.talk4her

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.talk4her

müzik dinle klip izle indir resim google yetkinforum video download youtube islamiyet ilahi


    İslÂm, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet -forumnetten-

    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    İslÂm, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet -forumnetten- Empty İslÂm, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet -forumnetten-

    Mesaj  AsiRuH Salı Ocak 13, 2009 7:00 pm

    1. İSLÂM NEDİR, MÜSLÜMAN KİME DENİR?

    İslâm;
    boyun eğme, teslim olma, sulh yapma demektir. Dinî ilimler
    ıstılâhında ise bu mânâların yanında, kalb ile
    inanma, inandığını yaşama, Allâh’ın kazâ ve kaderine
    râzi olup gönülden teslim olma mânâlarını
    da ifade eder.

    Bu itibarla İslâm, en son ve en
    mükemmel dinin adı olduğu gibi, ilk insan ve ilk peygamber Hz.
    Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya
    (aleyhimüsselâm) gelinceye kadar her peygamberin tebliğe
    memur olduğu Hak dinin de adıdır. Ona İslâm adını ise,
    “Allah indinde hak din İslâm’dır” (1) buyurarak
    bizzat Cenâb-ı Hak vermiştir. Ve yine buyurmuştur ki,
    “Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize
    nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a
    râzi oldum.” (2) “Kim İslâm’dan başka bir
    din ararsa, bilsin ki o din, ondan asla kabul edilmeyecektir.”
    (3)

    İslâm, âlemşümûl (uyd. evrensel)
    bir dindir. Bundan başka İlâhî bir din gelmediği ve
    gelmeyeceği gibi, kıyâmete kadar onda herhangi bir değişiklik de
    olmayacaktır.

    İlâhî bir nizâm olan
    İslâm dini; akıl sahiplerini, kendi güzel irâde ve
    arzularıyla, bizzat hayra götürür, dünya ve
    âhirette saâdet ve selâmete ulaştırır, Cemâl-i
    İlâhî’ye kavuşturur. (4)

    Müslüman
    olmak için kelime-i şehâdet getirmek kâfidir.
    Kelime-i şehâdet ise, “Eşhedü en lâ ilâhe
    illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
    resûlüh” kelimeleridir.

    Kelime-i
    şehâdeti söylemek, yani Allah’tan başka hiçbir
    ilah olmadığını, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) onun
    kulu ve resûlü olduğunu kalbiyle tasdik etmek,
    Müslüman olmak için temel şarttır. Bu, imanın
    özüdür.

    Bir kimse, Allâh’tan başka
    ilah olmadığına inandığı, onun varlığını-birliğini tasdik ettiği halde,
    Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul etmediği takdirde
    Müslüman olamaz. Zira kelime-i şehâdet, bu
    hâliyle bir bütündür; yarısına değil, tamamına
    inanmak gerekir, iman parça-buçuk kabul etmez.

    Tasavvuf
    ıstılâhında ise İslâm; dinin getirdiği hükümlerin
    tatbiki hususunda mutlaka Resûlüllâh’ın (s.a.v.)
    sünnetine uyulmasıdır. (Fahreddin Irâkî,
    Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf) Ezelî hükümleri
    kabullenme ve nefsin esâretinden kurtulup bütün
    mevcudiyetinle Hakk’a teslim olmadır. (5)

    2. ŞERÎAT NEYE DENİR?

    Din
    ile aynı mânâda kullanılan şerîat, Arap
    lisânında açık ve geniş cadde, insanı bir ırmağa, bir su
    kaynağına götüren yol, demektir. Ayrıca, sırât-ı
    müstakîm (doğru yol) mânâsına da gelir. Daha
    sonra “dinî hükümler”e isim olmuştur.
    Çünkü dinî hükümler de, insanları,
    ictimâî ve mânevî hayatlarının kemâline
    vesîle olan İlâhî feyz ve irfan kaynağına
    kavuşturacak bir yoldur. İslâm hukuk lisânında ise;
    Cenâb-ı Hakk’ın kulları için vaz‘etmiş olduğu,
    dînî-dünyevî emir ve yasakları ihtivâ eden
    hükümler topluluğudur. Meselâ: Şerîat-ı
    Mûsâ, Şerîat-ı Muhammediye gibi...

    Kur’ân-ı
    Kerim’de, “Sonra da seni din mevzuunda bir şerîat
    sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma” (6)
    buyrulur. Burada şerîat kelimesi, İlâhî yol ve
    hükümler mânâsınadır. Diğer bir târifle;
    Kitap, sünnet, icma‘ ve kıyâs-ı fukahâ dediğimiz
    edille-i şer‘iye’ye istinâd eden İlâhî
    kanunlardır... Şer‘-i şerîf, Şerîat-ı İslâmiye
    gibi. (7)

    Şerîat kelimesi çoğu zaman, hem
    aslî (i‘tikâdî) hükümleri, hem de
    fer’î (amelî) hükümler olan
    ibâdet-ahlâk ve muâmelâtla ilgili hususları
    içine alacak tarzda umumî bir tâbir olarak din
    mânâsında kullanılır. Diğer taraftan ibâdet ve
    muâmelâtla alâkalı dinî hükümlerin
    hepsine birden “şerîat” veya “ahkâm-ı
    şer‘iye” denmesi de yaygındır. Bir başka ifadeyle
    şerîat, İslâm’ın hukuk sistemi, hukuk düzeni
    demektir. “İslâm şerîati” ifadesiyle de,
    Kur’an ve sünnetten kaynaklanan dinî hukukun tamamı
    kastedilir. Meselâ Osmanlı hukukunda sıkça kullanılan
    “şer‘-i şerif” tâbiri de bu
    mânâdadır.

    Tasavvufta şerîat; dinin temel ve
    zâhirî hükümlerini tasdik ve tatbik
    mânâsında kullanılır ve hakikate ulaşmanın ön
    şartlarından biri olarak kabul edilir. Bu itibarla şerîat, dinin
    amelî ve zâhirî yönünü, tarîkat
    ise ferdin iç dünyasını ve derûnî cihetini
    temsil eder. Şerîatten geçmeyen yolun, hakikate
    götürmeyeceği de çok açık bir şekilde ifade
    edilir.
    Tasavvuf erbâbınca, beden ve dünya ile ilgili
    zâhirî ve şer‘î hükümlere
    şerîat veya fıkıh; kalb ve âhiretle alâkalı
    bâtınî ve sırrî (derûnî ve
    rûhî) hükümlere de hakikat ve tasavvuf
    denilmiştir. Bazan da öncekine amelî fıkıh, ikincisine de
    vicdânî fıkıh tâbiri kullanılmıştır. Asıl itibariyle
    şerîat ve hakikat (tasavvuf), birbirinden ayrı ve farklı şeyler
    değildir. O bakımdan aralarında bir tenâkuz ve uyuşmazlık olmaz.
    Âdeta şerîat hakîkatin dış yüzü,
    hakîkat ise şerîatin iç yüzüdür.

    Ancak
    bazı hallerde bunlar, esasta bir olmakla beraber, zâhiren
    birbirine aykırı gibi görülebilir. Mûsa
    aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen
    hâdisede olduğu gibi. ( Burada Hz. Mûsa’nın bildiği
    hükümler şerîat, Hz. Hızır’ın bildikleri ise
    hakikat; yani ma‘rifet, ledün ilmi, tasavvuftur. Dolayısiyle
    ortada bir zıddiyet bahis mevzuu değildir.

    Hâsılı, şerîate dayanmayan, ona bağlı olmayan hiçbir hakîkat mûteber ve makbul olmaz.

    Dilerseniz mevzuu güzel bir şiirle noktalayalım:

    Şerîatte seninki senin, benimki benim.
    Tarîkatte seninki senin, benimki de senin.
    Hakikatte ne seninki senin, ne de benimki benim;
    Hepsi mâlikü’l-mülk olan Hakk’ın.(9)
    ***
    Şerîatı
    da bu şekilde târif ve îzah ettikten sonra, şimdi gelelim
    şerîatın tamamlayıcı cüzleri/unsurları olan tarîkat,
    hakîkat ve ma‘rifetin îzahlarına...

    A) TARÎKAT

    Tarîkat,
    yol demektir. Tasavvuf lisânında ise meslek, evrâd,
    ezkâr ve mânevî bakımdan Hakk’a ermek
    için intisab edilen ve tâkib olunan yol
    mânâsında kullanılır.

    Seyyid Şerif
    Cürcânî’nin (k.s.) târifi ile
    tarîkat; menzilleri (mânevî yoldaki konak yerlerini)
    geçip mesâfe alabilmek ve yüce makamlarda
    terakkî edebilmekten (yükselip ilerlemekten) ibârettir
    ki, bu da Allah Teâlâ’nın yoluna sâlik olanlara
    (girenlere) mahsus bir sîret, yani hâl-tavır-ahlâk ve
    gidiştir. (10)

    Bu anlatılanları, şöyle hulâsa edebiliriz:
    Tarîkat;
    insanın, İlâhî ahlâk ile ahlâklanmayı
    öğrenip hâl olarak yaşayabilmesi ve nihâyet
    Allâh’ın rızâsını tahsil edebilmesi için, bir
    mürşid-i kâmil ve mükemmilin terbiyesinden
    istifâde ve istifâza maksadiyle tâkip ettiği yoldur,
    usûldür.

    Sünnî tarîkatlerden bazılarının isimlerini şöyle sıralayabiliriz:
    Nakşibendiye, Kadiriye, Rifâiyye, Yeseviye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye, Şâzeliye...

    Zamanla
    bunların şûbe ve kolları da teşekkül etmiştir.
    Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi, farklı
    yönler de vardır. Dileyen herkes kendi hilkatine-fıtratına, kendi
    meşrebine, ruh yapısına ve mânevî zevkine göre bir yol
    tutar.

    B) HAKÎKAT

    Hakîkat; bir şeyin
    doğrusu, aslı, künhü ve mâhiyeti; mecâz ve
    teşbîhin gayri, aslî mânâ; kâinât,
    tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan
    soyulmuş ve açık olan doğruluk mânâsınadır.

    Akâid
    ve kelâm ilminde hakîkat, eşyanın hakîkati yani
    mâhiyeti demektir. Fıkıh ve tefsirde, mecâzın zıddı
    mânâsında kullanılır.

    Tasavvuf ıstılâhında
    hakîkat, “ittisâfun
    bi-evsâfillâh”dır. Yani hakîki fâil olan
    Cenâb-ı Hakk’ın, sâlikten vasıflarını alarak, yerine
    kendi vasıflarını koymasıdır. Hakîkat, tasavvuf
    mânâsına da gelir. Bir bakıma hakîkat, yukarıda da
    açıklandığı üzere şerîatin iç
    yüzüdür.

    Tasavvuf erbâbına göre,
    aslen tarîkat ve hakîkat, şerîatın sûreti ile
    hakîkatı arasında vâsıtadır. Şerîatın sûreti,
    velâyet kemâlâtının güzel bir ağacı;
    nübüvvet kemâlâtı da, o sûretin
    hakîkatının meyvesi gibidir. Velâyetin bütün
    kemâlâtının aslı esası, şerîatın sûretinin
    neticeleridir. Nübüvvet kemâlâtı da,
    şerîatın hakîkatının meyveleridir. Hâsılı,
    tarîkat ve hakîkat, şerîatı tamamlayan iki
    cüzdür. [Velâyet; velîlik-ermişlik, Cenâb-ı
    Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâsını dost edinmesi, Allah ile
    kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. İmâm-ı
    Rabbânî hazretlerine göre üç kısım
    velâyet vardır: a) Velâyet-i suğrâ, b)
    Velâyet-i kübrâ, c) Velâyet-i ulyâ.]
    “Velâyet kemâlâtı”, velîliğin
    eksiksiz, tam ve mükemmel hâlidir. Velâyet
    kemâlâtı Şâfiî fıkhına, nübüvvet
    kemâlâtı ise Hanefî fıkhına uygundur.(11)

    Mutasavvıflara
    göre; şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma‘rifet
    diye dört kapı vardır ve hakîkat bu kapıların
    üçüncüsüdür.

    C) MA‘RİFET

    Tanımak,
    bilgi, âşinalık, tecrübe ve amelî bilgi
    mânâlarına gelen bu kelime, tasavvufî bir tâbir
    olarak Allâh’ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe
    götürmeyecek derecede sağlam bir ilme sahip olmak demektir.
    Başka bir ifadeyle ma‘rifet, Hakk’ı tanıma,
    Rabbânî tecellîleri bilip kavrama, İlâhî
    hakîkatlere vâkıf olma ve Allâh’ın
    rızâsına uygun hareket etmeyi bilmektir. Bu, vehbî (Allah
    vergisi olan) bir basîrettir. Kaynağı kalb, ruh ve sâir
    letâif yoluyla ilham, keşif ve müşâhededir.
    “İlim”den epeyce farklı bir mânâ ifade eder.
    Zira ilmin kaynağı akıl, his organları ve nakildir. Onun için
    zâhirî ilimler hakkında bilgi sahibi olanlara
    “âlim” denir de, “ârif” denmez.
    Sûfî ve velîlere ise hem “âlim”,
    hem de “ârif” denilir.

    İmâm Kuşeyrî (k.s.) hazretleri ma‘rifeti şöyle anlatıyor:
    “Âlimlere
    göre ma‘rifet, ilim mânâsınadır. Onlara
    göre ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir.
    Allâh’ı bilen herkes âriftir. Her ârif de
    âlimdir. Ma‘rifet şu vasıflara sahib olan kişinin
    sıfatıdır. Bu kişi Hak sabhânehû ve
    teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra
    Hak ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere
    bulunur... Kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden
    temizlenerek saf hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında
    uzun uzadıya bekler ve daimî sûrette kalbi ile
    i‘tikâf hâlinde olur. Bütün bunların
    semeresi ve neticesi olarak, Allah Teâlâ’dan
    güzel bir teveccühe kavuşur. Cenâb-ı Hak onun
    bütün hallerinde sıdk üzere olmasını hâsıl eder.
    Böylece o kul kendisini Allah’tan başkasına dâvet eden
    hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Dolayısıyla halka
    yabancı, nefsinin âfetlerinden berî ve uzak olur. O her an
    Allâh’a müteveccihtir. İlâhî kudretin
    tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları, Cenâb-ı
    Hakk’ın tarifi ile bilir. İşte o zaman böyle kimseye
    ârif denir. Onun bu hâli ise, ma‘rifet ismini alır.

    “Ma‘rifet
    aynı zamanda sonsuz bir saâdet kaynağıdır. Her şeyin
    saâdeti kendi yaratılışına uygundur. Yani her şey ne için
    yaratılmışsa, ondan zevk alır. Göz, güzel şeyleri
    görmekten, kulak güzel sesleri işitmekten zevk alır. Kalb ise
    bilmek, tanımak ve tatmak için yaratılmıştır. Bilgilerin en
    lezzetlisi de, en üstün olanıdır. En mükemmel olanın
    bilgisi ise, en üstün, en şerefli ve en güzelidir. O
    bakımdan ma‘rifetullâha vâkıf olmak, en
    büyük mânevî zevk ve saâdete vesîle
    olacaktır.” (12)

    Kısaca analatılmak gerekirse,
    ma‘rifet öyle bir şeydir ki; herkesçe bilinenlerin
    sâhası dışında ve onların ötesinde bir idrâktir...
    İdrâk-i basît de denilir. [“İdrâk”
    anlayış, kavrayış demektir. Tasavvufta iki türlü idrâk
    vardır. Birincisi “idrâk-i basît” ki,
    Hakk’ın varlığını idrâk etmekle beraber bu idrâkin ve
    idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmamaktır. İkincisi ise,
    “idrâk-i mürekkeb”dir. Bu da, Hakk’ın
    varlığını idrâk etmekle birlikte bu idrâkin ve idrâk
    edilen Hakk’ın şuurunda olmaktır.] (13) İlim,
    mübtedîlerin (yolun başındakilerin), ma‘rifet
    müntehîlerin (sona ulaşanların) nasîbidir;
    fenâdan önce hâsıl olmaz, fânî’den
    başkasına müyesser değildir. Fenâ mertebesinde de değişik
    kademeler olduğundan, müntehîler arasındaki ma‘rifet
    derecelerinde de farklar bulunur. Bir kimsenin fenâ hâli
    tam mânâsıyla kemâle ererse, onun ma‘rifeti de
    tam olarak kemâl bulmuş olur. Fenâ derecesi düşük
    olanların, hâliyle ma‘rifet dereceleri de düşük
    olur.(14)
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    İslÂm, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet -forumnetten- Empty Geri: İslÂm, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet -forumnetten-

    Mesaj  AsiRuH Salı Ocak 13, 2009 7:01 pm

    [“Fenâ” lûgaten
    yokluk, hiçlik demektir. Tasavvufta ise, kulun fiilini
    görmemesi hâlidir. Kulun kendi şahsî irâde ve
    arzusuna göre değil, Allâh’ın irâde ve isteğine
    göre hareket etmesi; kendi irâdesini, Allâh’ın
    irâdesinde fâni kılması, yok etmesidir. “Fenâ
    fillâh”, Allah’ta fâni olmak; kulun,
    beşerî vasıflardan ve kötü arzulardan sıyrılıp
    İlâhî vasıflarla donanmasıdır.]

    İmâm-ı A‘zam-ı Kûfî (rh.), bir münâcatında şöyle demiştir:
    “Sübhâneke
    mâ abednâke hakka ibâdetike ve lâkin
    arafnâke hakka ma‘rifetike.”

    Meâli:
    “Allâh’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzîh,
    kemâl sıfatlarla tavsîf ederim. Sana hakkıyla ibâdet
    edemedik; lâkin, hakîki ma‘rifetle sana karşı irfan
    sahibi olduk.”

    Burada ibâdeti hakkıyla edâ
    edemeyişin mânâsı açıktır. Ona, lâyıkıyla
    ibâdet yapılamayacağını herkes bilir. Ma‘rifetin hakkıyla
    elde edilmesi ise ancak, “Onun (benzeri olmak şöyle dursun)
    benzeri gibisi dahi yoktur” (15) ünvânı ile onu
    anlamaya bağlıdır. Yani bu ifade, Allah Teâlâ’nın
    hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir yoldan tam olarak
    tanınamayacağını iyi anladık, demektir. Zira Allâh’ın
    zâtında ilme, şühûda ve ma‘rifete aslâ yol
    yoktur. Ayrıca yanlış anlaşılmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk’ı
    sıradan herkes böyle –Hz. İmâm’ın
    ma‘rifeti gibi de– tanıyamaz. Ma‘rifet (tanımak)
    başkadır, ilim (bilmek) başkadır. Herkes ilim sahibi olabilir,
    ma‘rifet ise yukarıda da ifade edildiği üzere, fenâ
    mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. (16)

    Evet, şerîat
    hakîkatin kışrı, kabuğu yani dış yüzüdür;
    hakîkat ise şerîatin lübbü, özü,
    iç yüzüdür. Şerîatten hakîkate
    ulaştıran yola tarîkat, şer‘î hükümleri
    koruyup yerli yerine oturtmaya da ma‘rifet denilmektedir.

    Bunlardan
    birincisi avâma, ikincisi havâssa,
    üçüncüsü,
    havâssu’l-havâssa, dördüncüsü de
    ehassu havâssu’l-havâssa mahsustur. [Avam: halk;
    havâs: vasıflı kişiler, âlimler;
    havâssu’l-havâs: üstün vasıflara sahip olan
    mümtaz ve güzîde ferdler; ehassu
    havâssu’l-havâs: en üstün vasıflara sahip
    olan kimseler, ârifler.]

    Görüldüğü
    üzere, bu mefhumlar silsilesini birbirinden ayırmak
    imkânsız... Çünkü bunlar, birbirlerinin
    lâzım-ı gayr-i müfârikıdır... Yani, olmazsa olmaz,
    birbirlerinden ayrılmaz parçalarıdırlar. Ve yine bunlardan her
    biri, ancak şerîatla tamam olur... Şerîatı mükemmel
    olmayanın; tarîkat, hakîkat ve ma‘rifeti de olmaz!
    İnsan, bütün bu yolları ikmâl ettikten sonra
    şerîatı ifsat edecek olursa; tarîkat, hakîkat ve
    ma‘rifeti de bozmuş olur. Çünkü; şerîat
    ağaç, tarîkat o ağacın dalları, hakîkat ile
    ma‘rifet ise yaprakları ve meyveleri gibidir. Binâenaleyh,
    ağaç olmayınca; dalları, yaprakları ve meyveleri de olmaz. (17)

    Ağaç
    dikmekten maksat; (ondan çeşitli yönlerden istifade ve
    bilhassa) meyve elde etmektir. Ağaçlar ayakta kaldıkları
    müddetçe meyveleri de düşecek (devşirilecek)tir. O
    ağaçların kökünde (kuruyup) bozulma olduğu zaman,
    meyveleri de yok olur. O ne büyük ahmaklıktır ki, ağacı
    kökünden sökerek meyveleri devşirilmeye
    çalışılır. Halbuki ağaçlar ne kadar bakımlı olursa,
    meyveleri de o kadar bol ve güzel olur. Her ne kadar meyve
    gâye değilse de, ağacın bir parçasıdır. (18) O bakımdan
    tarîkat, hakîkat ve ma‘rifetin sağlıklı olabilmesi
    için de, öncelikle şerîatin tam ve mükemmel
    olarak yaşanması gerekir.

      Forum Saati C.tesi Haz. 01, 2024 2:05 pm