1. İSLÂM NEDİR, MÜSLÜMAN KİME DENİR?
İslâm;
boyun eğme, teslim olma, sulh yapma demektir. Dinî ilimler
ıstılâhında ise bu mânâların yanında, kalb ile
inanma, inandığını yaşama, Allâh’ın kazâ ve kaderine
râzi olup gönülden teslim olma mânâlarını
da ifade eder.
Bu itibarla İslâm, en son ve en
mükemmel dinin adı olduğu gibi, ilk insan ve ilk peygamber Hz.
Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya
(aleyhimüsselâm) gelinceye kadar her peygamberin tebliğe
memur olduğu Hak dinin de adıdır. Ona İslâm adını ise,
“Allah indinde hak din İslâm’dır” (1) buyurarak
bizzat Cenâb-ı Hak vermiştir. Ve yine buyurmuştur ki,
“Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a
râzi oldum.” (2) “Kim İslâm’dan başka bir
din ararsa, bilsin ki o din, ondan asla kabul edilmeyecektir.”
(3)
İslâm, âlemşümûl (uyd. evrensel)
bir dindir. Bundan başka İlâhî bir din gelmediği ve
gelmeyeceği gibi, kıyâmete kadar onda herhangi bir değişiklik de
olmayacaktır.
İlâhî bir nizâm olan
İslâm dini; akıl sahiplerini, kendi güzel irâde ve
arzularıyla, bizzat hayra götürür, dünya ve
âhirette saâdet ve selâmete ulaştırır, Cemâl-i
İlâhî’ye kavuşturur. (4)
Müslüman
olmak için kelime-i şehâdet getirmek kâfidir.
Kelime-i şehâdet ise, “Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh” kelimeleridir.
Kelime-i
şehâdeti söylemek, yani Allah’tan başka hiçbir
ilah olmadığını, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) onun
kulu ve resûlü olduğunu kalbiyle tasdik etmek,
Müslüman olmak için temel şarttır. Bu, imanın
özüdür.
Bir kimse, Allâh’tan başka
ilah olmadığına inandığı, onun varlığını-birliğini tasdik ettiği halde,
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul etmediği takdirde
Müslüman olamaz. Zira kelime-i şehâdet, bu
hâliyle bir bütündür; yarısına değil, tamamına
inanmak gerekir, iman parça-buçuk kabul etmez.
Tasavvuf
ıstılâhında ise İslâm; dinin getirdiği hükümlerin
tatbiki hususunda mutlaka Resûlüllâh’ın (s.a.v.)
sünnetine uyulmasıdır. (Fahreddin Irâkî,
Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf) Ezelî hükümleri
kabullenme ve nefsin esâretinden kurtulup bütün
mevcudiyetinle Hakk’a teslim olmadır. (5)
2. ŞERÎAT NEYE DENİR?
Din
ile aynı mânâda kullanılan şerîat, Arap
lisânında açık ve geniş cadde, insanı bir ırmağa, bir su
kaynağına götüren yol, demektir. Ayrıca, sırât-ı
müstakîm (doğru yol) mânâsına da gelir. Daha
sonra “dinî hükümler”e isim olmuştur.
Çünkü dinî hükümler de, insanları,
ictimâî ve mânevî hayatlarının kemâline
vesîle olan İlâhî feyz ve irfan kaynağına
kavuşturacak bir yoldur. İslâm hukuk lisânında ise;
Cenâb-ı Hakk’ın kulları için vaz‘etmiş olduğu,
dînî-dünyevî emir ve yasakları ihtivâ eden
hükümler topluluğudur. Meselâ: Şerîat-ı
Mûsâ, Şerîat-ı Muhammediye gibi...
Kur’ân-ı
Kerim’de, “Sonra da seni din mevzuunda bir şerîat
sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma” (6)
buyrulur. Burada şerîat kelimesi, İlâhî yol ve
hükümler mânâsınadır. Diğer bir târifle;
Kitap, sünnet, icma‘ ve kıyâs-ı fukahâ dediğimiz
edille-i şer‘iye’ye istinâd eden İlâhî
kanunlardır... Şer‘-i şerîf, Şerîat-ı İslâmiye
gibi. (7)
Şerîat kelimesi çoğu zaman, hem
aslî (i‘tikâdî) hükümleri, hem de
fer’î (amelî) hükümler olan
ibâdet-ahlâk ve muâmelâtla ilgili hususları
içine alacak tarzda umumî bir tâbir olarak din
mânâsında kullanılır. Diğer taraftan ibâdet ve
muâmelâtla alâkalı dinî hükümlerin
hepsine birden “şerîat” veya “ahkâm-ı
şer‘iye” denmesi de yaygındır. Bir başka ifadeyle
şerîat, İslâm’ın hukuk sistemi, hukuk düzeni
demektir. “İslâm şerîati” ifadesiyle de,
Kur’an ve sünnetten kaynaklanan dinî hukukun tamamı
kastedilir. Meselâ Osmanlı hukukunda sıkça kullanılan
“şer‘-i şerif” tâbiri de bu
mânâdadır.
Tasavvufta şerîat; dinin temel ve
zâhirî hükümlerini tasdik ve tatbik
mânâsında kullanılır ve hakikate ulaşmanın ön
şartlarından biri olarak kabul edilir. Bu itibarla şerîat, dinin
amelî ve zâhirî yönünü, tarîkat
ise ferdin iç dünyasını ve derûnî cihetini
temsil eder. Şerîatten geçmeyen yolun, hakikate
götürmeyeceği de çok açık bir şekilde ifade
edilir.
Tasavvuf erbâbınca, beden ve dünya ile ilgili
zâhirî ve şer‘î hükümlere
şerîat veya fıkıh; kalb ve âhiretle alâkalı
bâtınî ve sırrî (derûnî ve
rûhî) hükümlere de hakikat ve tasavvuf
denilmiştir. Bazan da öncekine amelî fıkıh, ikincisine de
vicdânî fıkıh tâbiri kullanılmıştır. Asıl itibariyle
şerîat ve hakikat (tasavvuf), birbirinden ayrı ve farklı şeyler
değildir. O bakımdan aralarında bir tenâkuz ve uyuşmazlık olmaz.
Âdeta şerîat hakîkatin dış yüzü,
hakîkat ise şerîatin iç yüzüdür.
Ancak
bazı hallerde bunlar, esasta bir olmakla beraber, zâhiren
birbirine aykırı gibi görülebilir. Mûsa
aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen
hâdisede olduğu gibi. ( Burada Hz. Mûsa’nın bildiği
hükümler şerîat, Hz. Hızır’ın bildikleri ise
hakikat; yani ma‘rifet, ledün ilmi, tasavvuftur. Dolayısiyle
ortada bir zıddiyet bahis mevzuu değildir.
Hâsılı, şerîate dayanmayan, ona bağlı olmayan hiçbir hakîkat mûteber ve makbul olmaz.
Dilerseniz mevzuu güzel bir şiirle noktalayalım:
Şerîatte seninki senin, benimki benim.
Tarîkatte seninki senin, benimki de senin.
Hakikatte ne seninki senin, ne de benimki benim;
Hepsi mâlikü’l-mülk olan Hakk’ın.(9)
***
Şerîatı
da bu şekilde târif ve îzah ettikten sonra, şimdi gelelim
şerîatın tamamlayıcı cüzleri/unsurları olan tarîkat,
hakîkat ve ma‘rifetin îzahlarına...
A) TARÎKAT
Tarîkat,
yol demektir. Tasavvuf lisânında ise meslek, evrâd,
ezkâr ve mânevî bakımdan Hakk’a ermek
için intisab edilen ve tâkib olunan yol
mânâsında kullanılır.
Seyyid Şerif
Cürcânî’nin (k.s.) târifi ile
tarîkat; menzilleri (mânevî yoldaki konak yerlerini)
geçip mesâfe alabilmek ve yüce makamlarda
terakkî edebilmekten (yükselip ilerlemekten) ibârettir
ki, bu da Allah Teâlâ’nın yoluna sâlik olanlara
(girenlere) mahsus bir sîret, yani hâl-tavır-ahlâk ve
gidiştir. (10)
Bu anlatılanları, şöyle hulâsa edebiliriz:
Tarîkat;
insanın, İlâhî ahlâk ile ahlâklanmayı
öğrenip hâl olarak yaşayabilmesi ve nihâyet
Allâh’ın rızâsını tahsil edebilmesi için, bir
mürşid-i kâmil ve mükemmilin terbiyesinden
istifâde ve istifâza maksadiyle tâkip ettiği yoldur,
usûldür.
Sünnî tarîkatlerden bazılarının isimlerini şöyle sıralayabiliriz:
Nakşibendiye, Kadiriye, Rifâiyye, Yeseviye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye, Şâzeliye...
Zamanla
bunların şûbe ve kolları da teşekkül etmiştir.
Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi, farklı
yönler de vardır. Dileyen herkes kendi hilkatine-fıtratına, kendi
meşrebine, ruh yapısına ve mânevî zevkine göre bir yol
tutar.
B) HAKÎKAT
Hakîkat; bir şeyin
doğrusu, aslı, künhü ve mâhiyeti; mecâz ve
teşbîhin gayri, aslî mânâ; kâinât,
tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan
soyulmuş ve açık olan doğruluk mânâsınadır.
Akâid
ve kelâm ilminde hakîkat, eşyanın hakîkati yani
mâhiyeti demektir. Fıkıh ve tefsirde, mecâzın zıddı
mânâsında kullanılır.
Tasavvuf ıstılâhında
hakîkat, “ittisâfun
bi-evsâfillâh”dır. Yani hakîki fâil olan
Cenâb-ı Hakk’ın, sâlikten vasıflarını alarak, yerine
kendi vasıflarını koymasıdır. Hakîkat, tasavvuf
mânâsına da gelir. Bir bakıma hakîkat, yukarıda da
açıklandığı üzere şerîatin iç
yüzüdür.
Tasavvuf erbâbına göre,
aslen tarîkat ve hakîkat, şerîatın sûreti ile
hakîkatı arasında vâsıtadır. Şerîatın sûreti,
velâyet kemâlâtının güzel bir ağacı;
nübüvvet kemâlâtı da, o sûretin
hakîkatının meyvesi gibidir. Velâyetin bütün
kemâlâtının aslı esası, şerîatın sûretinin
neticeleridir. Nübüvvet kemâlâtı da,
şerîatın hakîkatının meyveleridir. Hâsılı,
tarîkat ve hakîkat, şerîatı tamamlayan iki
cüzdür. [Velâyet; velîlik-ermişlik, Cenâb-ı
Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâsını dost edinmesi, Allah ile
kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine göre üç kısım
velâyet vardır: a) Velâyet-i suğrâ, b)
Velâyet-i kübrâ, c) Velâyet-i ulyâ.]
“Velâyet kemâlâtı”, velîliğin
eksiksiz, tam ve mükemmel hâlidir. Velâyet
kemâlâtı Şâfiî fıkhına, nübüvvet
kemâlâtı ise Hanefî fıkhına uygundur.(11)
Mutasavvıflara
göre; şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma‘rifet
diye dört kapı vardır ve hakîkat bu kapıların
üçüncüsüdür.
C) MA‘RİFET
Tanımak,
bilgi, âşinalık, tecrübe ve amelî bilgi
mânâlarına gelen bu kelime, tasavvufî bir tâbir
olarak Allâh’ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe
götürmeyecek derecede sağlam bir ilme sahip olmak demektir.
Başka bir ifadeyle ma‘rifet, Hakk’ı tanıma,
Rabbânî tecellîleri bilip kavrama, İlâhî
hakîkatlere vâkıf olma ve Allâh’ın
rızâsına uygun hareket etmeyi bilmektir. Bu, vehbî (Allah
vergisi olan) bir basîrettir. Kaynağı kalb, ruh ve sâir
letâif yoluyla ilham, keşif ve müşâhededir.
“İlim”den epeyce farklı bir mânâ ifade eder.
Zira ilmin kaynağı akıl, his organları ve nakildir. Onun için
zâhirî ilimler hakkında bilgi sahibi olanlara
“âlim” denir de, “ârif” denmez.
Sûfî ve velîlere ise hem “âlim”,
hem de “ârif” denilir.
İmâm Kuşeyrî (k.s.) hazretleri ma‘rifeti şöyle anlatıyor:
“Âlimlere
göre ma‘rifet, ilim mânâsınadır. Onlara
göre ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir.
Allâh’ı bilen herkes âriftir. Her ârif de
âlimdir. Ma‘rifet şu vasıflara sahib olan kişinin
sıfatıdır. Bu kişi Hak sabhânehû ve
teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra
Hak ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere
bulunur... Kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden
temizlenerek saf hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında
uzun uzadıya bekler ve daimî sûrette kalbi ile
i‘tikâf hâlinde olur. Bütün bunların
semeresi ve neticesi olarak, Allah Teâlâ’dan
güzel bir teveccühe kavuşur. Cenâb-ı Hak onun
bütün hallerinde sıdk üzere olmasını hâsıl eder.
Böylece o kul kendisini Allah’tan başkasına dâvet eden
hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Dolayısıyla halka
yabancı, nefsinin âfetlerinden berî ve uzak olur. O her an
Allâh’a müteveccihtir. İlâhî kudretin
tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları, Cenâb-ı
Hakk’ın tarifi ile bilir. İşte o zaman böyle kimseye
ârif denir. Onun bu hâli ise, ma‘rifet ismini alır.
“Ma‘rifet
aynı zamanda sonsuz bir saâdet kaynağıdır. Her şeyin
saâdeti kendi yaratılışına uygundur. Yani her şey ne için
yaratılmışsa, ondan zevk alır. Göz, güzel şeyleri
görmekten, kulak güzel sesleri işitmekten zevk alır. Kalb ise
bilmek, tanımak ve tatmak için yaratılmıştır. Bilgilerin en
lezzetlisi de, en üstün olanıdır. En mükemmel olanın
bilgisi ise, en üstün, en şerefli ve en güzelidir. O
bakımdan ma‘rifetullâha vâkıf olmak, en
büyük mânevî zevk ve saâdete vesîle
olacaktır.” (12)
Kısaca analatılmak gerekirse,
ma‘rifet öyle bir şeydir ki; herkesçe bilinenlerin
sâhası dışında ve onların ötesinde bir idrâktir...
İdrâk-i basît de denilir. [“İdrâk”
anlayış, kavrayış demektir. Tasavvufta iki türlü idrâk
vardır. Birincisi “idrâk-i basît” ki,
Hakk’ın varlığını idrâk etmekle beraber bu idrâkin ve
idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmamaktır. İkincisi ise,
“idrâk-i mürekkeb”dir. Bu da, Hakk’ın
varlığını idrâk etmekle birlikte bu idrâkin ve idrâk
edilen Hakk’ın şuurunda olmaktır.] (13) İlim,
mübtedîlerin (yolun başındakilerin), ma‘rifet
müntehîlerin (sona ulaşanların) nasîbidir;
fenâdan önce hâsıl olmaz, fânî’den
başkasına müyesser değildir. Fenâ mertebesinde de değişik
kademeler olduğundan, müntehîler arasındaki ma‘rifet
derecelerinde de farklar bulunur. Bir kimsenin fenâ hâli
tam mânâsıyla kemâle ererse, onun ma‘rifeti de
tam olarak kemâl bulmuş olur. Fenâ derecesi düşük
olanların, hâliyle ma‘rifet dereceleri de düşük
olur.(14)
İslâm;
boyun eğme, teslim olma, sulh yapma demektir. Dinî ilimler
ıstılâhında ise bu mânâların yanında, kalb ile
inanma, inandığını yaşama, Allâh’ın kazâ ve kaderine
râzi olup gönülden teslim olma mânâlarını
da ifade eder.
Bu itibarla İslâm, en son ve en
mükemmel dinin adı olduğu gibi, ilk insan ve ilk peygamber Hz.
Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya
(aleyhimüsselâm) gelinceye kadar her peygamberin tebliğe
memur olduğu Hak dinin de adıdır. Ona İslâm adını ise,
“Allah indinde hak din İslâm’dır” (1) buyurarak
bizzat Cenâb-ı Hak vermiştir. Ve yine buyurmuştur ki,
“Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a
râzi oldum.” (2) “Kim İslâm’dan başka bir
din ararsa, bilsin ki o din, ondan asla kabul edilmeyecektir.”
(3)
İslâm, âlemşümûl (uyd. evrensel)
bir dindir. Bundan başka İlâhî bir din gelmediği ve
gelmeyeceği gibi, kıyâmete kadar onda herhangi bir değişiklik de
olmayacaktır.
İlâhî bir nizâm olan
İslâm dini; akıl sahiplerini, kendi güzel irâde ve
arzularıyla, bizzat hayra götürür, dünya ve
âhirette saâdet ve selâmete ulaştırır, Cemâl-i
İlâhî’ye kavuşturur. (4)
Müslüman
olmak için kelime-i şehâdet getirmek kâfidir.
Kelime-i şehâdet ise, “Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh” kelimeleridir.
Kelime-i
şehâdeti söylemek, yani Allah’tan başka hiçbir
ilah olmadığını, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) onun
kulu ve resûlü olduğunu kalbiyle tasdik etmek,
Müslüman olmak için temel şarttır. Bu, imanın
özüdür.
Bir kimse, Allâh’tan başka
ilah olmadığına inandığı, onun varlığını-birliğini tasdik ettiği halde,
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul etmediği takdirde
Müslüman olamaz. Zira kelime-i şehâdet, bu
hâliyle bir bütündür; yarısına değil, tamamına
inanmak gerekir, iman parça-buçuk kabul etmez.
Tasavvuf
ıstılâhında ise İslâm; dinin getirdiği hükümlerin
tatbiki hususunda mutlaka Resûlüllâh’ın (s.a.v.)
sünnetine uyulmasıdır. (Fahreddin Irâkî,
Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf) Ezelî hükümleri
kabullenme ve nefsin esâretinden kurtulup bütün
mevcudiyetinle Hakk’a teslim olmadır. (5)
2. ŞERÎAT NEYE DENİR?
Din
ile aynı mânâda kullanılan şerîat, Arap
lisânında açık ve geniş cadde, insanı bir ırmağa, bir su
kaynağına götüren yol, demektir. Ayrıca, sırât-ı
müstakîm (doğru yol) mânâsına da gelir. Daha
sonra “dinî hükümler”e isim olmuştur.
Çünkü dinî hükümler de, insanları,
ictimâî ve mânevî hayatlarının kemâline
vesîle olan İlâhî feyz ve irfan kaynağına
kavuşturacak bir yoldur. İslâm hukuk lisânında ise;
Cenâb-ı Hakk’ın kulları için vaz‘etmiş olduğu,
dînî-dünyevî emir ve yasakları ihtivâ eden
hükümler topluluğudur. Meselâ: Şerîat-ı
Mûsâ, Şerîat-ı Muhammediye gibi...
Kur’ân-ı
Kerim’de, “Sonra da seni din mevzuunda bir şerîat
sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma” (6)
buyrulur. Burada şerîat kelimesi, İlâhî yol ve
hükümler mânâsınadır. Diğer bir târifle;
Kitap, sünnet, icma‘ ve kıyâs-ı fukahâ dediğimiz
edille-i şer‘iye’ye istinâd eden İlâhî
kanunlardır... Şer‘-i şerîf, Şerîat-ı İslâmiye
gibi. (7)
Şerîat kelimesi çoğu zaman, hem
aslî (i‘tikâdî) hükümleri, hem de
fer’î (amelî) hükümler olan
ibâdet-ahlâk ve muâmelâtla ilgili hususları
içine alacak tarzda umumî bir tâbir olarak din
mânâsında kullanılır. Diğer taraftan ibâdet ve
muâmelâtla alâkalı dinî hükümlerin
hepsine birden “şerîat” veya “ahkâm-ı
şer‘iye” denmesi de yaygındır. Bir başka ifadeyle
şerîat, İslâm’ın hukuk sistemi, hukuk düzeni
demektir. “İslâm şerîati” ifadesiyle de,
Kur’an ve sünnetten kaynaklanan dinî hukukun tamamı
kastedilir. Meselâ Osmanlı hukukunda sıkça kullanılan
“şer‘-i şerif” tâbiri de bu
mânâdadır.
Tasavvufta şerîat; dinin temel ve
zâhirî hükümlerini tasdik ve tatbik
mânâsında kullanılır ve hakikate ulaşmanın ön
şartlarından biri olarak kabul edilir. Bu itibarla şerîat, dinin
amelî ve zâhirî yönünü, tarîkat
ise ferdin iç dünyasını ve derûnî cihetini
temsil eder. Şerîatten geçmeyen yolun, hakikate
götürmeyeceği de çok açık bir şekilde ifade
edilir.
Tasavvuf erbâbınca, beden ve dünya ile ilgili
zâhirî ve şer‘î hükümlere
şerîat veya fıkıh; kalb ve âhiretle alâkalı
bâtınî ve sırrî (derûnî ve
rûhî) hükümlere de hakikat ve tasavvuf
denilmiştir. Bazan da öncekine amelî fıkıh, ikincisine de
vicdânî fıkıh tâbiri kullanılmıştır. Asıl itibariyle
şerîat ve hakikat (tasavvuf), birbirinden ayrı ve farklı şeyler
değildir. O bakımdan aralarında bir tenâkuz ve uyuşmazlık olmaz.
Âdeta şerîat hakîkatin dış yüzü,
hakîkat ise şerîatin iç yüzüdür.
Ancak
bazı hallerde bunlar, esasta bir olmakla beraber, zâhiren
birbirine aykırı gibi görülebilir. Mûsa
aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen
hâdisede olduğu gibi. ( Burada Hz. Mûsa’nın bildiği
hükümler şerîat, Hz. Hızır’ın bildikleri ise
hakikat; yani ma‘rifet, ledün ilmi, tasavvuftur. Dolayısiyle
ortada bir zıddiyet bahis mevzuu değildir.
Hâsılı, şerîate dayanmayan, ona bağlı olmayan hiçbir hakîkat mûteber ve makbul olmaz.
Dilerseniz mevzuu güzel bir şiirle noktalayalım:
Şerîatte seninki senin, benimki benim.
Tarîkatte seninki senin, benimki de senin.
Hakikatte ne seninki senin, ne de benimki benim;
Hepsi mâlikü’l-mülk olan Hakk’ın.(9)
***
Şerîatı
da bu şekilde târif ve îzah ettikten sonra, şimdi gelelim
şerîatın tamamlayıcı cüzleri/unsurları olan tarîkat,
hakîkat ve ma‘rifetin îzahlarına...
A) TARÎKAT
Tarîkat,
yol demektir. Tasavvuf lisânında ise meslek, evrâd,
ezkâr ve mânevî bakımdan Hakk’a ermek
için intisab edilen ve tâkib olunan yol
mânâsında kullanılır.
Seyyid Şerif
Cürcânî’nin (k.s.) târifi ile
tarîkat; menzilleri (mânevî yoldaki konak yerlerini)
geçip mesâfe alabilmek ve yüce makamlarda
terakkî edebilmekten (yükselip ilerlemekten) ibârettir
ki, bu da Allah Teâlâ’nın yoluna sâlik olanlara
(girenlere) mahsus bir sîret, yani hâl-tavır-ahlâk ve
gidiştir. (10)
Bu anlatılanları, şöyle hulâsa edebiliriz:
Tarîkat;
insanın, İlâhî ahlâk ile ahlâklanmayı
öğrenip hâl olarak yaşayabilmesi ve nihâyet
Allâh’ın rızâsını tahsil edebilmesi için, bir
mürşid-i kâmil ve mükemmilin terbiyesinden
istifâde ve istifâza maksadiyle tâkip ettiği yoldur,
usûldür.
Sünnî tarîkatlerden bazılarının isimlerini şöyle sıralayabiliriz:
Nakşibendiye, Kadiriye, Rifâiyye, Yeseviye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye, Şâzeliye...
Zamanla
bunların şûbe ve kolları da teşekkül etmiştir.
Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi, farklı
yönler de vardır. Dileyen herkes kendi hilkatine-fıtratına, kendi
meşrebine, ruh yapısına ve mânevî zevkine göre bir yol
tutar.
B) HAKÎKAT
Hakîkat; bir şeyin
doğrusu, aslı, künhü ve mâhiyeti; mecâz ve
teşbîhin gayri, aslî mânâ; kâinât,
tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan
soyulmuş ve açık olan doğruluk mânâsınadır.
Akâid
ve kelâm ilminde hakîkat, eşyanın hakîkati yani
mâhiyeti demektir. Fıkıh ve tefsirde, mecâzın zıddı
mânâsında kullanılır.
Tasavvuf ıstılâhında
hakîkat, “ittisâfun
bi-evsâfillâh”dır. Yani hakîki fâil olan
Cenâb-ı Hakk’ın, sâlikten vasıflarını alarak, yerine
kendi vasıflarını koymasıdır. Hakîkat, tasavvuf
mânâsına da gelir. Bir bakıma hakîkat, yukarıda da
açıklandığı üzere şerîatin iç
yüzüdür.
Tasavvuf erbâbına göre,
aslen tarîkat ve hakîkat, şerîatın sûreti ile
hakîkatı arasında vâsıtadır. Şerîatın sûreti,
velâyet kemâlâtının güzel bir ağacı;
nübüvvet kemâlâtı da, o sûretin
hakîkatının meyvesi gibidir. Velâyetin bütün
kemâlâtının aslı esası, şerîatın sûretinin
neticeleridir. Nübüvvet kemâlâtı da,
şerîatın hakîkatının meyveleridir. Hâsılı,
tarîkat ve hakîkat, şerîatı tamamlayan iki
cüzdür. [Velâyet; velîlik-ermişlik, Cenâb-ı
Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâsını dost edinmesi, Allah ile
kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine göre üç kısım
velâyet vardır: a) Velâyet-i suğrâ, b)
Velâyet-i kübrâ, c) Velâyet-i ulyâ.]
“Velâyet kemâlâtı”, velîliğin
eksiksiz, tam ve mükemmel hâlidir. Velâyet
kemâlâtı Şâfiî fıkhına, nübüvvet
kemâlâtı ise Hanefî fıkhına uygundur.(11)
Mutasavvıflara
göre; şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma‘rifet
diye dört kapı vardır ve hakîkat bu kapıların
üçüncüsüdür.
C) MA‘RİFET
Tanımak,
bilgi, âşinalık, tecrübe ve amelî bilgi
mânâlarına gelen bu kelime, tasavvufî bir tâbir
olarak Allâh’ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe
götürmeyecek derecede sağlam bir ilme sahip olmak demektir.
Başka bir ifadeyle ma‘rifet, Hakk’ı tanıma,
Rabbânî tecellîleri bilip kavrama, İlâhî
hakîkatlere vâkıf olma ve Allâh’ın
rızâsına uygun hareket etmeyi bilmektir. Bu, vehbî (Allah
vergisi olan) bir basîrettir. Kaynağı kalb, ruh ve sâir
letâif yoluyla ilham, keşif ve müşâhededir.
“İlim”den epeyce farklı bir mânâ ifade eder.
Zira ilmin kaynağı akıl, his organları ve nakildir. Onun için
zâhirî ilimler hakkında bilgi sahibi olanlara
“âlim” denir de, “ârif” denmez.
Sûfî ve velîlere ise hem “âlim”,
hem de “ârif” denilir.
İmâm Kuşeyrî (k.s.) hazretleri ma‘rifeti şöyle anlatıyor:
“Âlimlere
göre ma‘rifet, ilim mânâsınadır. Onlara
göre ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir.
Allâh’ı bilen herkes âriftir. Her ârif de
âlimdir. Ma‘rifet şu vasıflara sahib olan kişinin
sıfatıdır. Bu kişi Hak sabhânehû ve
teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra
Hak ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere
bulunur... Kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden
temizlenerek saf hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında
uzun uzadıya bekler ve daimî sûrette kalbi ile
i‘tikâf hâlinde olur. Bütün bunların
semeresi ve neticesi olarak, Allah Teâlâ’dan
güzel bir teveccühe kavuşur. Cenâb-ı Hak onun
bütün hallerinde sıdk üzere olmasını hâsıl eder.
Böylece o kul kendisini Allah’tan başkasına dâvet eden
hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Dolayısıyla halka
yabancı, nefsinin âfetlerinden berî ve uzak olur. O her an
Allâh’a müteveccihtir. İlâhî kudretin
tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları, Cenâb-ı
Hakk’ın tarifi ile bilir. İşte o zaman böyle kimseye
ârif denir. Onun bu hâli ise, ma‘rifet ismini alır.
“Ma‘rifet
aynı zamanda sonsuz bir saâdet kaynağıdır. Her şeyin
saâdeti kendi yaratılışına uygundur. Yani her şey ne için
yaratılmışsa, ondan zevk alır. Göz, güzel şeyleri
görmekten, kulak güzel sesleri işitmekten zevk alır. Kalb ise
bilmek, tanımak ve tatmak için yaratılmıştır. Bilgilerin en
lezzetlisi de, en üstün olanıdır. En mükemmel olanın
bilgisi ise, en üstün, en şerefli ve en güzelidir. O
bakımdan ma‘rifetullâha vâkıf olmak, en
büyük mânevî zevk ve saâdete vesîle
olacaktır.” (12)
Kısaca analatılmak gerekirse,
ma‘rifet öyle bir şeydir ki; herkesçe bilinenlerin
sâhası dışında ve onların ötesinde bir idrâktir...
İdrâk-i basît de denilir. [“İdrâk”
anlayış, kavrayış demektir. Tasavvufta iki türlü idrâk
vardır. Birincisi “idrâk-i basît” ki,
Hakk’ın varlığını idrâk etmekle beraber bu idrâkin ve
idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmamaktır. İkincisi ise,
“idrâk-i mürekkeb”dir. Bu da, Hakk’ın
varlığını idrâk etmekle birlikte bu idrâkin ve idrâk
edilen Hakk’ın şuurunda olmaktır.] (13) İlim,
mübtedîlerin (yolun başındakilerin), ma‘rifet
müntehîlerin (sona ulaşanların) nasîbidir;
fenâdan önce hâsıl olmaz, fânî’den
başkasına müyesser değildir. Fenâ mertebesinde de değişik
kademeler olduğundan, müntehîler arasındaki ma‘rifet
derecelerinde de farklar bulunur. Bir kimsenin fenâ hâli
tam mânâsıyla kemâle ererse, onun ma‘rifeti de
tam olarak kemâl bulmuş olur. Fenâ derecesi düşük
olanların, hâliyle ma‘rifet dereceleri de düşük
olur.(14)