İSTANBUL- Biri
milliyetçiliği ağır basan bir kişiydi, diğeri aşırı solcu,
devrimciydi. İkisi de İstanbul Üniversitesi’nde
öğrenciydi. Biri üniversitenin Siyasal Bilgiler, diğeri
İletişim Fakültesi bölümünden, aynı dönemde
okuyup mezun oldular. Milliyetçi yanı ağır basanı ilk defa,
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kantininde
1991 yılının Ekim ayında görmüştüm. Benden bir sınıf
üstteydi. Ülkücü bıyıklı, uzun boylu ve zayıf bir
fiziği vardı. Pek yakışıklı sayılmazdı. Buna karşın
gülüşü içten ve dikkat çekiciydi.
Oldukça gürültülü konuşurdu. Arkadaşlarının
da hemen hemen tamamı ülkücüydü. Sarkık
ülkücü bıyıkları ve uzun boyuyla arkadaşları arasında
hemen fark edilirdi. Onlarla birlikte dolaşır, anfilere birlikte
çıkar, kantinde birlikte otururlardı. Aşırı solcu olanı ise
1991’in Kasım ayının 6. günü İstanbul Üniversitesi
merkez kampüsünde görmüştüm. O gün
YÖK’ün kuruluş yıldönümüydü ve
üniversiteli öğrenciler protestolarını bildirmek için
ayaktaydı. Yemekhanede boykot, her duvarda bir afiş, her koridorda
bildiriler vardı… Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
önündeki alanda da forum yapılacaktı. Hepimiz oradaydık. O da
ordaydı. Tabi, ‘savaş’ düzeni almış çevik
kuvvet polisleri de… Dönem arkadaşlarım olarak o zamanlar
yeniydik ve bu, bizim katıldığımız ilk eylem olacaktı. Heyecanla
olacakları bekliyorduk. Derken öğrenciler toplanmaya başladı,
alkışlarla çember düzeni alındı ve ortaya fırlayan bir
öğrenci yüksek sesle konuşmaya başladı: “12 Eylül
faşizminin ürünü olan YÖK…” Daha
cümle bitirilmeden çevik kuvvet polisleri hınçla
saldırmaya başladı. Öğrenciler erkek kız ayrımı yapılmaksızın
şiddetle coplanıyordu. Hepimiz kaçtık…
Kaçamayanlar dayak yemekle kalmadı o günü karakolda
geçirdiler… Sonra bu tip protestolar arttı ve her
geçen gün daha gergin geçmeye başladı.
Üniversitede polis öğrencilere nefes aldırmıyordu. Solcu
öğrencilere saldıranlar sadece polisler değildi, aşırı sağcı
ülkücüler de zaman zaman toplanıp devrimci-solcu
öğrencilere saldırıyordu. İletişim Fakültesi’nin sarkık
bıyıklı uzun boylu öğrencisinin de aralarında olduğu grup,
hiç umulmadık zamanlarda küçük solcu gruplarına
saldırır ve ortadan kaybolurdu. Yani solcu olan ile sağcı olan
öğrenci 1990-1994 yılları arasında zaman zaman fiili olarak bir
çok kez karşı karşıya geldi. Solcu olan, okulunu 1994’te
bitirdi. Sağcı olan okulunu bir yıl uzattı. İkisi farklı
fakültelerden mezun oldular ancak aynı mesleğin farklı kollarında
çalıştılar. Biri kameraman oldu, diğeri gazeteci-yazar. Sağcı
olan işini sürdürdü, kendisini geliştirdi ve
Türkiye’nin en iyi TV kanallarının birinde çalışmaya
başladı. Solcu olan tutunamayanları oynuyordu. Kabına sığmaz
kişiliğiyle hep daha fazlasını istedi. O da kendini geliştirdi, kitap
yazdı, radyolarda programlar, çeşitli gazetelerde muhabirlik ve
editörlük, dergilerle yayın yönetmenliği ve
yayınevlerinde yine editörlük yaptı. Çeşitli
dergilerde incelemeleri ve edebiyat yazıları yayınlandı. 19 YIL SONRA YENİDEN KARŞILAŞTILAR
İkisinin
de üniversiteye başladığı yıllardan yaklaşık 20 yıl sonra kader
onları tekrar karşılaştırdı. Bu kez mekan üniversite
bahçesi değil, İstanbul’un lüks semtlerinden
Bostancı’daki Emanet Sokak’tı. Sağcı olan geçtiğimiz
gün Bostancı’daki çatışmada yaralanan NTV kameramanı
İlhan Kandaz’dı. Solcu olan ise 1 emniyet amiri ve 1 sivili
öldüren, 7 polis ile kameraman Kandaz’ı yaralayan ve
öldürülen Orhan Yılmazkaya idi. Orhan Yılmazkaya,
1970'de Almanya'da doğdu.1987'de Kabataş Erkek Lisesi'ni, 1994'te
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi.
1994'te kapatılan Sosyalist İktidar Partisi'nde (SİP) siyasal harekete
katıldı. Partinin kapatılmasından sonra eski SİP mensuplarının
kurduğu TKP'ye katılmadı. "Gerçek Çevresi"nde bir
süre çeşitli sendikal etkinliklerde faaliyet
yürüttükten sonra 2000'lerin başında yeni bir
manifestoyla ortaya çıkan "Bedreddini Hareket"ini kurdu. “MÜDÜR DUYUYOR MUSUN SESİMİ?”
Orhan
Yılmazkaya, çatışma sırasında polis telsizine girerek bir
konuşma yaptı. "Devrimci Karargâh"ın savaşçısı olduğunu
söyledi ve teslim olmayacağını duyurdu. Canı pahasına teslim
olmadı. Arkasında 2 ölü, 7 yaralı ve akıllarda kalacak
onlarca soru bırakarak hayatını kaybetti. Belki tesadüftü,
ancak, Türk Hamamı isimli kitabın yazarı militan Yılmazkaya,
hayatını kaybederken üniversite yıllarında çatıştığı İlhan
Kandaz’ı yaşamı boyunca unutamayacağı bir kurşun iziyle baş başa
bıraktı. Üniversite yıllarında başlayan çatışma yine bir
çatışma ortamında ikisi açısından son buldu. Biri, 6 saat
süren çatışmanın ardından hayatını kaybetti ve
öldürülmeden önce şunları söyledi:
“Müdür duyuyor musun sesimi. Teslim olmayan bir
özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci
karargah savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın
halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının
mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga
mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü
gibi. Thomas Müntzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir
Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmiş'lerden
beri sürdüğü gibi…” Diğeri bir salise
farkla hayatta kaldı. Hayatta kaldıktan sonra kulağından yaralanan NTV
kameremanı İlhan Kandaz, basına yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
“Kritik bir durum yok. Benim sağlık durumumda problem yok.
Sıyırma var. Tedbir amaçlı hastaneye geldik. Vurulduğum anda
binayı 100 metre önümüzden görüyorduk. Bizim
vurulduğumuz alanda insan olmamalıydı. Vali Güler'e dava
açacağım. Trafik açık, polis önümüzde...
Operasyon önümüzde cereyan etti. Sokakların trafiğe
kapalı olduğu söylenmişti ama vatandaşlar var. Burada
çatışma var, cadde kapalı değil. Son derece tuhaf bir durum. Ben
kulağımdan yaralandım. Yanımdaki insanın kafası delindi. Ve
öldü…”
milliyetçiliği ağır basan bir kişiydi, diğeri aşırı solcu,
devrimciydi. İkisi de İstanbul Üniversitesi’nde
öğrenciydi. Biri üniversitenin Siyasal Bilgiler, diğeri
İletişim Fakültesi bölümünden, aynı dönemde
okuyup mezun oldular. Milliyetçi yanı ağır basanı ilk defa,
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kantininde
1991 yılının Ekim ayında görmüştüm. Benden bir sınıf
üstteydi. Ülkücü bıyıklı, uzun boylu ve zayıf bir
fiziği vardı. Pek yakışıklı sayılmazdı. Buna karşın
gülüşü içten ve dikkat çekiciydi.
Oldukça gürültülü konuşurdu. Arkadaşlarının
da hemen hemen tamamı ülkücüydü. Sarkık
ülkücü bıyıkları ve uzun boyuyla arkadaşları arasında
hemen fark edilirdi. Onlarla birlikte dolaşır, anfilere birlikte
çıkar, kantinde birlikte otururlardı. Aşırı solcu olanı ise
1991’in Kasım ayının 6. günü İstanbul Üniversitesi
merkez kampüsünde görmüştüm. O gün
YÖK’ün kuruluş yıldönümüydü ve
üniversiteli öğrenciler protestolarını bildirmek için
ayaktaydı. Yemekhanede boykot, her duvarda bir afiş, her koridorda
bildiriler vardı… Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
önündeki alanda da forum yapılacaktı. Hepimiz oradaydık. O da
ordaydı. Tabi, ‘savaş’ düzeni almış çevik
kuvvet polisleri de… Dönem arkadaşlarım olarak o zamanlar
yeniydik ve bu, bizim katıldığımız ilk eylem olacaktı. Heyecanla
olacakları bekliyorduk. Derken öğrenciler toplanmaya başladı,
alkışlarla çember düzeni alındı ve ortaya fırlayan bir
öğrenci yüksek sesle konuşmaya başladı: “12 Eylül
faşizminin ürünü olan YÖK…” Daha
cümle bitirilmeden çevik kuvvet polisleri hınçla
saldırmaya başladı. Öğrenciler erkek kız ayrımı yapılmaksızın
şiddetle coplanıyordu. Hepimiz kaçtık…
Kaçamayanlar dayak yemekle kalmadı o günü karakolda
geçirdiler… Sonra bu tip protestolar arttı ve her
geçen gün daha gergin geçmeye başladı.
Üniversitede polis öğrencilere nefes aldırmıyordu. Solcu
öğrencilere saldıranlar sadece polisler değildi, aşırı sağcı
ülkücüler de zaman zaman toplanıp devrimci-solcu
öğrencilere saldırıyordu. İletişim Fakültesi’nin sarkık
bıyıklı uzun boylu öğrencisinin de aralarında olduğu grup,
hiç umulmadık zamanlarda küçük solcu gruplarına
saldırır ve ortadan kaybolurdu. Yani solcu olan ile sağcı olan
öğrenci 1990-1994 yılları arasında zaman zaman fiili olarak bir
çok kez karşı karşıya geldi. Solcu olan, okulunu 1994’te
bitirdi. Sağcı olan okulunu bir yıl uzattı. İkisi farklı
fakültelerden mezun oldular ancak aynı mesleğin farklı kollarında
çalıştılar. Biri kameraman oldu, diğeri gazeteci-yazar. Sağcı
olan işini sürdürdü, kendisini geliştirdi ve
Türkiye’nin en iyi TV kanallarının birinde çalışmaya
başladı. Solcu olan tutunamayanları oynuyordu. Kabına sığmaz
kişiliğiyle hep daha fazlasını istedi. O da kendini geliştirdi, kitap
yazdı, radyolarda programlar, çeşitli gazetelerde muhabirlik ve
editörlük, dergilerle yayın yönetmenliği ve
yayınevlerinde yine editörlük yaptı. Çeşitli
dergilerde incelemeleri ve edebiyat yazıları yayınlandı. 19 YIL SONRA YENİDEN KARŞILAŞTILAR
İkisinin
de üniversiteye başladığı yıllardan yaklaşık 20 yıl sonra kader
onları tekrar karşılaştırdı. Bu kez mekan üniversite
bahçesi değil, İstanbul’un lüks semtlerinden
Bostancı’daki Emanet Sokak’tı. Sağcı olan geçtiğimiz
gün Bostancı’daki çatışmada yaralanan NTV kameramanı
İlhan Kandaz’dı. Solcu olan ise 1 emniyet amiri ve 1 sivili
öldüren, 7 polis ile kameraman Kandaz’ı yaralayan ve
öldürülen Orhan Yılmazkaya idi. Orhan Yılmazkaya,
1970'de Almanya'da doğdu.1987'de Kabataş Erkek Lisesi'ni, 1994'te
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi.
1994'te kapatılan Sosyalist İktidar Partisi'nde (SİP) siyasal harekete
katıldı. Partinin kapatılmasından sonra eski SİP mensuplarının
kurduğu TKP'ye katılmadı. "Gerçek Çevresi"nde bir
süre çeşitli sendikal etkinliklerde faaliyet
yürüttükten sonra 2000'lerin başında yeni bir
manifestoyla ortaya çıkan "Bedreddini Hareket"ini kurdu. “MÜDÜR DUYUYOR MUSUN SESİMİ?”
Orhan
Yılmazkaya, çatışma sırasında polis telsizine girerek bir
konuşma yaptı. "Devrimci Karargâh"ın savaşçısı olduğunu
söyledi ve teslim olmayacağını duyurdu. Canı pahasına teslim
olmadı. Arkasında 2 ölü, 7 yaralı ve akıllarda kalacak
onlarca soru bırakarak hayatını kaybetti. Belki tesadüftü,
ancak, Türk Hamamı isimli kitabın yazarı militan Yılmazkaya,
hayatını kaybederken üniversite yıllarında çatıştığı İlhan
Kandaz’ı yaşamı boyunca unutamayacağı bir kurşun iziyle baş başa
bıraktı. Üniversite yıllarında başlayan çatışma yine bir
çatışma ortamında ikisi açısından son buldu. Biri, 6 saat
süren çatışmanın ardından hayatını kaybetti ve
öldürülmeden önce şunları söyledi:
“Müdür duyuyor musun sesimi. Teslim olmayan bir
özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci
karargah savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın
halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının
mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga
mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü
gibi. Thomas Müntzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir
Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmiş'lerden
beri sürdüğü gibi…” Diğeri bir salise
farkla hayatta kaldı. Hayatta kaldıktan sonra kulağından yaralanan NTV
kameremanı İlhan Kandaz, basına yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
“Kritik bir durum yok. Benim sağlık durumumda problem yok.
Sıyırma var. Tedbir amaçlı hastaneye geldik. Vurulduğum anda
binayı 100 metre önümüzden görüyorduk. Bizim
vurulduğumuz alanda insan olmamalıydı. Vali Güler'e dava
açacağım. Trafik açık, polis önümüzde...
Operasyon önümüzde cereyan etti. Sokakların trafiğe
kapalı olduğu söylenmişti ama vatandaşlar var. Burada
çatışma var, cadde kapalı değil. Son derece tuhaf bir durum. Ben
kulağımdan yaralandım. Yanımdaki insanın kafası delindi. Ve
öldü…”