca cismin ışımasını ölçmesi yeterlidir.
TERMOSTAT
Termostat kapalı bir ortamda termometrenin verilerine dayanarak sıcaklığı sabit tutan bir âlettir. Üzerinde
istenilen sıcaklığı elde etmek için ayarlanabilen bir
düğmesi vardır; bir ısıtma aygıtına elektrikle bağlanan termostat aygıtın verdiği sıcaklığı arttırmağa ya da azaltmağa yarar.
FAHRENHEİT'İN ESERİ
XVI. yy.da ısı
içi hava dolu bir balonla ölçülüyordu.
Ancak atmosfer basıncındaki değişiklikler nedeniyle bunun verdiği bilgi
yanlış oluyordu. XVII. yy.da Floransa'da ilk ispirtolu termometre
yapıldı. 1721'de Alman fizikçisi Fahrenheit
civalı termometreyi gerçekleştirdi. Bugün Anglo-Saksonların
kullandığı termometre derecesi onun adını taşır. Bu termometrede
32°F buzun ergime noktasını; 212°F ise suyun kaynama noktasını gösterir.
Sıcaklık ölçmeğe yarayan Alet. Yunanca «thermos» ı«ı ve «metron» ölçü'den.
Termometreler ince cam borudan yapılır. Borunun alt ucu şişkincedir
buraya alkol ya da civa doldurulur. Üzerinde derece
çizgileri bulunan ince uzun kısmın içindeki hava
boşaltılır
sonra ağzı kapatılır. Böylece ısı arttığı zaman tüpün
içindeki sıvı genleşir ve yavaş yavaş yükselir.
CELCİUS DERECELERİ
İsveçli fizikçi Anders Celcius (1701-1744)
termometrenin derecelenmesinde «yüzlük» bir
sistem önerdi; bugün birçok Avrupa ülkesinde ve
Türkiye'de bu sistem kullanılmaktadır. Celcius önce civalı termometre üzerinde iki nokta saptadı: buzun ergime noktasını 0
kaynama noktasını 100 olarak işaretledi. Sonra 0 ile 100 arasını 99
eşit parçaya böldü; bunlara Celcius dereceleri dendi.
Daha sonra yazıcı termometre (sıcaklık değişimlerini otomatik olarak
bir kâğıda kaydeder) ile maksimumlu ve minimumlu termometre
(belli bir zaman aralığında en düşük ve en yüksek
sıcaklıkları kaydeder) yapıldı.
CİVALI VE İSPİRTOLU TERMOMETRELER
Her zaman karşılaşılan sıcaklıkları ölçmek için
yeterli olan civalı ve ispirtolu termometrelerin ölçme
alanı çok dar ve sınırlıdır. Daha düşük sıcaklıkları
ölçmek için tolüen ve pentan gibi değişik
sıvılar kullanılır. Yüksek sıcaklıklar gazlı termometrelerle
ölçülür. Çok incelik isteyen sıcaklık
ölçümlerinde laboratuvarlarda elektrik dirençli termometreler ve termoelektrik termometreler kullanılır.
AZOTLU TERMOMETRE
Azotlu termometre ile l 600 dereceye kadar olan sıcaklıklar
ölçülebilir. Bunun üstündeki sıcaklıkları
ölçmek için pirometrelerden yararlanılır. Bu
âletin sıcaklığı ölçülecek cisme değmesine gerek yoktur yalnızca cismin ışımasını ölçmesi yeterlidir.
TERMOSTAT
Termostat kapalı bir ortamda termometrenin verilerine dayanarak sıcaklığı sabit tutan bir âlettir. Üzerinde
istenilen sıcaklığı elde etmek için ayarlanabilen bir
düğmesi vardır; bir ısıtma aygıtına elektrikle bağlanan termostat aygıtın verdiği sıcaklığı arttırmağa ya da azaltmağa yarar.
FAHRENHEİT'İN ESERİ
XVI. yy.da ısı
içi hava dolu bir balonla ölçülüyordu.
Ancak atmosfer basıncındaki değişiklikler nedeniyle bunun verdiği bilgi
yanlış oluyordu. XVII. yy.da Floransa'da ilk ispirtolu termometre
yapıldı. 1721'de Alman fizikçisi Fahrenheit
civalı termometreyi gerçekleştirdi. Bugün Anglo-Saksonların
kullandığı termometre derecesi onun adını taşır. Bu termometrede
32°F buzun ergime noktasını; 212°F ise suyun kaynama noktasını gösterir.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Atom Bombası
Atom bombasını ilk kez yapmayı başaran ABD
ilk atom bombasını 16 Temmuz 1945'te New Jersey eyaletindeki Alamogordo
hava üssünde patlattı. Bu patlamada inanılmaz derecede
kuvvetli bir ışık16 km uzaklardaki dağları bile aydınlattı. Ateşten bir
top 12000 metreye yükseldi.
İkinci Dünya Savaşı'nda savaş amacıyla kullanılan ilk atom bombası 6 Ağustos 1945'te Japonya'da Hiroşima şehrine atıldı. Patlamada 66000 kişi öldü 69000 kişi de yaralandı. Üç gün sonra Nagasaki'ye atılan atom bombası ise 37000 kişiyi öldürdü 40000 kişiyi yaraladı.
Atom bombası patlatılınca bir sarsma dalgası meydana gelir. Bu dalganın hızı ses hızından yüksektir. Atom bombası
genel olarak bu sarsma dalgasının etkisini artırmak için yerden
yüksekte patlatılır. Bu dalga yere çarptıktan sonra yeniden
yukarı doğru sıçrar. böylece aşağı doğru inip çıkan
yeni sarsma dalgalarının oluşmasına yol açar.
Diğer yandan bombanın patladığı yerdeki hava ısınır; büyük
bir hızla genişleyerek bir boşluk meydana getirir. Bu boşluğu doldurmak
için hücum eden soğuk hava şiddetli bir kasırgaya yol açar. Böylece atom bombası iki yönden yakıcı yıkıcı bir kuvvetle binaları devirir canlıları öldürür.
Atom bombasını ilk kez yapmayı başaran ABD
ilk atom bombasını 16 Temmuz 1945'te New Jersey eyaletindeki Alamogordo
hava üssünde patlattı. Bu patlamada inanılmaz derecede
kuvvetli bir ışık16 km uzaklardaki dağları bile aydınlattı. Ateşten bir
top 12000 metreye yükseldi.
İkinci Dünya Savaşı'nda savaş amacıyla kullanılan ilk atom bombası 6 Ağustos 1945'te Japonya'da Hiroşima şehrine atıldı. Patlamada 66000 kişi öldü 69000 kişi de yaralandı. Üç gün sonra Nagasaki'ye atılan atom bombası ise 37000 kişiyi öldürdü 40000 kişiyi yaraladı.
Atom bombası patlatılınca bir sarsma dalgası meydana gelir. Bu dalganın hızı ses hızından yüksektir. Atom bombası
genel olarak bu sarsma dalgasının etkisini artırmak için yerden
yüksekte patlatılır. Bu dalga yere çarptıktan sonra yeniden
yukarı doğru sıçrar. böylece aşağı doğru inip çıkan
yeni sarsma dalgalarının oluşmasına yol açar.
Diğer yandan bombanın patladığı yerdeki hava ısınır; büyük
bir hızla genişleyerek bir boşluk meydana getirir. Bu boşluğu doldurmak
için hücum eden soğuk hava şiddetli bir kasırgaya yol açar. Böylece atom bombası iki yönden yakıcı yıkıcı bir kuvvetle binaları devirir canlıları öldürür.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Bumerang
Bumerang
günümizde en çok Avustralya yerlileri tarafından
kullanılan ağaçtan yapılmış eski bir silahtır. Hayvan avcılığı spor ve eğlence amaçlı kullanılır.
Bumerang
sert ağaçtan yontularak yapılan kıvrık bir atış
çubuğudur. Boyu 15 cm'den 120 cm'ye kadar değişir. En bilinen V
biçimli ve iki kollu bumerangtır. Havaya atılan V biçimli
bir bumerang havada bir halka çizdikten sonra tekrar onu atan
kişiye döner. Geriye dönmeyen bumeranglar da vardır. Geri
dönmeyen bumerangları eski Mısırlılar da kullanmışlardır.
Geriye dönen bumeranglar hafif
ince ve genellikle 75 cm'den daha kısa boydadır. İki kolu eşit ya da
ayrı uzunlukta ve düze yakın ya da kıvrık biçimli olabilir.
Kollar arasındaki açı genellikle 120 derecedir. Bumerangın bir
kenarı yuvarlak diğer kenarının yassı olması için ağaç büyük özenle yontulur.
Bumerangın geriye dönmesi için özel bir biçimde atılması gerekir. Bumerang yuvarlark kenarı içe
V ucu da dışa bakacak şekilde sağ elde ve omuz arkasında tutulur.
Birkaç adım koşularak fırlatılır. Bumerang düzgün
atılabilirse bir kanguruyu öldürebilir. Tavşan ya da kuş gibi
küçük bir hayvanı ise ikiye biçebilir.
Bumerang
günümizde en çok Avustralya yerlileri tarafından
kullanılan ağaçtan yapılmış eski bir silahtır. Hayvan avcılığı spor ve eğlence amaçlı kullanılır.
Bumerang
sert ağaçtan yontularak yapılan kıvrık bir atış
çubuğudur. Boyu 15 cm'den 120 cm'ye kadar değişir. En bilinen V
biçimli ve iki kollu bumerangtır. Havaya atılan V biçimli
bir bumerang havada bir halka çizdikten sonra tekrar onu atan
kişiye döner. Geriye dönmeyen bumeranglar da vardır. Geri
dönmeyen bumerangları eski Mısırlılar da kullanmışlardır.
Geriye dönen bumeranglar hafif
ince ve genellikle 75 cm'den daha kısa boydadır. İki kolu eşit ya da
ayrı uzunlukta ve düze yakın ya da kıvrık biçimli olabilir.
Kollar arasındaki açı genellikle 120 derecedir. Bumerangın bir
kenarı yuvarlak diğer kenarının yassı olması için ağaç büyük özenle yontulur.
Bumerangın geriye dönmesi için özel bir biçimde atılması gerekir. Bumerang yuvarlark kenarı içe
V ucu da dışa bakacak şekilde sağ elde ve omuz arkasında tutulur.
Birkaç adım koşularak fırlatılır. Bumerang düzgün
atılabilirse bir kanguruyu öldürebilir. Tavşan ya da kuş gibi
küçük bir hayvanı ise ikiye biçebilir.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Daktilo
19. yüzyılda Amerika'da bulundu. Daktilonun ilk örneklerine
"tipograf" adı verilmişti. Tipograf 1829 yılında William Burt
tarafından yapılmıştı. Bu makinenin birçok parçası
tahtadandı. Harfleri bulabilmek için
yazı yazanın bir çerçeve üzerindeki kolu
çevirmesi gerekiyordu. 1868 yıllarına doğru daha gelişmiş
modeller yapıldı. İlk daktilo makinesini satın alanlar arasında yazar
Mark Twain de vardı.
19. yüzyılda Amerika'da bulundu. Daktilonun ilk örneklerine
"tipograf" adı verilmişti. Tipograf 1829 yılında William Burt
tarafından yapılmıştı. Bu makinenin birçok parçası
tahtadandı. Harfleri bulabilmek için
yazı yazanın bir çerçeve üzerindeki kolu
çevirmesi gerekiyordu. 1868 yıllarına doğru daha gelişmiş
modeller yapıldı. İlk daktilo makinesini satın alanlar arasında yazar
Mark Twain de vardı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Madenkömürü
Sanayi
alanındaki gelişmeler İngiltere'den dış ülkelere sıçramış
bulunuyordu. XVIII. yüzyılın başından beri Fransa
İngiltere'de gerçekleştirilen teknik gelişmeleri ilgiyle izlemiş
ve Gabriet Jars (1732-1769) adlı genç bir sanayici Manş'ın
ötesine göndermişti. Jars'ın görevi maden işletmelerinde
uygulanan yeni yöntemleri incelemekti. Ne var ki İngiliz kapitalizmini öğrenen Fransızlar
ülkenin iktisadi hayatında söz sahibi olmak ve daha
çok insiyatif elde etmek hevesine kapıldılar. Loncaların
umutsuzca direnişleri ve soyluların emek konusundaki önyargıları
artık eski gücünü yitirmişti.
Hisse senetleri çıkartan ilk şirketlerden Anzin Madenlerinin (1757) hissedarları arasında burjuvalardan başka Croy
Charost ve Chaulnes dükleri de vardı. Maliye Bakanı Turgot da
özel teşebbüsleri destekliyordu. Yeni kredi şekilleri 1724'te Paris Borsasının ve 1757'de ilk Fransız Deniz Nakliyat Sigorta Şirketinin kurulmasına fabrikaların çoğalmasına ön ayak oldu. Fabrikalarda işbölümü esası gittikçe yerleşiyor seri imalat artıyordu. Bu arada 1777'de Rouen'de ilk "Jenny"nin işletmeye girdiğine de işaret etmeden geçmeyelim.
Avrupa'nın bütün ülkelerinde temel sanayi
hâlâ giyim ve top
dökümcülüğüydü. Daha doğrusu bu
sanayilere öncelik veren krallardı. Bu yüzden ilk teknik
okullar kurulmaya (birincisi 1745'te Brunswick'deki (Almanya) oldu Ve
maden mühendisleri yetiştirilmeye başlandı. Aynı nedenle bilim
adamları bu tekniğe doğru eğilmek zorunluluğunu duydular. Bu alanlara
önem verilmesinin nedeni maden sanayinin silah imalinde başta
gelmesi ve dokuma sanayinin de hem orduyu giydirmesi hem de dış
pazarlarda kazanç sağlamasıydı.
İngiltere
bu sanayileri ilk geliştiren ülke olmanın bedelini pahalı
ödedi. Demirin maden cevherinden ayrılması için kullanılan
yüksek fırınlar oburca odun yutuyorlardı öte yandan yün sanayinin sağladığı yüksek kazanç
toprak sahiplerinin hayvanlarını beslemek için tarlalarını otlak
haline getirmelerine yol açmıştı. Bunun için de ormanları
kesmekten bile çekinmiyorlardı. Geriye kalan ormanları da maden
sanayii yutuyordu. O koskoca Dean ormanlarının yerlerinde
yeller esiyordu. Böyle giderse kısa bir süre sonra o obur ağızlara atacak bir dalcık bile bulunamayacak; İngiltere kendi madenlerini işletmemesi sonucu demiri İsveç'ten getirmek zorunda mı kalacaktı?
İşte 1625'te Dudley adlı bir genç kendi kendine bu soruyu soruyordu. Birmingham'da babasına ait bir fabrikanın basma geçmiş çevredeki ormanlar tükendikçe üretiminin de düştüğünü görmekteydi. Bu durumda odundan başka bir yanıcı madde bulmak zorunluydu. Bu taşkömürü olabilir miydi?
O güne kadar hiç bir rolü olmadığından
madenkömüründen hemen hemen hiç söz
etmemiştik. Antik Çağ'ın insanları
madenkömürünü çok az kullanmışlardı;
çünkü evlerini ısıtmak için bol odunları ve
mekanik güç elde etmek için de köleleri vardı.
Yalnız Çinliler özellikle porselenleri pişirmek için
madenkömürü kullanmışlardı. Kısacası zorunlu olmadıkça madenkömüründen yararlanmak kimsenin aklına gelmemişti.
XII. yüzyıldan başlayarak odun konusunda kaygılar baş gösterdi. Isınma ev yapımı gemiler ve makineler ormanların kökünü kurutacağa benzerdi; sonra yakıt sorunu özellikle Belçika İngiltere
Ruhr gibi sanayi bölgelerinde başta geliyordu. Ancak insanlar
bunca zamandır küçümseyerek baktıkları "siyah taşı"
nasıl oldu da düşünebildiler?
Bir söylentiye göre
madenkömürünü Houillos adlı bir Belçikalı
demirciye borçluymuşuz. Adamcağız (1197 yılında) bir gün
sönmüş ocağının başında yoksulluktan bitkin oturup kara kara
düşünürken oradan geçen kır saçlı kır sakallı bir ihtiyar demirciyi öyle umutsuz görünce haline acımış "Dostum" demiş "komşu dağa çık toprağı kaz demirini dövmek için birebir gelecek bir kara toprak damarı bulacaksın". Bunu duyan Houillos koşmuş ihtiyarın dediğini yapmış. Ondan sonra artık ocağı da yanmış aşı da pişmiş. Houillos sırrını başkalarına açıklamaktan çekinmemiş.- Böylece bu kara taşa Fransızcada "Houil'e" adını vermişler.
Bu anlatılanlar gerçeğe uysun uymasın şurası kesindir: 1224'ten beri Belçika kömür madenleri işletilir. İngiltere 1239'da Newcastle'da Fransa 1320'de Rochela-Moliere'de Almanya 1429'da Ruhr'da kömür madenleri işletmeye başladı. Ne var ki bu yataklardan çıkarılan kömürlerin verimi düşüktü Üstelik bazı hastalıklara sebep olmak hanımların tenlerini soldurmak
çamaşırları kirletmek vb. sakıncaları göze battığı gibi
yaydığı kükürt kokusundan ötürü şeytansal bir
özü olduğuna da inanılıyordu. Öyle ki 1340'a kadar ancak ender sayıda kişiler bunu kullanmak cesaretini gösterdiler.
Sanayi
alanındaki gelişmeler İngiltere'den dış ülkelere sıçramış
bulunuyordu. XVIII. yüzyılın başından beri Fransa
İngiltere'de gerçekleştirilen teknik gelişmeleri ilgiyle izlemiş
ve Gabriet Jars (1732-1769) adlı genç bir sanayici Manş'ın
ötesine göndermişti. Jars'ın görevi maden işletmelerinde
uygulanan yeni yöntemleri incelemekti. Ne var ki İngiliz kapitalizmini öğrenen Fransızlar
ülkenin iktisadi hayatında söz sahibi olmak ve daha
çok insiyatif elde etmek hevesine kapıldılar. Loncaların
umutsuzca direnişleri ve soyluların emek konusundaki önyargıları
artık eski gücünü yitirmişti.
Hisse senetleri çıkartan ilk şirketlerden Anzin Madenlerinin (1757) hissedarları arasında burjuvalardan başka Croy
Charost ve Chaulnes dükleri de vardı. Maliye Bakanı Turgot da
özel teşebbüsleri destekliyordu. Yeni kredi şekilleri 1724'te Paris Borsasının ve 1757'de ilk Fransız Deniz Nakliyat Sigorta Şirketinin kurulmasına fabrikaların çoğalmasına ön ayak oldu. Fabrikalarda işbölümü esası gittikçe yerleşiyor seri imalat artıyordu. Bu arada 1777'de Rouen'de ilk "Jenny"nin işletmeye girdiğine de işaret etmeden geçmeyelim.
Avrupa'nın bütün ülkelerinde temel sanayi
hâlâ giyim ve top
dökümcülüğüydü. Daha doğrusu bu
sanayilere öncelik veren krallardı. Bu yüzden ilk teknik
okullar kurulmaya (birincisi 1745'te Brunswick'deki (Almanya) oldu Ve
maden mühendisleri yetiştirilmeye başlandı. Aynı nedenle bilim
adamları bu tekniğe doğru eğilmek zorunluluğunu duydular. Bu alanlara
önem verilmesinin nedeni maden sanayinin silah imalinde başta
gelmesi ve dokuma sanayinin de hem orduyu giydirmesi hem de dış
pazarlarda kazanç sağlamasıydı.
İngiltere
bu sanayileri ilk geliştiren ülke olmanın bedelini pahalı
ödedi. Demirin maden cevherinden ayrılması için kullanılan
yüksek fırınlar oburca odun yutuyorlardı öte yandan yün sanayinin sağladığı yüksek kazanç
toprak sahiplerinin hayvanlarını beslemek için tarlalarını otlak
haline getirmelerine yol açmıştı. Bunun için de ormanları
kesmekten bile çekinmiyorlardı. Geriye kalan ormanları da maden
sanayii yutuyordu. O koskoca Dean ormanlarının yerlerinde
yeller esiyordu. Böyle giderse kısa bir süre sonra o obur ağızlara atacak bir dalcık bile bulunamayacak; İngiltere kendi madenlerini işletmemesi sonucu demiri İsveç'ten getirmek zorunda mı kalacaktı?
İşte 1625'te Dudley adlı bir genç kendi kendine bu soruyu soruyordu. Birmingham'da babasına ait bir fabrikanın basma geçmiş çevredeki ormanlar tükendikçe üretiminin de düştüğünü görmekteydi. Bu durumda odundan başka bir yanıcı madde bulmak zorunluydu. Bu taşkömürü olabilir miydi?
O güne kadar hiç bir rolü olmadığından
madenkömüründen hemen hemen hiç söz
etmemiştik. Antik Çağ'ın insanları
madenkömürünü çok az kullanmışlardı;
çünkü evlerini ısıtmak için bol odunları ve
mekanik güç elde etmek için de köleleri vardı.
Yalnız Çinliler özellikle porselenleri pişirmek için
madenkömürü kullanmışlardı. Kısacası zorunlu olmadıkça madenkömüründen yararlanmak kimsenin aklına gelmemişti.
XII. yüzyıldan başlayarak odun konusunda kaygılar baş gösterdi. Isınma ev yapımı gemiler ve makineler ormanların kökünü kurutacağa benzerdi; sonra yakıt sorunu özellikle Belçika İngiltere
Ruhr gibi sanayi bölgelerinde başta geliyordu. Ancak insanlar
bunca zamandır küçümseyerek baktıkları "siyah taşı"
nasıl oldu da düşünebildiler?
Bir söylentiye göre
madenkömürünü Houillos adlı bir Belçikalı
demirciye borçluymuşuz. Adamcağız (1197 yılında) bir gün
sönmüş ocağının başında yoksulluktan bitkin oturup kara kara
düşünürken oradan geçen kır saçlı kır sakallı bir ihtiyar demirciyi öyle umutsuz görünce haline acımış "Dostum" demiş "komşu dağa çık toprağı kaz demirini dövmek için birebir gelecek bir kara toprak damarı bulacaksın". Bunu duyan Houillos koşmuş ihtiyarın dediğini yapmış. Ondan sonra artık ocağı da yanmış aşı da pişmiş. Houillos sırrını başkalarına açıklamaktan çekinmemiş.- Böylece bu kara taşa Fransızcada "Houil'e" adını vermişler.
Bu anlatılanlar gerçeğe uysun uymasın şurası kesindir: 1224'ten beri Belçika kömür madenleri işletilir. İngiltere 1239'da Newcastle'da Fransa 1320'de Rochela-Moliere'de Almanya 1429'da Ruhr'da kömür madenleri işletmeye başladı. Ne var ki bu yataklardan çıkarılan kömürlerin verimi düşüktü Üstelik bazı hastalıklara sebep olmak hanımların tenlerini soldurmak
çamaşırları kirletmek vb. sakıncaları göze battığı gibi
yaydığı kükürt kokusundan ötürü şeytansal bir
özü olduğuna da inanılıyordu. Öyle ki 1340'a kadar ancak ender sayıda kişiler bunu kullanmak cesaretini gösterdiler.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Pusula
Karalar gözden kaybolduktan sonra
denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu
sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak
zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle
gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak
"Yer yuvarlağı"na baş vurdular; artık geminin bulunduğu yer enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi.
Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar
kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca
bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından işler karışıyordu. Gemiciler bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki ellerinde pusula vardı.
"Pusula": İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265-419)
Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde "Güney"i
belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak
için 424'te "Mıknatıslı arabalar" yapıldı. Bu arabalar dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu.
Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar
874'te İzlanda'yı fethetmişler; 932'de Grönland'ı keşfetmişler ve
1000 yılında -yani Kolomb'dan beş yüzyıl önce- Amerika'ya
ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi?
Her neyse Fransa'da pusuladan ilk olarak 1200'de söz edilmeye başlandı. Bunu
1207'de İngiltere ve 1213'te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı
vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren
Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten
sonra
bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine
yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu
gereç
artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere
açılmalarını ve büyük keşifler çağını
açmalarını sağlayacaktı.
Karalar gözden kaybolduktan sonra
denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu
sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak
zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle
gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak
"Yer yuvarlağı"na baş vurdular; artık geminin bulunduğu yer enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi.
Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar
kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca
bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından işler karışıyordu. Gemiciler bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki ellerinde pusula vardı.
"Pusula": İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265-419)
Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde "Güney"i
belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak
için 424'te "Mıknatıslı arabalar" yapıldı. Bu arabalar dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu.
Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar
874'te İzlanda'yı fethetmişler; 932'de Grönland'ı keşfetmişler ve
1000 yılında -yani Kolomb'dan beş yüzyıl önce- Amerika'ya
ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi?
Her neyse Fransa'da pusuladan ilk olarak 1200'de söz edilmeye başlandı. Bunu
1207'de İngiltere ve 1213'te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı
vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren
Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten
sonra
bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine
yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu
gereç
artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere
açılmalarını ve büyük keşifler çağını
açmalarını sağlayacaktı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Sismograf
Depremleri kaydeden şiddetini uzaklığını gösteren alete "sismograf" (depremyazar) denir. Sismograf sarkaç esasına dayanır. Yer sarsıldığı sırada sarkacın ucundaki yuvarlak ağır topuz süredurum kanununa uyarak hareketsiz kalır. Yeryüzünde duran bir kimse yerle birlikte gidip geldiği için
sarkacı hareket eder gibi görür. Topuzun ucunda bir kalem
vardır. Kalemin ucu bîr makara üzerinde sanlı duran
kâğıda değer. Yer sarsılınca kâğıt da sağa sola yukarı aşağı gidip geleceği topuz ise hareketsiz duracağı için kalem kâğıda bu hareketleri çizer.
Bu basit esas üzerine yapılmış olan ilk sismograflar sonradan çok daha gelişmiş pek duyarlı sismograflar yapılmıştır. Bu arada bugün rasathanelerde bir depremi gereği gibi kaydedebilmek için genel olarak üç ayrı sismograf kullanılır. Bunlardan biri dikey ikisi de yatak hareketleri kaydeder. Böylece bir depremin yönleri belirtilmiş olur.
Sismograflardan petrol aramalarında da faydalanılır: Petrol aranan
yerde 20-30 m. derinlikte bir çukur kazılır. Buraya dinamit
sarkıtılıp ateşlenir. Bu patlamanın etkisiyle yeraltında ses dalgalan
meydana gelir. Ses dalgalarının çeşitli tabakalarda ayrı ayrı
hızı olduğuna göre sarsıntıların sismografla kaydedilen hızından ses dalgalarının bir petrol tabakasından geçip geçmediği anlaşılır.
Depremleri kaydeden şiddetini uzaklığını gösteren alete "sismograf" (depremyazar) denir. Sismograf sarkaç esasına dayanır. Yer sarsıldığı sırada sarkacın ucundaki yuvarlak ağır topuz süredurum kanununa uyarak hareketsiz kalır. Yeryüzünde duran bir kimse yerle birlikte gidip geldiği için
sarkacı hareket eder gibi görür. Topuzun ucunda bir kalem
vardır. Kalemin ucu bîr makara üzerinde sanlı duran
kâğıda değer. Yer sarsılınca kâğıt da sağa sola yukarı aşağı gidip geleceği topuz ise hareketsiz duracağı için kalem kâğıda bu hareketleri çizer.
Bu basit esas üzerine yapılmış olan ilk sismograflar sonradan çok daha gelişmiş pek duyarlı sismograflar yapılmıştır. Bu arada bugün rasathanelerde bir depremi gereği gibi kaydedebilmek için genel olarak üç ayrı sismograf kullanılır. Bunlardan biri dikey ikisi de yatak hareketleri kaydeder. Böylece bir depremin yönleri belirtilmiş olur.
Sismograflardan petrol aramalarında da faydalanılır: Petrol aranan
yerde 20-30 m. derinlikte bir çukur kazılır. Buraya dinamit
sarkıtılıp ateşlenir. Bu patlamanın etkisiyle yeraltında ses dalgalan
meydana gelir. Ses dalgalarının çeşitli tabakalarda ayrı ayrı
hızı olduğuna göre sarsıntıların sismografla kaydedilen hızından ses dalgalarının bir petrol tabakasından geçip geçmediği anlaşılır.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Teleskop
Yeni gökyüzü görünümünün oluşmasında kesin rolü oynayacak olan adım sadece uzmanlarca takdir gören astronomik hesapların geliştirilmesi çalışmaları değildir. Bunu sağlayan Güneş
Ay ve yıldızların daha yakından incelenebilmeleri için
gökyüzü cisimlerini Yeryüzü'ne yaklaştıran ve
herkesin yararlanabildiği bir fizik aracı olan teleskopun icadı oldu.
Büyük olasılıkla teleskop
bir bilimsel faaliyet ürünü olarak icat edilmiş
değildir. Hollanda'da gözlük üretiminde ortaya
çıkan bir yan üründür. Efsane 1600 yıllarında bir çocuğun Lippershey'in dükkanında bir mercekten vitrinde duran bir diğer merceğe baktığı ve bunun da dışardaki cisimleri daha yakın gösterdiğini farkettiği şeklindedir.
Teleskopun icadı için bir bilimsel dehanın gerekmemiş olması
aslında bu icadın zamanının da çoktan gelip geçmiş
olduğunu göstermektedir. Teleskopa her zaman için
ihtiyaç duyulmuştu ama gerçekleştirilebileceği
düşünülmediğinden bu alanda herhangi bir girişimde bulunulmamıştı.
Oysa bunu sağlayabilecek araç ve yollar aslında 300 yıldır ortadaydı. Ancak şans eseri icadına neden olan olay 16. yy'ın artan zenginliği içinde optik üretiminin de nicel bakımdan yoğunlaşması oldu.
Yeni gökyüzü görünümünün oluşmasında kesin rolü oynayacak olan adım sadece uzmanlarca takdir gören astronomik hesapların geliştirilmesi çalışmaları değildir. Bunu sağlayan Güneş
Ay ve yıldızların daha yakından incelenebilmeleri için
gökyüzü cisimlerini Yeryüzü'ne yaklaştıran ve
herkesin yararlanabildiği bir fizik aracı olan teleskopun icadı oldu.
Büyük olasılıkla teleskop
bir bilimsel faaliyet ürünü olarak icat edilmiş
değildir. Hollanda'da gözlük üretiminde ortaya
çıkan bir yan üründür. Efsane 1600 yıllarında bir çocuğun Lippershey'in dükkanında bir mercekten vitrinde duran bir diğer merceğe baktığı ve bunun da dışardaki cisimleri daha yakın gösterdiğini farkettiği şeklindedir.
Teleskopun icadı için bir bilimsel dehanın gerekmemiş olması
aslında bu icadın zamanının da çoktan gelip geçmiş
olduğunu göstermektedir. Teleskopa her zaman için
ihtiyaç duyulmuştu ama gerçekleştirilebileceği
düşünülmediğinden bu alanda herhangi bir girişimde bulunulmamıştı.
Oysa bunu sağlayabilecek araç ve yollar aslında 300 yıldır ortadaydı. Ancak şans eseri icadına neden olan olay 16. yy'ın artan zenginliği içinde optik üretiminin de nicel bakımdan yoğunlaşması oldu.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Trafik Işıkları
Kırmızı ve yeşil ışıklı trafik lambası ilk kez 1868 yılında Londra'da kullanıldı. Henüz motorlu araçların icat edilmediği o tarihte at arabalarının yoğun olduğu bazı caddelerde gaz lambası ile trafiğin düzenlenmesine çalışılmıştı. Daha sonraları 1920'de ABD'nin Detroit Kenti'nde demiryolu sinyalizasyon sisteminden esinlenen bir trafik lambası kullanıldı.
Günümüzde kullanılan trafik lambasının patenti ise ABD'li Garrett Augustus Morgan'a aittir. Morgan buluşunun patentini 23 Kasım 1923 tarihinde Cleveland'de aldı ve buluşunu bir süre sonra General Electric'e sattı.
Kırmızı ve yeşil ışıklı trafik lambası ilk kez 1868 yılında Londra'da kullanıldı. Henüz motorlu araçların icat edilmediği o tarihte at arabalarının yoğun olduğu bazı caddelerde gaz lambası ile trafiğin düzenlenmesine çalışılmıştı. Daha sonraları 1920'de ABD'nin Detroit Kenti'nde demiryolu sinyalizasyon sisteminden esinlenen bir trafik lambası kullanıldı.
Günümüzde kullanılan trafik lambasının patenti ise ABD'li Garrett Augustus Morgan'a aittir. Morgan buluşunun patentini 23 Kasım 1923 tarihinde Cleveland'de aldı ve buluşunu bir süre sonra General Electric'e sattı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Barut
Barut güherçile
kükürt ve kömür tozundan meydana gelmiş patlayıcı
bir maddedir. Ateşli silahlarla mermiyi atmak için kullanılır.
Çok kez "karabarut" adıyla anılır. Barutun çok eski bîr tarihi vardır. M.Ö. 1000 yıllarında Çinliler ateşi bir savaş silahı olarak kullanırlardı. Gerek Doğu'da gerekse Batı'da alev ve ateşten savaşlarda da yararlanılıyordu. Özellikle Çin ordusunda dehşet saçan savaş arabaları vardı ki bunların görevi çömlek ve güllelerin içindeki ateşi düşman ordusuna atmaktı.
Batılılaın ateşli silahları Doğululardan öğrendikleri sanılıyor. Ancak tarihçi Home-ros'un (M.Ö. IX. yüzyıl) eserlerinde
ateşli silahlar üzerinde herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Peloppones Savaşları'nda (M.O. 428-424) içlerinde kömür kükürt ve zift gibi yanıcı maddeler bulunan toprak kapların mancınıklarla atıldığı biliniyor. Ne var ki bu yoldan çıkarılan yangınlar üzerine toprak atmakla kolaylıkla söndürülebiliyor büyük bir zarara yol açması önleniyordu.
Bunun sonucu olarak daha etkili yanıcı maddeler aranmaya başlandı. Yanmak için gerekli oksijeni havadan değil de kendi bünyesinden alabilen yanıcı maddeler en iyisiydi. Yani ateşin üstü örtü ise bile sondürülememeli alevler çıkmaya devam etmeliydi. İşte böylece de ateşli silahlardan patlayıcı silahlara geçilmiş oldu. Bu işte ilk olarak güherçile kullanıldı. Güherçile beyaz renkte ince billurlar halinde bir maddedir. Kimyasal adı "potasyum azotat"tır.
Doğu'da Çinliler güherçileyi biliyorlardı. Abdullah adında Malaga'lı (İspanya'nın güneyi) bir Arap yazarı (1200 yılları) güherçileden söz ederken "Çin karı" deyimini kullanmıştır. İranlı yazarlar ise güherçileye "Hint karı" derlerdi. Böylece güherçile XIII. yüzyılın ortalarına doğru. Doğu'dan İslam ülkelerine geçti. Anlaşıldığına göre Çinliler barut yapmayı biliyorlardı. Ancak barutu "maytap" ve "kestane fişeği" dediğimiz biçimde kullanmışlardır. Büyük İskender Hindistan'a gittiği sıralarda barut Hindistan'da da biliniyordu. Marco Polo Çin'e yaptığı uzun gezisinde Çinli rahiplerin geceleri havada baruttu fişeklerle şenlikler yaptığını görmüştü.
Avrupa'da barutu ilk bulanın ise Friburglu Berthold Schwartz (1318-1384) adında bir Alman rahip ve filozofu olduğu sanılıyor. Schwartz Venediklilerin kullandıkları ilk topları dökmüş bu toplarla gülleleri uzağa fırlatmak için de baruttan yararlanmıştı. Ancak kimi tarihçiler de Avrupa'da barutun icadı şerefini Roger Bacon (1224-1294) adındaki İngiliz bilginine verirler.
Avrupa'da ateşli silahlarla barut ilk kez XIII. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. XIV. yüzyılda da barutun topçuluk alanında kullanılması geliştirilmiştir. Barutun bugünkü anlamıyla ilk olarak. İngilizlerle Fransızlar arasındaki Cressy Savaşı'nda (1346) kullanıldığı sanılıyor.
Kimya alanındaki ilerlemeler sonucunda nitrosellüloz ve nitrogliserinin elde edilmesiyle hafif dumanlı barutlar kullanılmaya başlanmıştır. Eskiden barut çok miktarda duman yaptığı için ateş eden topun yeri hemen belli oluyor üstelik bu
top namlusunün kalın bir is tabakasıyla örtülmesine de
yol açıyordu. Paul Vieille adındaki Fransız mühendisi
(1854-1934) dumansız barutu icat ettikten sonra İse silahlarda yalnız bu çeşit barut kullanılmaya başlandı (1886). Bundan birkaç yıl sonra da
İsveçli kimyager Alfred Nobel (1833-1896) daha yüksek
nitelikte patlayıcı bir madde olan nitrogliserinil barutu keşfetti.
Zamanla barut geliştirilerek değişik silahlarda istenilen biçimde kullanılabilecek duruma getirildi.
Barut Nasıl Elde Edilir?
Barutun karışımında %70 - 80 potasyum nitrat (NOs) %12-20 odun kömürü %3-14 de kükürt vardır. Bu karışımdaki potasyum nitrat kömürle kükürtün yanması için gerekli olan oksijeni verir; kükürt de
barutun kolayca tutuşmasını sağlar ve yakılınca çok miktarda gaz
çıkartır. Barutu meydana getiren maddelerden
kömürün yanmasıyla karbon dioksit (CO2) kükürtün yanmasıyla da kükürt dioksit (SO2) gazları oluşur. Geriye potasyum sülfat potasyum karbonat potasyum sülfür kalır ki bunların gazları yüksek bir basınç meydana getirir. Bu basınç da ateşli silahlarda merminin ileriye fırlatılmasını sağlar.
Teknikteki ilerlemelere rağmen barut bugün de pek az bir farkla eskiden elde edildiği yollardan elde edilir: Karışımı meydana getiren maddeler önce ayrı ayrı sonra da bir arada öğütülerek karıştırılır. Bu karışım basınçla hamur haline getirilir; sarsıntılı eleklerden geçirilerek tozundan ayrılır. Bu işlemin sonunda tane halinde barut elde edilmiş olur. Bu hamur borulara basılarak çubuk halinde barut haline getirilir; buna "makarna barutu" adı verilir. Ayrıca küp prizma vb. gibi biçimlerde kaplar kullanılarak istenilen biçimde barut da elde edilebilir.
Bugün karabarut şistli killer kaya tuzları gibi ötekilere oranla yumuşakça kütlelerin atılmasında kullanılmaktadır. Çok duman çıkarttığından askerlik alanında artık büyük bir önemi kalmamıştır. Bugün için ateşli silahlarda daha çok "dumansız barut" daha doğru bir deyişle "az dumanlı barut" kullanılmaktadır. Dumansız barut kolodyum trinitro gliserin trinitro tolüen gibi patlayıcı maddelerin karışımıdır.
Bugün bu patlayıcı maddeleri yapabilmek için çok miktarda potasyum nitrata ihtiyaç vardır. Oysa bu madde yeryüzünde pek az bulunur. Yalnız Güney Amerika'da And Dağları'nın denize bakan kıyılarında kuşların bıraktığı gübreler bu madde bakımından son derece zengindir. O dolaylarda bu gübreyi temizleyecek kadar bol yağmur da yağmadığı İçin "guana" adı verilen bu gübreler uzun süre bozulmadan kalabilir. Bu gübreler genişliği 3 kilometre uzunluğu 300 kilometre olan bir alanı kaplamış durumdadır. Gübre tabakasının kalınlığı da 15 metreyi bulur. İşte bu çevre uzun süre devletlerin barut yapması için gerekli olan ham maddeyi sağlamıştır.
Bütün devletler Şili'den gübre satın almak zorunda kalmıştır. Yalnız Almanya 1913 yılında Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bu gübrelerden tam 750.000 ton satın almıştı. İngiltere de aynı miktar gübre almış ve bu iki ülke bu maddelerden yaptıkları barutları birbirlerine karşı kullanmışlardı. Ancak Almanlar savaş sırasında havadan aldıkları azotla potasyum nitrat yapmayı başardılar. Böylece barut yapımı için Şili'deki gübreler yerine bitmek tükenmek bilmeyen havadan yararlanılmaya başlandı.
Barut güherçile
kükürt ve kömür tozundan meydana gelmiş patlayıcı
bir maddedir. Ateşli silahlarla mermiyi atmak için kullanılır.
Çok kez "karabarut" adıyla anılır. Barutun çok eski bîr tarihi vardır. M.Ö. 1000 yıllarında Çinliler ateşi bir savaş silahı olarak kullanırlardı. Gerek Doğu'da gerekse Batı'da alev ve ateşten savaşlarda da yararlanılıyordu. Özellikle Çin ordusunda dehşet saçan savaş arabaları vardı ki bunların görevi çömlek ve güllelerin içindeki ateşi düşman ordusuna atmaktı.
Batılılaın ateşli silahları Doğululardan öğrendikleri sanılıyor. Ancak tarihçi Home-ros'un (M.Ö. IX. yüzyıl) eserlerinde
ateşli silahlar üzerinde herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Peloppones Savaşları'nda (M.O. 428-424) içlerinde kömür kükürt ve zift gibi yanıcı maddeler bulunan toprak kapların mancınıklarla atıldığı biliniyor. Ne var ki bu yoldan çıkarılan yangınlar üzerine toprak atmakla kolaylıkla söndürülebiliyor büyük bir zarara yol açması önleniyordu.
Bunun sonucu olarak daha etkili yanıcı maddeler aranmaya başlandı. Yanmak için gerekli oksijeni havadan değil de kendi bünyesinden alabilen yanıcı maddeler en iyisiydi. Yani ateşin üstü örtü ise bile sondürülememeli alevler çıkmaya devam etmeliydi. İşte böylece de ateşli silahlardan patlayıcı silahlara geçilmiş oldu. Bu işte ilk olarak güherçile kullanıldı. Güherçile beyaz renkte ince billurlar halinde bir maddedir. Kimyasal adı "potasyum azotat"tır.
Doğu'da Çinliler güherçileyi biliyorlardı. Abdullah adında Malaga'lı (İspanya'nın güneyi) bir Arap yazarı (1200 yılları) güherçileden söz ederken "Çin karı" deyimini kullanmıştır. İranlı yazarlar ise güherçileye "Hint karı" derlerdi. Böylece güherçile XIII. yüzyılın ortalarına doğru. Doğu'dan İslam ülkelerine geçti. Anlaşıldığına göre Çinliler barut yapmayı biliyorlardı. Ancak barutu "maytap" ve "kestane fişeği" dediğimiz biçimde kullanmışlardır. Büyük İskender Hindistan'a gittiği sıralarda barut Hindistan'da da biliniyordu. Marco Polo Çin'e yaptığı uzun gezisinde Çinli rahiplerin geceleri havada baruttu fişeklerle şenlikler yaptığını görmüştü.
Avrupa'da barutu ilk bulanın ise Friburglu Berthold Schwartz (1318-1384) adında bir Alman rahip ve filozofu olduğu sanılıyor. Schwartz Venediklilerin kullandıkları ilk topları dökmüş bu toplarla gülleleri uzağa fırlatmak için de baruttan yararlanmıştı. Ancak kimi tarihçiler de Avrupa'da barutun icadı şerefini Roger Bacon (1224-1294) adındaki İngiliz bilginine verirler.
Avrupa'da ateşli silahlarla barut ilk kez XIII. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. XIV. yüzyılda da barutun topçuluk alanında kullanılması geliştirilmiştir. Barutun bugünkü anlamıyla ilk olarak. İngilizlerle Fransızlar arasındaki Cressy Savaşı'nda (1346) kullanıldığı sanılıyor.
Kimya alanındaki ilerlemeler sonucunda nitrosellüloz ve nitrogliserinin elde edilmesiyle hafif dumanlı barutlar kullanılmaya başlanmıştır. Eskiden barut çok miktarda duman yaptığı için ateş eden topun yeri hemen belli oluyor üstelik bu
top namlusunün kalın bir is tabakasıyla örtülmesine de
yol açıyordu. Paul Vieille adındaki Fransız mühendisi
(1854-1934) dumansız barutu icat ettikten sonra İse silahlarda yalnız bu çeşit barut kullanılmaya başlandı (1886). Bundan birkaç yıl sonra da
İsveçli kimyager Alfred Nobel (1833-1896) daha yüksek
nitelikte patlayıcı bir madde olan nitrogliserinil barutu keşfetti.
Zamanla barut geliştirilerek değişik silahlarda istenilen biçimde kullanılabilecek duruma getirildi.
Barut Nasıl Elde Edilir?
Barutun karışımında %70 - 80 potasyum nitrat (NOs) %12-20 odun kömürü %3-14 de kükürt vardır. Bu karışımdaki potasyum nitrat kömürle kükürtün yanması için gerekli olan oksijeni verir; kükürt de
barutun kolayca tutuşmasını sağlar ve yakılınca çok miktarda gaz
çıkartır. Barutu meydana getiren maddelerden
kömürün yanmasıyla karbon dioksit (CO2) kükürtün yanmasıyla da kükürt dioksit (SO2) gazları oluşur. Geriye potasyum sülfat potasyum karbonat potasyum sülfür kalır ki bunların gazları yüksek bir basınç meydana getirir. Bu basınç da ateşli silahlarda merminin ileriye fırlatılmasını sağlar.
Teknikteki ilerlemelere rağmen barut bugün de pek az bir farkla eskiden elde edildiği yollardan elde edilir: Karışımı meydana getiren maddeler önce ayrı ayrı sonra da bir arada öğütülerek karıştırılır. Bu karışım basınçla hamur haline getirilir; sarsıntılı eleklerden geçirilerek tozundan ayrılır. Bu işlemin sonunda tane halinde barut elde edilmiş olur. Bu hamur borulara basılarak çubuk halinde barut haline getirilir; buna "makarna barutu" adı verilir. Ayrıca küp prizma vb. gibi biçimlerde kaplar kullanılarak istenilen biçimde barut da elde edilebilir.
Bugün karabarut şistli killer kaya tuzları gibi ötekilere oranla yumuşakça kütlelerin atılmasında kullanılmaktadır. Çok duman çıkarttığından askerlik alanında artık büyük bir önemi kalmamıştır. Bugün için ateşli silahlarda daha çok "dumansız barut" daha doğru bir deyişle "az dumanlı barut" kullanılmaktadır. Dumansız barut kolodyum trinitro gliserin trinitro tolüen gibi patlayıcı maddelerin karışımıdır.
Bugün bu patlayıcı maddeleri yapabilmek için çok miktarda potasyum nitrata ihtiyaç vardır. Oysa bu madde yeryüzünde pek az bulunur. Yalnız Güney Amerika'da And Dağları'nın denize bakan kıyılarında kuşların bıraktığı gübreler bu madde bakımından son derece zengindir. O dolaylarda bu gübreyi temizleyecek kadar bol yağmur da yağmadığı İçin "guana" adı verilen bu gübreler uzun süre bozulmadan kalabilir. Bu gübreler genişliği 3 kilometre uzunluğu 300 kilometre olan bir alanı kaplamış durumdadır. Gübre tabakasının kalınlığı da 15 metreyi bulur. İşte bu çevre uzun süre devletlerin barut yapması için gerekli olan ham maddeyi sağlamıştır.
Bütün devletler Şili'den gübre satın almak zorunda kalmıştır. Yalnız Almanya 1913 yılında Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bu gübrelerden tam 750.000 ton satın almıştı. İngiltere de aynı miktar gübre almış ve bu iki ülke bu maddelerden yaptıkları barutları birbirlerine karşı kullanmışlardı. Ancak Almanlar savaş sırasında havadan aldıkları azotla potasyum nitrat yapmayı başardılar. Böylece barut yapımı için Şili'deki gübreler yerine bitmek tükenmek bilmeyen havadan yararlanılmaya başlandı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Bomba
Bomba çok eskiden bulunmuş bir silahtır. Romalıların bomba kullandığı biliniyor. Bombayı düzenli ordular içinde ilk kez kullanan ise Fransızlar olmuştur (1427). İkinci Viyana Kuşatması'nda Avusturyalılar 1808-1809 yıllarında da Napoleon orduları bomba kullandılar.
Havada atılan ilk bombalar ise 1849 yılında Avusturya ordusunda kullanıldı. Bunlar sıcak hava balonlarına tutturulmuş
ağır ağır yanan tapalarla donanmış bombalardı. Avusturyalılar bu
bombaları Venedik'e attılar. Bu ilk bombaların yaptığı hasar pek
azdıysa da Venedik ahalisini son derece korkutmaya yetti. Bombaları ilk kez uçaktan atanlar ise İtalyanlar oldu. 1912 yılında İtalyan pilotları Batı Trablus üzerine içleri nitrogliserin doldurulmuş kutular attılar. Aynı yıl İspanyollar da Faslılar'a karşı bomba kullandılar.
Osmanlılar da 1877- 1878 seferinde Şıpka ve Pievne savaşlarında Ruslara karşı bomba kullanmışlardır. Bomba Birinci Dünya Savaşı sırasında geniş ölçüde kullanılmaya başlandı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise
Türk işçilerinin yaptığı ve "Ankara Bombası" adı verilen
bombanın büyük yararları görüldü. İkinci
Dünya Savaşı'nda ise bombalar çok geniş ölçüde kullanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda A.B.D. Hava Kuvvetleri topu topu 125 ton bomba attığı halde İkinci Dünya Savaşı'nda yalnız İngiltere üzerine 42.000 ton bomba atıldı.
Bomba çok eskiden bulunmuş bir silahtır. Romalıların bomba kullandığı biliniyor. Bombayı düzenli ordular içinde ilk kez kullanan ise Fransızlar olmuştur (1427). İkinci Viyana Kuşatması'nda Avusturyalılar 1808-1809 yıllarında da Napoleon orduları bomba kullandılar.
Havada atılan ilk bombalar ise 1849 yılında Avusturya ordusunda kullanıldı. Bunlar sıcak hava balonlarına tutturulmuş
ağır ağır yanan tapalarla donanmış bombalardı. Avusturyalılar bu
bombaları Venedik'e attılar. Bu ilk bombaların yaptığı hasar pek
azdıysa da Venedik ahalisini son derece korkutmaya yetti. Bombaları ilk kez uçaktan atanlar ise İtalyanlar oldu. 1912 yılında İtalyan pilotları Batı Trablus üzerine içleri nitrogliserin doldurulmuş kutular attılar. Aynı yıl İspanyollar da Faslılar'a karşı bomba kullandılar.
Osmanlılar da 1877- 1878 seferinde Şıpka ve Pievne savaşlarında Ruslara karşı bomba kullanmışlardır. Bomba Birinci Dünya Savaşı sırasında geniş ölçüde kullanılmaya başlandı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise
Türk işçilerinin yaptığı ve "Ankara Bombası" adı verilen
bombanın büyük yararları görüldü. İkinci
Dünya Savaşı'nda ise bombalar çok geniş ölçüde kullanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda A.B.D. Hava Kuvvetleri topu topu 125 ton bomba attığı halde İkinci Dünya Savaşı'nda yalnız İngiltere üzerine 42.000 ton bomba atıldı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Mürekkep
M.Ö 2500 yıllarında bulunan Çin mürekkebi bir yana Mısırlılar da aşağı yukarı aynı çağlarda mürekkep kullanıyorlardı. Asurlular Mısırlılar hatta Yunanlılardan kalma pişirilmiş toprak levhalar veya taş üzerine yazılmış pek çok yazıt günümüze kadar ulaştığı gibi Mısırlıların yeraltı mezarlarında da mürekkeple (siyah ve kırmızı) yazılmış papirüsler bulundu.
Bu elyazmalarında Calamus hatta tüy kalem kullanıldığı sanılmaktadır. Balmumu tabletler ve kazı kalemi
Yunanlılar ile Romalılar için düşüncelerini yazı
halinde ifade etmeye yarayan tek araç değildi; ayrıca
mürekkep de kullandılar. Zaten Plinius Marcus Vitrunius Polio ve Dicskorides`in eserlerinde mürekkep formülleri yer alır.
Eskiçağ'da sepi ali ve demir tannanlı mürekkepler biliniyordu. Bu mürekkeplerin elyazmalarını kopya eden sanatçılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Bazı parşömenlerde baş harflerin erguvan rengi (temel maddesi zencefre cıva sülfür ve kantaşı) mürekkeple yazıldığı görülür.
Bizanslılarda kırmızı mürekkep (kutsal mürekkep)
imparatorluk yazışmalarında kullanılırdı ancak 470 Fermanı'yla bu
mürekkebin özel yazışmalarında kullanılması yasaklandı.
Ortaçağ elyazmalarında altın ve gümüş yıldızlı çeşitli mürekkeplere rastlanılır. Bu çağda siyah mürekkep yapımında
özellikle mazı urundan yararlanılırdı. Fakat bu yapım usulü
çok ilkeldi ve mürekkep kalitesiz olduğu için bugün elde bulunan yazmalar ya soluk ya tamamen renksizdir.
18. yüzyılda
mürekkep yapımında bir gelişme görüldü ve daha
bilimsel usullere başvuruldu. Yeniçağ'da çok
çeşitli ve renk renk mürekkepler ortaya çıktı. Daha
sonra dolmakalem mürekkebi kopya mürekkebi marka mürekkebi; tipografi litografi baskılarda kullanılan yağlı altın gümüş bronz yıldızlı matbaa mürekkepleri yapıldı.
Türkler 20. yüzyıla kadar genellikle bezit yağının yakılmasından elde edilen bezir mürekkebini kullandılar. Siyah mürekkep ise Musul mazısı sirke göztaşı ve temiz suyun kaynatılıp süzülmesinden sonra içine biraz Arap zamkı katılmasıyla hazırlanılırdı.
Uzun süre mürekkep yapım usûlleri gizli tutuldu. Her matbaacı mürekkebini kendi yapıyordu. Ancak 1818 yılında Fransız matbaacısı Pierre Lorilleux ilk mürekkep fabrikasını kurdu ve yaptığı mürekkepleri diğer matbaalara satmaya başladı.
Görünmez Mürekkep
Savaş dönemlerinde ajanların haber iletimi pek güvenli değildi. Açık yazılmış mektuplar okunabilir şifreler çözülebilir telefonlar dinlenebilirdi. Bu yüzden gizli bilgi aktarmak isteyenler her zaman görünmez mürekkeplere başvurmuşlardır.
Yazı mürekkebi günümüzden 6000
yıl kadar önce Mısır'da bulunduğuna göre gelişi güzel
kimselerin okuyamadığı mürekkep de bu tarihlerde bulunmuş
olabilir. Bizanslı Philomenes meşe yazısından elde edilen bir gizli mürekkepten söz etmiştir. George Washington ile Kont Rumford
yazışmalarda bu mürekkebi kullanmışlardır. Bu mürekkebin
okunur hale gelmesi için bir dizi kimyasal işlem yapılması
gereklidir.
M.Ö 2500 yıllarında bulunan Çin mürekkebi bir yana Mısırlılar da aşağı yukarı aynı çağlarda mürekkep kullanıyorlardı. Asurlular Mısırlılar hatta Yunanlılardan kalma pişirilmiş toprak levhalar veya taş üzerine yazılmış pek çok yazıt günümüze kadar ulaştığı gibi Mısırlıların yeraltı mezarlarında da mürekkeple (siyah ve kırmızı) yazılmış papirüsler bulundu.
Bu elyazmalarında Calamus hatta tüy kalem kullanıldığı sanılmaktadır. Balmumu tabletler ve kazı kalemi
Yunanlılar ile Romalılar için düşüncelerini yazı
halinde ifade etmeye yarayan tek araç değildi; ayrıca
mürekkep de kullandılar. Zaten Plinius Marcus Vitrunius Polio ve Dicskorides`in eserlerinde mürekkep formülleri yer alır.
Eskiçağ'da sepi ali ve demir tannanlı mürekkepler biliniyordu. Bu mürekkeplerin elyazmalarını kopya eden sanatçılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Bazı parşömenlerde baş harflerin erguvan rengi (temel maddesi zencefre cıva sülfür ve kantaşı) mürekkeple yazıldığı görülür.
Bizanslılarda kırmızı mürekkep (kutsal mürekkep)
imparatorluk yazışmalarında kullanılırdı ancak 470 Fermanı'yla bu
mürekkebin özel yazışmalarında kullanılması yasaklandı.
Ortaçağ elyazmalarında altın ve gümüş yıldızlı çeşitli mürekkeplere rastlanılır. Bu çağda siyah mürekkep yapımında
özellikle mazı urundan yararlanılırdı. Fakat bu yapım usulü
çok ilkeldi ve mürekkep kalitesiz olduğu için bugün elde bulunan yazmalar ya soluk ya tamamen renksizdir.
18. yüzyılda
mürekkep yapımında bir gelişme görüldü ve daha
bilimsel usullere başvuruldu. Yeniçağ'da çok
çeşitli ve renk renk mürekkepler ortaya çıktı. Daha
sonra dolmakalem mürekkebi kopya mürekkebi marka mürekkebi; tipografi litografi baskılarda kullanılan yağlı altın gümüş bronz yıldızlı matbaa mürekkepleri yapıldı.
Türkler 20. yüzyıla kadar genellikle bezit yağının yakılmasından elde edilen bezir mürekkebini kullandılar. Siyah mürekkep ise Musul mazısı sirke göztaşı ve temiz suyun kaynatılıp süzülmesinden sonra içine biraz Arap zamkı katılmasıyla hazırlanılırdı.
Uzun süre mürekkep yapım usûlleri gizli tutuldu. Her matbaacı mürekkebini kendi yapıyordu. Ancak 1818 yılında Fransız matbaacısı Pierre Lorilleux ilk mürekkep fabrikasını kurdu ve yaptığı mürekkepleri diğer matbaalara satmaya başladı.
Görünmez Mürekkep
Savaş dönemlerinde ajanların haber iletimi pek güvenli değildi. Açık yazılmış mektuplar okunabilir şifreler çözülebilir telefonlar dinlenebilirdi. Bu yüzden gizli bilgi aktarmak isteyenler her zaman görünmez mürekkeplere başvurmuşlardır.
Yazı mürekkebi günümüzden 6000
yıl kadar önce Mısır'da bulunduğuna göre gelişi güzel
kimselerin okuyamadığı mürekkep de bu tarihlerde bulunmuş
olabilir. Bizanslı Philomenes meşe yazısından elde edilen bir gizli mürekkepten söz etmiştir. George Washington ile Kont Rumford
yazışmalarda bu mürekkebi kullanmışlardır. Bu mürekkebin
okunur hale gelmesi için bir dizi kimyasal işlem yapılması
gereklidir.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Tekerleğin İcadı
Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı tekerleği de Güneybatı Asya'ya borçluyuz.
Elimize
tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir
belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en
eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser Gawra'da M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur'da
M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek
çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı
kesinlikle bilinmiyor. General Frugier'nin ilginç ve inandırıcı
varsayımına göre; Yontma Taş Çağı'ndan başlayarak insan avladığı hayvanı kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını
böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar
yüklerini iki ağaç kütüğünün
üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy'ye
göre; tekerleğin atası
tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir.
Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer
ülkelerinde M.Ö. 3.000'den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.
Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift
tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak
işten bile değildir. Gerçekten de M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere
ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört
tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler
sabitti.
Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau'ya göre yaban eşeği. O dönemde bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.
Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya
Doğu Sibirya ve Mançurya'da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş
Çağı'nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı
Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve
dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu'nun
güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı
göçebe halkın hayatı her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın atın sırtında geçiyordu. Onu gem'e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya'ya akınları sonucunda bu bölgede atı tanıdı ilk uygarlıklar insanlığın bu en soylu buluşunu paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.
Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya
arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk
defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya'da
görülen araba giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır'a girince Firavun'un ordusunda
1917'de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde
yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan
gücü olarak henüz öküz ve eşekten
yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı
bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş
aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak
dönemi olan Yeni İmparatorluk'tan kalan belgeler Firavun'u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde bir eliyle dizginleri tutar ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.
Bunu izleyen on yüzyıl boyunca araba savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı
iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları
sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur'un ünlü kralları
Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların
tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir
kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına
saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler.
Ancak bu ağır "topçu gücü"nün yanı sıra yeni bir
silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı
parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz
Asur atlıları İskender�in fetihlerine yol açan öncüler oldular.
Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı tekerleği de Güneybatı Asya'ya borçluyuz.
Elimize
tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir
belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en
eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser Gawra'da M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur'da
M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek
çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı
kesinlikle bilinmiyor. General Frugier'nin ilginç ve inandırıcı
varsayımına göre; Yontma Taş Çağı'ndan başlayarak insan avladığı hayvanı kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını
böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar
yüklerini iki ağaç kütüğünün
üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy'ye
göre; tekerleğin atası
tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir.
Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer
ülkelerinde M.Ö. 3.000'den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.
Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift
tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak
işten bile değildir. Gerçekten de M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere
ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört
tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler
sabitti.
Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau'ya göre yaban eşeği. O dönemde bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.
Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya
Doğu Sibirya ve Mançurya'da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş
Çağı'nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı
Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve
dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu'nun
güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı
göçebe halkın hayatı her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın atın sırtında geçiyordu. Onu gem'e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya'ya akınları sonucunda bu bölgede atı tanıdı ilk uygarlıklar insanlığın bu en soylu buluşunu paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.
Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya
arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk
defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya'da
görülen araba giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır'a girince Firavun'un ordusunda
1917'de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde
yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan
gücü olarak henüz öküz ve eşekten
yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı
bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş
aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak
dönemi olan Yeni İmparatorluk'tan kalan belgeler Firavun'u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde bir eliyle dizginleri tutar ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.
Bunu izleyen on yüzyıl boyunca araba savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı
iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları
sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur'un ünlü kralları
Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların
tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir
kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına
saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler.
Ancak bu ağır "topçu gücü"nün yanı sıra yeni bir
silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı
parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz
Asur atlıları İskender�in fetihlerine yol açan öncüler oldular.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Kibrit
Kibrit 1809'da icat edildi; bu küçücük âlet sadece uçlarından biri
içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış
küçük bir kükürtlü tahta
parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun
sülfürik aside daldırmak gerekiyordu: bu da tehlikeli ve
oyalayıcı bir işti.
Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında Dole'de on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Sauria bu karışıma en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti. Daha sonra İsveç'te çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu.
Türkiye 1929'a kadar kibriti Avrupa'dan ithal ederdi; ilk fabrika
İstanbul'da Büyükdere'de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet
tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952'de serbest bırakıldı ve bu
tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu.
Kibrit 1809'da icat edildi; bu küçücük âlet sadece uçlarından biri
içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış
küçük bir kükürtlü tahta
parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun
sülfürik aside daldırmak gerekiyordu: bu da tehlikeli ve
oyalayıcı bir işti.
Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında Dole'de on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Sauria bu karışıma en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti. Daha sonra İsveç'te çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu.
Türkiye 1929'a kadar kibriti Avrupa'dan ithal ederdi; ilk fabrika
İstanbul'da Büyükdere'de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet
tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952'de serbest bırakıldı ve bu
tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Mikrodalga Fırınlar
Diyelim ki
normal bir fırında bir keki pişiriyorsunuz. Kekler normal olarak
170-180 derecede pişirilirler. Ama siz fırını yanlışlıkla 250 dereceye
ayarlarsanız olacak olan kekin daha içi ısınmamışken dışının yanmasıdır. Normal bir fırında
ısı önce yemeğin piştiği kap sonra da yemeğin dışı ile temas eder
ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru
hava da kekin içi hala nemli iken dışını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluşmasına yol açar.
Bir mikrodalga fırında kullanılan yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500 megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup frekansları FM radyo bandı frekansının yaklaşık 20 mislidir.
Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su yağ ve şeker tarafından çok rahat emilmelerine rağmen plastik cam seramik gibi malzemeler nitrojen ve oksijen gibi gazlarca emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar.
Sık sık mikrodalga fırınların
yiyeceği içinden dışına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru
değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini
etkilerler. Yani yiyeceğin dışından başlayıp içine doğru
ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildin
Su ve yağ molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmış olmaları
sebebi ile ısınma da aynı zamanda her yerde olur.
Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha
kalın ve yoğun kısımlarından farklı şekilde direnç görerek
geçtiklerinden yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluşabilir.
Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da diğer fırınlardaki gibi sıcak olmayıp oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte kızarmış bir kabuk oluşmasına mani olur.
Bir mikrodalga fırınına giysilerinizden birini koyarsanız
kumaş aniden ısınır ve içerdeki havayı da ısıtır. Kumaş yanmasa
da normal bir fırında olacağı gibi kumaşın yüzeyinde kırışık bir
kabuk oluşur.
Daha ilginci bir mikrodalga fırının içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız fincanın içindeki suyun ısısı suyun kaynama noktasını geçtiği halde suyun kaynamadığını hava kabarcıklarının çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır içine bir kahve kaşığı sokar veya onu içinde kahve bulunan bir kaba dökerseniz aniden kabarcıklarla kaynayacak ve hatta taşacaktır.
Diyelim ki
normal bir fırında bir keki pişiriyorsunuz. Kekler normal olarak
170-180 derecede pişirilirler. Ama siz fırını yanlışlıkla 250 dereceye
ayarlarsanız olacak olan kekin daha içi ısınmamışken dışının yanmasıdır. Normal bir fırında
ısı önce yemeğin piştiği kap sonra da yemeğin dışı ile temas eder
ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru
hava da kekin içi hala nemli iken dışını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluşmasına yol açar.
Bir mikrodalga fırında kullanılan yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500 megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup frekansları FM radyo bandı frekansının yaklaşık 20 mislidir.
Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su yağ ve şeker tarafından çok rahat emilmelerine rağmen plastik cam seramik gibi malzemeler nitrojen ve oksijen gibi gazlarca emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar.
Sık sık mikrodalga fırınların
yiyeceği içinden dışına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru
değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini
etkilerler. Yani yiyeceğin dışından başlayıp içine doğru
ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildin
Su ve yağ molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmış olmaları
sebebi ile ısınma da aynı zamanda her yerde olur.
Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha
kalın ve yoğun kısımlarından farklı şekilde direnç görerek
geçtiklerinden yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluşabilir.
Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da diğer fırınlardaki gibi sıcak olmayıp oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte kızarmış bir kabuk oluşmasına mani olur.
Bir mikrodalga fırınına giysilerinizden birini koyarsanız
kumaş aniden ısınır ve içerdeki havayı da ısıtır. Kumaş yanmasa
da normal bir fırında olacağı gibi kumaşın yüzeyinde kırışık bir
kabuk oluşur.
Daha ilginci bir mikrodalga fırının içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız fincanın içindeki suyun ısısı suyun kaynama noktasını geçtiği halde suyun kaynamadığını hava kabarcıklarının çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır içine bir kahve kaşığı sokar veya onu içinde kahve bulunan bir kaba dökerseniz aniden kabarcıklarla kaynayacak ve hatta taşacaktır.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Hava Yastıkları
Hava
yastıkları 80'li yılların başında ortaya çıktıklarından beri
binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci
Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında
bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı.
Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle
karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası süratle şişmenin sağlanması ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs...
Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki
ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine
sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı
diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken
sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak
şekildedir.
İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren
arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir tuğla duvara
yaklaşık saatte 15 - 25 kilometre süratle çarpıldığında
oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır.
Son olarak da şişirme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış
veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle
şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal
reaksiyonun ana maddesi 'sodyum azide'dir
yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca
anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az
miktarından yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir.
Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere
buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek
için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum
ile birleşebilecek bir gaz daha kullanıyorlar ki bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar.
Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada
NaNS'ün bulunduğu tüpe bir elektrik sinyali gönderir.
Burada çok küçük bir spark oluşur ve bunun
yarattığı ısıdan da NaN3 çözülür
açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir.
Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması
ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30
milisaniye yani 0.030 saniye.
Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile
kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani
olur.
Hava
yastıkları 80'li yılların başında ortaya çıktıklarından beri
binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci
Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında
bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı.
Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle
karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası süratle şişmenin sağlanması ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs...
Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki
ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine
sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı
diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken
sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak
şekildedir.
İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren
arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir tuğla duvara
yaklaşık saatte 15 - 25 kilometre süratle çarpıldığında
oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır.
Son olarak da şişirme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış
veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle
şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal
reaksiyonun ana maddesi 'sodyum azide'dir
yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca
anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az
miktarından yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir.
Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere
buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek
için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum
ile birleşebilecek bir gaz daha kullanıyorlar ki bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar.
Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada
NaNS'ün bulunduğu tüpe bir elektrik sinyali gönderir.
Burada çok küçük bir spark oluşur ve bunun
yarattığı ısıdan da NaN3 çözülür
açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir.
Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması
ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30
milisaniye yani 0.030 saniye.
Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile
kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani
olur.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Silah Susturucuları
Filmlerde görmüşsünüzdür. Aslında kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse işitilemeyecek kadar çok düşük bir seviyeye indirilebilmektedir.
Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza
indirirler ve de çok basit bir prensibe göre
çalışırlar. Bir balon düşünün
bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar.
Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı
boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak
basınçlı havanın yavaşça boşalmasını sağlarsanız çok az bir ses çıkar.
Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap
veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok
yüksek bir ses çıkmasına rağmen
normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses
çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın
arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.
Her iki örnekte de görüldüğü gibi kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salını verirse ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.
Kurşunu silahtan atabilmek için
kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok
yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya
çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.
Kurşun mermiden çıktığında
bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese
benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede
200 kilogram olan basınç şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkmasına yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi namludan 20-30 kat daha fazladır. Kurşunun arkasındaki sıkıştırılmış
basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık
santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan
çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi
basınçlı gaz olmadığından normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi çok az bir ses çıkarır.
Filmlerde görmüşsünüzdür. Aslında kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse işitilemeyecek kadar çok düşük bir seviyeye indirilebilmektedir.
Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza
indirirler ve de çok basit bir prensibe göre
çalışırlar. Bir balon düşünün
bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar.
Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı
boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak
basınçlı havanın yavaşça boşalmasını sağlarsanız çok az bir ses çıkar.
Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap
veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok
yüksek bir ses çıkmasına rağmen
normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses
çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın
arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.
Her iki örnekte de görüldüğü gibi kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salını verirse ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.
Kurşunu silahtan atabilmek için
kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok
yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya
çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.
Kurşun mermiden çıktığında
bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese
benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede
200 kilogram olan basınç şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkmasına yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi namludan 20-30 kat daha fazladır. Kurşunun arkasındaki sıkıştırılmış
basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık
santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan
çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi
basınçlı gaz olmadığından normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi çok az bir ses çıkarır.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Yalan Makinesi
Televizyondan veya gazetelerden bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak
doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini
görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi
çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara
da bu test uygulanmaktadır.
'Polygraph' denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın
o Nefes alış hızı.
o Nabzı.
o Kan basıncı (tansiyonu).
o Terleme miktarı.
kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.
Yalan makinesi testi başladığında
sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın
verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra
gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya
devam edilir.
Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması
tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin
belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan
söylendiğini derhal anlayabilir.
Her şeye rağmen insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan yalan söylerken farklı davranabildiklerinden bu test mükemmele ulaşmış değildir bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.
Televizyondan veya gazetelerden bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak
doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini
görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi
çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara
da bu test uygulanmaktadır.
'Polygraph' denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın
o Nefes alış hızı.
o Nabzı.
o Kan basıncı (tansiyonu).
o Terleme miktarı.
kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.
Yalan makinesi testi başladığında
sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın
verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra
gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya
devam edilir.
Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması
tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin
belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan
söylendiğini derhal anlayabilir.
Her şeye rağmen insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan yalan söylerken farklı davranabildiklerinden bu test mükemmele ulaşmış değildir bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Güneşte Kararan Gözlükler
Güneş ışığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960'ların sonlarında geliştirildi yaygın olarak kullanılmaya başlanılması ise 1990'lı yıllarda oldu.
Bu tip gözlük camlan fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 001 ile 01
arasında gümüş kristalleri ihtiva eden özel camlardan
yapılırlar. Kristaller normalde şeffaf olup son derecede
küçüktürler ve gözlük camına
bakıldığında fark edilmezler.
Gözlük camlarına bol miktarda Ultraviyole ışın ihtiva eden
güneş ışığı geldiği zaman kristallerdeki gümüş iyonları
etkilenerek gümüş atomlarına dönüşür ve camın
içinde küçük gümüş parçacıklar
oluşturmaya başlarlar. Bu siyah-beyaz fotoğrafçılıktaki
partiküllerin oluşumuna benzer ve tamamen kimyasal bir
reaksiyondur.
Bu gümüş parçacıkları sivri uçlu ve o kadar
düzensiz şekillerdedirler ki gelen ışığı olduğu gibi absorbe
ederler hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar.
Gözlük tekrar loş bir ortama götürüldüğünde
gümüş atomları tekrar birleşerek gümüş kristalleri
haline dönüşürler ve gözlük camının rengi
normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar da
çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski
haline dönmezlerse fırında kısa süre ile
(çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir.
Başlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak
yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın kalın olduğu kısımlarda daha
koyu
ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin
üzerleri milimetrenin binde beşi kalınlığında kaplanmaya başlandı.
Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150'si
kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak fotokromatik tabaka
kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine işleniyor.
Fotokromatik camlar gördüğümüz ışığa değil
Ultraviyole ışınlarına hassastırlar ve reaksiyona girerler. Dolayısıyla
Ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camların arkasında arabaların içinde ortam çok ışıklı da olsa kararmazlar.
Güneş ışığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960'ların sonlarında geliştirildi yaygın olarak kullanılmaya başlanılması ise 1990'lı yıllarda oldu.
Bu tip gözlük camlan fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 001 ile 01
arasında gümüş kristalleri ihtiva eden özel camlardan
yapılırlar. Kristaller normalde şeffaf olup son derecede
küçüktürler ve gözlük camına
bakıldığında fark edilmezler.
Gözlük camlarına bol miktarda Ultraviyole ışın ihtiva eden
güneş ışığı geldiği zaman kristallerdeki gümüş iyonları
etkilenerek gümüş atomlarına dönüşür ve camın
içinde küçük gümüş parçacıklar
oluşturmaya başlarlar. Bu siyah-beyaz fotoğrafçılıktaki
partiküllerin oluşumuna benzer ve tamamen kimyasal bir
reaksiyondur.
Bu gümüş parçacıkları sivri uçlu ve o kadar
düzensiz şekillerdedirler ki gelen ışığı olduğu gibi absorbe
ederler hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar.
Gözlük tekrar loş bir ortama götürüldüğünde
gümüş atomları tekrar birleşerek gümüş kristalleri
haline dönüşürler ve gözlük camının rengi
normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar da
çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski
haline dönmezlerse fırında kısa süre ile
(çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir.
Başlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak
yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın kalın olduğu kısımlarda daha
koyu
ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin
üzerleri milimetrenin binde beşi kalınlığında kaplanmaya başlandı.
Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150'si
kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak fotokromatik tabaka
kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine işleniyor.
Fotokromatik camlar gördüğümüz ışığa değil
Ultraviyole ışınlarına hassastırlar ve reaksiyona girerler. Dolayısıyla
Ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camların arkasında arabaların içinde ortam çok ışıklı da olsa kararmazlar.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Termos
Tek sebebi var
vakum yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki
kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam
şişedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da
üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk
vardır.
Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet
ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır.
İçerden dışarıya
dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine
kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve
sıcak kalır soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz soğukluğunu muhafaza eder.
Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği 1643 yılından
Toricelli'nin bugünkü termometrelerin atası olan civalı
barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu
muhafaza edebilecek aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu.
Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar 1890'lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı.
Dewar'ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği
iyi gördü ve 1903'de Almanya'da patentini aldı. Hatta ismi
için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan
isim Yunanca 'ısı' anlamına gelen 'Thermos' oldu. Bu isim 1970 yılına
kadar ticari bir marka olarak kaldı. Sonraları bu tip cihazların genel
ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi.
Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak
kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve güney kutbuna giden kaşifler
Everest'in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu.
Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa
karşı insanların güven duyguları arttı. Termos piknik
çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baştaki
yerini aldı.
Tek sebebi var
vakum yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki
kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam
şişedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da
üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk
vardır.
Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet
ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır.
İçerden dışarıya
dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine
kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve
sıcak kalır soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz soğukluğunu muhafaza eder.
Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği 1643 yılından
Toricelli'nin bugünkü termometrelerin atası olan civalı
barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu
muhafaza edebilecek aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu.
Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar 1890'lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı.
Dewar'ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği
iyi gördü ve 1903'de Almanya'da patentini aldı. Hatta ismi
için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan
isim Yunanca 'ısı' anlamına gelen 'Thermos' oldu. Bu isim 1970 yılına
kadar ticari bir marka olarak kaldı. Sonraları bu tip cihazların genel
ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi.
Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak
kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve güney kutbuna giden kaşifler
Everest'in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu.
Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa
karşı insanların güven duyguları arttı. Termos piknik
çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baştaki
yerini aldı.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
Geri: İcatlar Ve Keşifler
Çömlekçilik ve Madenler
Tarih
öncesi toplumlarının gücünü sağlayan sanayilerden
biri olan çömlekçiliğin gelişmesi de tekerlek
sayesinde olmuştur.
Daha önce söylediğimiz gibi
seramik. Cilâlı Taş Çağı'nda biliniyordu. 'Bu insanların
killi toprağa elle biçim vererek meydana getirdikleri
çanak-çömlekler bugün arkeologlara kazıların tarihlerini tespit etme imkânını vermektedir. Çömlekçi hammaddesine elleriyle istediği biçimi verdikten sonra
bunu güneşte pişirirdi. Pişirme işlemini ateşte yapmayı ve iklim
şartlarının etkisinden kurtarmak için kapalı yerde pişirmeyi neden sonra düşünebildi. Böylece ilkel fırın doğmuş oluyordu.
İlk sanayinin eserleri kısa sürede Yakın Doğu'yu sardı; bunlar boyalı desenlerle süslü Mezopotamya çanak-çömlekleri çok güzel şekiller verilmiş ve üstleri mavi . yeşil sırla kaplı Mısır vazolarıdır. Ortak yönleri her ikisinin de çok gözenekli olmalarıdır; ancak bunun pek sakıncası olmasa gerekti çünkü bu kaplar sıvı değil tahıl ve tohum koymaya yarıyordu Sümerler iki küpü birleştirerek tabut olarak kullanmaktaydılar.
Günün birinde 'aklı evvel' bir zanaatçı
imal ettiği vazolara daha düzgün yuvarlak biçim
verebilmek için dönen bir tepsi kullanmanın yerinde
olacağını düşündü. Bu buluş hangi tarihe rastlar? Tekerleğin icadından hemen sonraya diyebiliriz; çünkü dönme'nin izlerine M.Ö 4.000 yıllarından kalma vazolarda bile rastlanmaktadır. Bu dönen tepsinin
başlangıçta zanaatçının elle çevirdiği tahta bir
tekerlek olduğu kesinlikle kabul edilebilir Aynı eksene monte edilmiş
ayakla çevrilen bir "düzenteker" (Makinelerde devinim
hızını düzgün tutmaya yarayan büyük çaplı
çark.) biçimindeki tezgâh daha sonra bulunmuştur.
Öte yandan birkaç taşla inşa edilmekte olan derme
çatma ocaklar da yavaş yavaş gelişmiş; bacalı ve tuğladan
yapılma fırınlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bugün Louvre Müzesinin ve British Museum'un Eski Sanatlar
Bölümlerinin vitrinlerini dolduran sayısız
çanak-.çömlekler işte böyle doğdu. Buralarda şimdi mavi sırlı Mısır fayanslarını Perslerden kalma Sus şehrinde imal edilmiş renk renk panoları
İndüs'ün pembe çanaklarını. Kuzeydoğu Çin
yapısı siyah hamurdan üç ayaklı vazoları ve inanılmaz
zariflikte Girit vazolarını hayranlıkla seyrediyoruz. Aynı
çağlarda Sarı Irmak boylarındaki Çinliler yeni bir hamur
denemekteydiler. Bunu Kaolin'den (beyaz kil) elde ediyorlardı.
Böylece tertemiz bir işçilik ve eşsiz bir zarifliğe imkân veren "porselen" icat edilmiş oldu.
Bu çeşitli sanayilerin köşelerinde kendi hallerinde geliştiklerini düşünmek büyük bir hata olur. Mısır'ı Ege adalarını Mezopotamya'yı Bülücistan'ı İndüs vadisini ve hatta Sarı Irmak'ı kapsayan geniş bir ticaretin var olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu insanlar gerek eşek sonrada deve kervanlarıyla gerekse akarsuların akışlarına uyarak deniz kıyılarını izleyerek durmadan yolculuk ederlerdi. Yükleri de özellikle seramik eşyaydı. Buna tohum parfüm deri kumaş sanat eşyaları mermer fildişi ve hızla gelişmekte olan madenciliğin yarattığı yeni ihtiyaç maddeleri de eklenirdi.
M.Ö. 3.000 yılından başlayarak Giritliler
Mezopotamyalılar ve Mısırlılar hızla bakırın yerini almakta olan tuncu
bol miktarda imal edebilmekteydiler. Yüzde 90 bakır ve yüzde
10 kalay karışımıyla elde edilen bu maden yepyeni bir sanayinin hammaddesi olmuştu. Dökümcüler madeni kalıplamadan önce kalıba bir 'çekirdek' koyarak delik meydana getirmeyi biliyorlardı. Delik sayesinde mızrak kılıç ve balta gibi araçlara tahta saplar geçiriliyordu. Bu silahlar tahtanın madene perçin çivisiyle çakılmasıyla de imal edilmekteydi.
Bundan başka "halk sınıfları" için tunçtan süs eşyası da yapılıyordu öyle ki bu maden kuyumculukta da önemli bir yer tutmaktaydı. Tunçtan küpe yüzük kolye bilezik
taç gibi eşyalar Mısır ve 'Mezopotamya'da özellikle aranan
ticari mallardı. Louristan'daki kazılardan çıkarılan
birçok kalıntılar bu çeşit süslerin zırhlara silahlara atların üzengilerine ve gemlerine kadar yayıldığını göstermektedir.
Bununla birlikte
önemli kişiler bu 'değersiz' madene pek. 'itibar' etmemekte;
pahalı süsleri tercih etmekteydiler. M.Ö. 3.000 yıllarında
altının bilindiği bir gerçektir. Akarsularda saf olarak
bulunabilen bu maden parlaklığı
rengi ve işleme kolaylığı gibi niteliklerinden ötürü
hemen kuyumculuğun en çok aranan maddesi haline gelivermişti.
Çağımızdan beş bin yıl önce altın Sümerlerde
bugün bizde olduğundan daha bol ve yaygındı. Gerçekten de
bugün altın süs eşyasını Güney Amerikalı birkaç
zenginden ya da bazı zenci boksörlerden başka bir Ur kralcığı kadar kim takıp takıştırabilir?
1927'de Ur'da bir kral mezarı ortaya çıkaran Wooley'in
gördüğü manzara karşısında neden şaşkınlığa
düştüğünü gözünüzde
canlandırabilirsiniz: Hükümdar mezarına bütün eviyle birlikte; yani muhafızları savaş arabası seyisi öküzü ve dokuz karısıyla gömülmüştü. Ayrıca ev eşyaları altın ve bakır silahtar gümüş ve altın sofra takımları çeşitli mücevherler altın kabzalı hançerler iğneler taçlar küpeler altından ve gümüşten yapılmış taşlı araba süsleri de mezara konmuştu.
Milattan otuz yüzyıl önce kilolarla altının kullanıldığı ve
bu çeşit bir 'israfa kuyumcuların sanat ve dehalarını
dökmüş olmaları insanlık tarihinin başlangıç çağının saltanatı üzerine yeterli bilgi vermektedir. Gerçekten de bu Tutmosis II. Ramses
l. ve II. Sargon gibi büyük 'inşaatçı'ların göz
kamaştırıcı saltanatlarına yaraşır bir dönem olmuştu.
Roma ve Atina'nın henüz birer kulübe topluluğu halin de
bulunduğu sırada bu 'haşmetli' imparatorluklarda yüce
uygarlıkların eserleri olan dev şehirler yer yer yükselmekteydi:
Ege adalarında Knosos; Nil boyunda Teb; Fırat boyunda Babil; Dicle'de
Ninova; İndüs üzerindeki olağanüstü şehir Mohenjo-Daro... Dünyanın karanlığını boylu boyunca yaran parlak ışıklı bir yıldız dizişiydi sanki.
Tarih
öncesi toplumlarının gücünü sağlayan sanayilerden
biri olan çömlekçiliğin gelişmesi de tekerlek
sayesinde olmuştur.
Daha önce söylediğimiz gibi
seramik. Cilâlı Taş Çağı'nda biliniyordu. 'Bu insanların
killi toprağa elle biçim vererek meydana getirdikleri
çanak-çömlekler bugün arkeologlara kazıların tarihlerini tespit etme imkânını vermektedir. Çömlekçi hammaddesine elleriyle istediği biçimi verdikten sonra
bunu güneşte pişirirdi. Pişirme işlemini ateşte yapmayı ve iklim
şartlarının etkisinden kurtarmak için kapalı yerde pişirmeyi neden sonra düşünebildi. Böylece ilkel fırın doğmuş oluyordu.
İlk sanayinin eserleri kısa sürede Yakın Doğu'yu sardı; bunlar boyalı desenlerle süslü Mezopotamya çanak-çömlekleri çok güzel şekiller verilmiş ve üstleri mavi . yeşil sırla kaplı Mısır vazolarıdır. Ortak yönleri her ikisinin de çok gözenekli olmalarıdır; ancak bunun pek sakıncası olmasa gerekti çünkü bu kaplar sıvı değil tahıl ve tohum koymaya yarıyordu Sümerler iki küpü birleştirerek tabut olarak kullanmaktaydılar.
Günün birinde 'aklı evvel' bir zanaatçı
imal ettiği vazolara daha düzgün yuvarlak biçim
verebilmek için dönen bir tepsi kullanmanın yerinde
olacağını düşündü. Bu buluş hangi tarihe rastlar? Tekerleğin icadından hemen sonraya diyebiliriz; çünkü dönme'nin izlerine M.Ö 4.000 yıllarından kalma vazolarda bile rastlanmaktadır. Bu dönen tepsinin
başlangıçta zanaatçının elle çevirdiği tahta bir
tekerlek olduğu kesinlikle kabul edilebilir Aynı eksene monte edilmiş
ayakla çevrilen bir "düzenteker" (Makinelerde devinim
hızını düzgün tutmaya yarayan büyük çaplı
çark.) biçimindeki tezgâh daha sonra bulunmuştur.
Öte yandan birkaç taşla inşa edilmekte olan derme
çatma ocaklar da yavaş yavaş gelişmiş; bacalı ve tuğladan
yapılma fırınlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bugün Louvre Müzesinin ve British Museum'un Eski Sanatlar
Bölümlerinin vitrinlerini dolduran sayısız
çanak-.çömlekler işte böyle doğdu. Buralarda şimdi mavi sırlı Mısır fayanslarını Perslerden kalma Sus şehrinde imal edilmiş renk renk panoları
İndüs'ün pembe çanaklarını. Kuzeydoğu Çin
yapısı siyah hamurdan üç ayaklı vazoları ve inanılmaz
zariflikte Girit vazolarını hayranlıkla seyrediyoruz. Aynı
çağlarda Sarı Irmak boylarındaki Çinliler yeni bir hamur
denemekteydiler. Bunu Kaolin'den (beyaz kil) elde ediyorlardı.
Böylece tertemiz bir işçilik ve eşsiz bir zarifliğe imkân veren "porselen" icat edilmiş oldu.
Bu çeşitli sanayilerin köşelerinde kendi hallerinde geliştiklerini düşünmek büyük bir hata olur. Mısır'ı Ege adalarını Mezopotamya'yı Bülücistan'ı İndüs vadisini ve hatta Sarı Irmak'ı kapsayan geniş bir ticaretin var olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu insanlar gerek eşek sonrada deve kervanlarıyla gerekse akarsuların akışlarına uyarak deniz kıyılarını izleyerek durmadan yolculuk ederlerdi. Yükleri de özellikle seramik eşyaydı. Buna tohum parfüm deri kumaş sanat eşyaları mermer fildişi ve hızla gelişmekte olan madenciliğin yarattığı yeni ihtiyaç maddeleri de eklenirdi.
M.Ö. 3.000 yılından başlayarak Giritliler
Mezopotamyalılar ve Mısırlılar hızla bakırın yerini almakta olan tuncu
bol miktarda imal edebilmekteydiler. Yüzde 90 bakır ve yüzde
10 kalay karışımıyla elde edilen bu maden yepyeni bir sanayinin hammaddesi olmuştu. Dökümcüler madeni kalıplamadan önce kalıba bir 'çekirdek' koyarak delik meydana getirmeyi biliyorlardı. Delik sayesinde mızrak kılıç ve balta gibi araçlara tahta saplar geçiriliyordu. Bu silahlar tahtanın madene perçin çivisiyle çakılmasıyla de imal edilmekteydi.
Bundan başka "halk sınıfları" için tunçtan süs eşyası da yapılıyordu öyle ki bu maden kuyumculukta da önemli bir yer tutmaktaydı. Tunçtan küpe yüzük kolye bilezik
taç gibi eşyalar Mısır ve 'Mezopotamya'da özellikle aranan
ticari mallardı. Louristan'daki kazılardan çıkarılan
birçok kalıntılar bu çeşit süslerin zırhlara silahlara atların üzengilerine ve gemlerine kadar yayıldığını göstermektedir.
Bununla birlikte
önemli kişiler bu 'değersiz' madene pek. 'itibar' etmemekte;
pahalı süsleri tercih etmekteydiler. M.Ö. 3.000 yıllarında
altının bilindiği bir gerçektir. Akarsularda saf olarak
bulunabilen bu maden parlaklığı
rengi ve işleme kolaylığı gibi niteliklerinden ötürü
hemen kuyumculuğun en çok aranan maddesi haline gelivermişti.
Çağımızdan beş bin yıl önce altın Sümerlerde
bugün bizde olduğundan daha bol ve yaygındı. Gerçekten de
bugün altın süs eşyasını Güney Amerikalı birkaç
zenginden ya da bazı zenci boksörlerden başka bir Ur kralcığı kadar kim takıp takıştırabilir?
1927'de Ur'da bir kral mezarı ortaya çıkaran Wooley'in
gördüğü manzara karşısında neden şaşkınlığa
düştüğünü gözünüzde
canlandırabilirsiniz: Hükümdar mezarına bütün eviyle birlikte; yani muhafızları savaş arabası seyisi öküzü ve dokuz karısıyla gömülmüştü. Ayrıca ev eşyaları altın ve bakır silahtar gümüş ve altın sofra takımları çeşitli mücevherler altın kabzalı hançerler iğneler taçlar küpeler altından ve gümüşten yapılmış taşlı araba süsleri de mezara konmuştu.
Milattan otuz yüzyıl önce kilolarla altının kullanıldığı ve
bu çeşit bir 'israfa kuyumcuların sanat ve dehalarını
dökmüş olmaları insanlık tarihinin başlangıç çağının saltanatı üzerine yeterli bilgi vermektedir. Gerçekten de bu Tutmosis II. Ramses
l. ve II. Sargon gibi büyük 'inşaatçı'ların göz
kamaştırıcı saltanatlarına yaraşır bir dönem olmuştu.
Roma ve Atina'nın henüz birer kulübe topluluğu halin de
bulunduğu sırada bu 'haşmetli' imparatorluklarda yüce
uygarlıkların eserleri olan dev şehirler yer yer yükselmekteydi:
Ege adalarında Knosos; Nil boyunda Teb; Fırat boyunda Babil; Dicle'de
Ninova; İndüs üzerindeki olağanüstü şehir Mohenjo-Daro... Dünyanın karanlığını boylu boyunca yaran parlak ışıklı bir yıldız dizişiydi sanki.
AsiRuH- yönetici
-
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08
1 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
1 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz