.talk4her

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.talk4her

müzik dinle klip izle indir resim google yetkinforum video download youtube islamiyet ilahi


    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:18 pm

    KAN, TER VE GÖZYAŞI, KEVIN GARNETT

    Blood, Sweat & Tears (Kan, Ter ve Gözyaşı)
    KEVIN GARNETT

    “DA KID” artık büyüdü ve tek hedefi takımını başarıya taşıyarak “DA M.V.P” olmak!!

    Kevin Garnett, şüphesiz son yıllarda NBA’deki en
    büyük oyunculardan biri. Ama NCAA’i pas geçerek
    doğrudan NBA’e atılması onun önüne bir çok
    zorluk çıkarttı. NBA zaten acımasız ve büyük para
    oyunlarının döndüğü bir ligdir eğer insanlar sizin
    hassas olduğunuz bir noktayı yakalarsa, etik olsun ya da olmasın,
    kazanmak için bunu size karşı kullanmakta bir an için
    bile tereddüt etmez. KG’de küçük yaşta
    kurtlar sofrasına atılmasına rağmen tanrı vergisi yeteneği ve
    mücadeleden asla kaçmayan yapısıyla sağ kalmasını bildi ve
    NBA değirmeninde öğütülen onca genç ve yetenekli
    oyuncudan biri olmamayı başardı. Kendi ifadesiyle o, her çıktığı
    maçta bir “yaşam” mücadelesi verdi ve takımı
    yenilse de çoğu kez bu mücadeleden galip ayrıldı. Artık O,
    NBA’de herkesin saygı duyduğu bir oyuncu. Geçtiğimiz NBA
    All-Star maçında aldığı MVP ödülü, yıllardır bir
    ünvana susamış KG’nin NBA’in en iyi oyuncularından
    biri olduğunu tasdik ederken, KG’i öyle bir kamçıladı
    ki 7-9 Şubat tarihindeki All-Star haftasonundan sonra çoşan
    KG’yi ve onun Timberwolves’unu durdurmak neredeyse imkansız
    hale geldi. Bu kez Garnett, All Star MVP ödülünden
    çok daha büyük ve prestijli bir ödülü
    gözüne kestirdi ve şu ana kadar ortaya koyduğu performansla
    bu onuru sonuna kadar hakediyor: Normal Sezon MVP
    Ödülü!!..

    DNA, yani Deoksiribo Nükleik Asit; adenin, guanin, sitozin ve
    timin bazlarından oluşan ve canlıların kalıtsal bilgisini yapısında
    saklayan bir sır küpü... 19. yüzyılda Darwin ve
    Lamarck'ın çalışmalarıyla başlayan genetik bilmi, Charles
    Davenport'un düşünceleriyle sadece bilimsel bir temele
    oturmaktan çıkarak Hitler'in ideolojisine temel oluşturup
    siyasal platforma bile taşındı. Modern anlamda genetik bilimi ise
    özellikle son 10 yılda büyük bir atılım gösterdi.
    İnsanın gen haritasının çıkarılması ile Kanser gibi
    hastalıkların sonunun getirilebileceğine dair olan inançla yola
    çıkılan projeler birkaç yıl önce, DNA
    çiftlerinin kopyalanarak insan klonlamayı amaçlayan bir
    projeyle meydana gelen kopya koyun Dolly ile beraber başka bir boyut
    kazandı ve bilim adamları arasında oldukça şiddetli tartışmalara
    konu oldu. Bu arada geçtiğimiz ay içinde sevgili ilk
    klonlanmış koyunumuz Dolly, nadiren görülen bir akciğer
    hastalığı nedeniyle genç yaşta hayata gözlerini yumdu. Ve
    günümüzde Genom Projesi sonucunda bilim adamları
    neredeyse insanların gen haritasını çıkartma işlemini tamamlamış
    durumda. Ama kimi çevreler, ürettikleri komplo
    teorilerinde, genetik hakkındaki araştırmaların insanlığı amansız
    hastalıkların pençesinden kurtarmaktan çok Amerika'nın
    hegemonya stratejisinin bir ürünü olarak kimyasal
    silahlardan bile etkilenmeyen "Kaptan Amerika" tarzı süper
    askerler üretmek adına yapıldıldığını iddia etmekte.
    X-files’ta ajan Fox Mulder bu tip iddialar üretir de biz
    üretemez miyiz!! Pekala süper asker yaratmayı kafasına koyan
    bir devlet, süper sporcular, süper basketbol oyuncuları
    yaratmayı da düşünebilir. Mesela beni böyle bir projenin
    başına getirseler ve neredeyse kimsenin eşleşemeyeceği bir basketbol
    yıldızı üretmemi isteselerdi sanırım bu oyuncu pivot fiziğinde ama
    bir guard kadar hızlı, top sürebilen, pas verebilen, bir off guard
    kadar orta mesafenden attığını sokabilen bir oyuncu olurdu; yani tıpkı
    Kevin Garnett gibi!..

    Adam Olacak Çocuk
    Kevin Maurice Garnett, 19 Mayıs 1976’da Mauldin-Güney
    Carolina’da doğdu. KG çocukken birazcık sokakta gezen
    belalı tiplerden de olsa (Okulda beyaz bir çocuğun bileğinin
    kırıldığı bir kavgaya karıştığı için tutuklanmıştı) genelde
    vaktinin çoğunu idolü Magic Johnson gibi iyi bir
    basketbolcu olabilmek için Springfield Park’ta basketbol
    oynayarak geçiriyordu. Hatta Kevin, kendisini basketbola o kadar
    kaptırıyordu ki yanında biri olsun ya da olmasın çoğu kez gece
    yarısına kadar parkta kalarak şut atmaktaydı. Kevin’ın öz
    babası O’Lewis McCullough da tam anlamıyla bir basketbol
    delisiydi. KG’nin üvey babası ise onun basketbol oynamasına
    pek de sıcak bakmıyordu. Annesi Shirley Irby Garnett de
    çocuğunun basketbol gibi “boş işler” ile
    uğraşacağına oturup ders çalışarak üniversiteye gitmesini
    arzulamaktaydı. Ama KG’nin okul ve derslerle arası pek iyi
    değildi. Onun tek yapmak istediği basketbol oynamaktı. Bu yüzden
    Kevin, herkesten gizli olarak lisesinin basketbol takımı Mauldin
    Mavericks’te oynamaya başladı. Kevin’ın ailesinin ise
    bundan haberi yoktu. Öğrendiklerinde de çoktan iş işten
    geçmiş ve Garnett maçlara çıkmaya başlamıştı.
    Artık Kevin’ın basketbol oynamasının engellenemeyeceği aşikardı.
    Üstelik Kevin, bu oyunu gayet de iyi oynuyordu. Lisedeki ikinci
    yılında KG’nin ünü giderek yayılmaya başladı.
    Garnett’in maçlarını kaçırmak istemeyen insanlar
    Mauldin Lisesi’nin salonuna akın ederek onun basketbol şovunu
    izliyordu. KG, o günlerde basketbol vasıtasıyla Stephon Marbury
    isminde New York’lu bir genç ile tanışıyor ve ikilinin
    arasındaki dostluk, kısa zamanda adeta iki kardeşin ilişkisine
    dönüşüyordu. KG, Güney Carolina’da Mauldin
    Lisesinde “Mr.Basketball” seçildikten sonra son
    sınıfta Chicago, Illinois Eyaleti’ndeki Farragut
    Akademisi’ne geçmek zorunda kalmıştı. 1995 sezonunda %66.6
    şut yüzdesi ile 25.2 sayı, 17.6 ribaund, 6.7 asist ve 6.5 blok
    ortalamarıyla oynayarak, spektaküler smaçları ile adını
    duyuran ama ne yazık ki kötü bir trafik kazası sonucunda bir
    lise efsanesi olmaktan öteye gidemeyen Ronnie Fields
    (1996’da Amerikanın en iyi beş lise oyuncusundan biri olarak
    seçilmişti) ile birlikte takımını 28-2’lik bir seride
    sırtlayan oyuncu olurken Amerika’nın en yüksek tirajlı
    gazetelerinden USA TODAY tarafından yılın basketbol oyuncusu olarak
    seçilirken, Parade ve Slam Dergilerince de Amerika’daki en
    iyi beş lise oyuncusundan biri olarak gösterildi. Kevin’ın
    Brooklyn’li kankası Steph ise Parade tarafından 1995 yılının en
    iyi lise oyuncusu seçilmişti.
    Garnett, Springfield'da düzenlenen birinci Nike Hoop Summit
    turnuvasında, Amerikan Genç Milli takıma davet edildi ve ilk
    defa Amerikan Ulusal formasını giydi. Yapılan maçta Amerikan
    Genç Milli Takımı, uluslararası oyunculardan oluşan karma takımı
    zor da olsa 86-77 mağlup ederken KG, 10 sayı, 10 ribaund ve 9 blokla
    triple-double'ı kıl payı kaçırıyordu. (1999'da KG, Porto
    Riko’da düzenlenen Amerika Kıtası Olimpiyat elemelerinde
    ikinci kez milli formayı giyme şansını yakaladı. KG'li Amerikan Milli
    takımı, 11 günde çıktığı 10 maçın 10'unda da galip
    gelerek altın madalyaya uzanırken, Garnett 11.9 sayı, 7.0 ribaund, 1.9
    asist, 2.2 blok ve 1.7 top çalma ortalamaları ile Gary Payton,
    Tim Duncan ve Jason Kidd ile birlikte takıma kattığı yüksek enerji
    ve nefes kesen smaçlarıyla seyircilerin beğenisini toplamıştı)
    Tekrar KG’nin Lise son sınıftaki son günlerine dönelim.
    KG, Ron Mercer, Shareef Abdur-Rahim ve Stephon Marbury gibi
    ülkenin en iyi lise oyuncularını karşı karşıya getiren
    St.Louis’deki 1995 McDonalds All-American maçında 18 sayı,
    11 ribaund, 4 asist ve 3 blok üreterek, Most Outstanding Player
    ödülünü kucaklarken (1995 McDonalds All-American
    maçında oynayan ve şimdi NBA’de forma giyen diğer
    oyuncular: Kobe Bryant, Vince Carter, Paul Pierce, Chauncey Billups,
    Antawn Jamison ve Robert Traylor) ardında toplam 2533 sayı, 4807
    ribaund ve 739 blokluk bir lise kariyeri bırakıyordu. Normal şartlar
    altında Kevin Garnett çapında bir oyuncuyu kapmak için
    çoğu NCAA takımı kıyasıya bir yarışa girerdi (KG’nin
    NCAA’de oynayamıyacağı belli olmadan önce Michigan, Michigan
    State, DePaul, North Carolina ve Illinois üniversiteleri ile
    görüştüğü söyleniyordu) ama Kevin, son SAT
    sınavında kaldığında artık koleje kabul edilme ihtimali ortadan
    kalkmıştı. İşte bu yüzden artık şansını NBA’de denemeye
    karar verecekti.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:20 pm

    Kuzu Postuna Bürünen Timberwolves’un Hain Planı!!..
    1995 NBA Draftına; Jerry Stackhouse, Rasheed Wallace, Antonio McDyess,
    Joe Smith, Damon Stoudemire ve Michael Finley gibi bir çok bomba
    isim katıldığından Kevin Garnett’in kaçıncı sıradan
    seçileceği merak konusuydu. Çünkü 1975
    Draftında Philadelphia tarafından 5.sıradan seçilen Darryl
    Dawkins’den tam 20 yıl sonra ilk defa bir Lise oyuncusu NBA
    draftında seçilme şansına sahipti. (NBA tarihinde,
    üniversitede oynamadan liseden direk lige katılan ilk oyuncu
    efsanevi Moses Malone’dur. NBA Draftında 1.sıradan seçilen
    ilk liseli oyuncu ise 2001’de Washington Wizards tarafından
    seçilen Kwame Brown’dur)
    Bu sırada Minnesota’nın basketbol faaliyetlerinden sorumlu başkan
    yardımcısı eski Celtics efsanelerinden Kevin McHale ve takımın
    coach’u Flip Saunders, Timberwolves için ilginç bir
    draft stratejisi belirlemişti. Ortalığa Kevin Garnett’in bulunmaz
    bir Hint kumaşı olduğuna ve onu kesinlikle kaçırmayacaklarına
    dair söylentiler yayacaklardı. Böylelikle
    spekülasyonlara aldanıp paniğe kapılan takımlardan birinin
    “Bu adamların kesin bir bildiği vardır!! Biz elimizi bunlardan
    önce tutalım da şu çocuğu alalım” diye
    Garnett’ı seçeceğini ümit ediyorlardı. Hayallerindeki
    oyuncu ise North Carolina’da Michael Jordan’ın tahtına aday
    gösterilen skorer guard- forvet Jerry Stackhouse idi. McHale ve
    Saunders planlarının tıkır tıkır işleyeceğini, bu şekilde de diğer
    takımları “kekleyerek” Stack’in doğrudan kucaklarına
    düşmesini sağlayacaklarını hesaplamaktaydı.

    “Flip eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Kevin McHale

    Ama Garnett, Minnesota’nın planlarını çöpe atan isim
    oldu. O güne kadar bir tek Minnesota yetkilisi bile
    Garnett’i izlemeye gitmemişti. Bu yüzden KG’nin nasıl
    bir oyuncu olduğuna dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Garnett,
    Chicago’da çıktığı bir work-out’ta öyle bir
    basketbol şovu sundu ki Saunders ve McHale salondan ayrılırken ikisinin
    de ağzı açık kalmıştı. Tam salonun dışına çıktıklarında
    Saunders döndü ve McHale’e şunları söyledi:
    “Kevin bu çocuğu alacağımızı kimse bilmemeli!! Eğer onu
    5.sırada alabilirsek şanslıyız.” Bir önceki sezonda ancak 21
    galibiyet alabilen Timberwolves için yazarlar, takımı
    çekip çevirebilecek ve kendisini NCAA’de ispatlamış
    Damon Stoudemire gibi bir guard’a ihtiyaç duyulduğunu
    yazmaktaydı. Bırakın Garnett gibi daha olgunlaşmamış bir lise
    oyuncusunu Jerry Stackhouse’un bile bir kumar olabileceğini iddia
    ediyorlardı. Yani Garnett gibi uzun yıllara yayılması gereken bir draft
    planının başlangıcı, değil kumar oynamak intiharın ta kendisiydi!!
    Drafttan evvel McHale, Saunder’s şöyle dedi: “Flip
    eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!”
    Draft gecesinde Maryland’li Joe Smith (ki gelecek yıllarda
    Minnesota’yla usulsüz anlaşma yaparak Timberwolves’un
    başını oldukça ağrıtacaktı) 1.sırada Golden State tarafından
    seçiliyordu. Clippers hakkını Antonio McDyess’dan, Sixers
    Jerry Stackhouse’tan ve Washington da Rasheed Wallace’tan
    yana kullanmıştı. Beşinci sıradaki Timberwolves’ta ise McHale ve
    Saunders, Garnett’ı kaçırmamanın getirdiği rahatlıkla
    oldukça derin bir nefes alıyordu.
    Minneapolis Lakers’tan Minnesota Timberwolves’a…
    Minnesota, 1989-90 sezonunda Orlando Magic’le beraber NBA’e
    katıldığında, Minneapolis ikinci kez bir NBA takımına ev sahipliği
    yapma şansını yakalamıştı. Şehrin ilk NBA takımı ise daha sonra Los
    Angeles’a taşınacak olan ve George Mikan ve Elgin Baylor gibi
    efsanevi isimlerin oynadığı Minneapolis Lakers idi. Timberwolves bir
    anda Minnesota’ya yeni bir heyecan getirdiyse de takımın aldığı
    kötü sonuçlar ve genelde sezonu hep 3 aşağı 5 yukarı
    20 galibiyet alarak tamamlamaları neticesinde heyecan duygusu yerini
    hayal kırıklığına bıraktı.
    Minnesota o kadar kötü bir takımdı ki hatırlarım babam, ben
    12-13 yaşımdayken bana televizyona bağlanan oyunlardan almıştı. Tabii o
    zamanlar şimdiki gibi playstation falan yok. Benim de favori oyunum
    binbir güçlükle bulduğum “dandik” bir NBA
    oyunuydu. Oyunun tasarımcısı Çinli programcı, fanatik bir Knicks
    taraftarı ve Starks hayranı olduğu için John Starks oyundaki en
    iyi oyuncu olarak tasarlanmıştı. Ben de New York Knicks’in
    karşısına “ezik” Minnesota’yı alıp John
    Starks’a 50 üçlük attırmaya ya da Patrick
    Ewing’e 40 blok yaptırmaya uğraşırdım. İşte Kevin Garnett
    geldikten sonra Minnesota’nın oyunlara bile yansıyan bu makus
    talihi tersine döndü.
    Dikkat Koca Köpek Var!!
    Garnett gerçek anlamda ilk profesyonel maçına Milwaukee
    Bucks karşısında çıktı. KG bu maçı şöyle anlatıyor:
    “İlk maçımda karşımda Glenn “Big Dog” Robinson
    vardı. Başlarda maç oldukça keyifliydi.
    Çünkü posterleri odamın duvarlarını süsleyen biri
    karşısında oynamak bana heyecan veriyordu. Ama maç
    ilerledikçe çabuk öğrenmek zorunda kaldım. Big Dog
    bazı pozisyonlarda gerçekten bana günümü
    gösterdi. Ama ikinci karşılaşmamızda intikamımı aldım.
    Çünkü bu kez hazırlıklıydım. Rövanşta 6 kez Bucks
    potasına bastım. Ayrıca koca köpeği de %34 şut yüzdesiyle
    oynattım. Daha ne isteyebilirdim ki!!”
    Garnett kariyerinin ilk üç ayına takımın yedek kısa forveti
    olarak başladı. (Bu aradaGarnett’e de kısa forvet diyoruz ya
    insaf, adam 2.11!!) Bu 3 aylık sürede ise 6.2 sayı ve 3.8 ribaund
    ortalamaları ile oynuyordu. Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz
    aylarda Kenny Smith ve Charles Barkley’in Yao Ming hakkında
    girdikleri iddia ve Sir Charles’ın bir eşşeğin oldukça
    nazik bir kısmına buse kondurmasıyla neticelenen olaylar,
    Smith’in Ming hakkında yorum yaparken KG’nin de ilk
    aylarında pek parlak bir performans ortaya koyamadığını ama sonra
    kendisini yavaş yavaş toparladığını hatırlatmasıyla başlamıştı.
    Gerçekten de Garnett, kendisine ilk beşte yer bulmaya başladığı
    Ocak ayında aniden ortalamalarını 14.0 sayı ve 8.4 ribaund’a
    çıkardı. All-Star haftasonunda çaylaklar takımına da
    seçilen KG, Batı takımı hanesine 8 sayı, 6 asist, 4 ribaund
    eklerken Doğu takımında Damon Stoudemire ve Jerry Stackhouse etkili
    oyunlarıyla takımlarını 94-92’lik skorla Batı karşısında
    galibiyete taşıyordu. KG çaylak sezonunda 10.4 sayı ve 6.3
    ribaund ortalamaları ile oynayıp NBA’in en iyi ikinci
    çaylak takımına (All Rookie Second Team) seçildi. Ama
    Minnesota KG’nin katkısına rağmen bir kez daha 20’li
    galibiyetlerden kurtulamamıştı.

    “Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq
    gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun
    birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada
    oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar
    budala olabilir miyim??” Flip Saunders

    Yoksa siz boyunuz kısa diye mi üzülüyorsunuz??
    Kevin Garnett’in o dönemdeki en büyük korkusu uzun
    boyu nedeniyle Saunders’ın kendisini pivot olarak oynatmasıydı.
    KG draft edildiğinde takımın başkan yardımcısı Kevin McHale ile aynı
    boydaydı. Ama aradan 14 ay geçtikten sonra KG, artık McHale ile
    yan yana durduğunda ona 6 cm kadar yukarıdan bakıyordu. Kevin bu boy
    meselesini o kadar kafasına takmıştı ki periyodik boy
    ölçümlerinden birinde adeta gazetecilere yalvararak:
    “Hayır!! Lütfen etrafta benim 2.11 olduğumu söyleyip
    durmayın!!” şeklinde bir istekte bulundu. Garnett’ı asıl
    tedirgin eden şey ise coach Saunders’ın odasının duvarına astığı
    ve KG’nin boy gelişimini takip ettiği bir çizelgeydi:
    “Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq
    gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun
    birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada
    oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar
    budala olabilir miyim?? O, 1.88’lik bir oyuncu kadar hızlı ve
    çabuk. Büyük oyuncuların tanrı vergisi bazı
    özellikleri vardır. Kevin Garnett’in olduğu gibi. Bu
    tür şeylerin nasıl olduğunu sorgulayamazsınız sadece kabul
    edersiniz. ” Doug Collins de Garnett’in fiziği hakkında şu
    yorumda bulunmuştu: “Bence tüm büyük yıldızlar
    gibi Garnett de genetik bir ‘kaçık’ !!”
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:20 pm

    KG’ye dokunan yanar!!
    İlk sezonunun ardından McHale ve Saunders takım ile ilgili tüm
    planlarını Garnett üzerine inşaa etmeye başlamıştı.
    Düşünün ki o yıla kadar takımın en önemli
    oyuncularından ve “orjinal” Dream Team’in de
    üyesi olan Christian Leattner, KG’e yönelttiği bazı
    eleştirilerden sadece bir kaç gün sonra takımdan
    postalanıyordu. (KG ile arası hafif limoni olan Wally
    Szczerbiak’ın dikkatine!!) KG ise önceleri kendisinin
    üzerine bu kadar düşülmesinden rahatsızlık duyduysa da
    duruma çabucak alıştı: “Sanırım herkes iyi iş
    çıkarttığımın farkındaydı. Sezon sonunda parçaları yerli
    yerine oturtmayı başardım. Skor üretiyordum, savunmada
    çemberin etrafını kolluyordum ve takımın sahada daha agresif
    olmasını sağlıyordum. Coach, sahada kendi başımın çaresine
    bakabildiğimi görünce benden daha fazlasını yapmamı istedi.
    Önce benim bir lider olmam gerektiğini sonra da takımı benim
    üzerime kurmak istediklerini söylediler. Herşey o kadar
    çabuk olmuştu ki!! Ben hala basketbolu ve NBA’i
    öğrenmeye çalışıyordum. Ve onlar benim omuzlarıma sanki 8
    yıllık oyuncularıymışım gibi sorumluluk yüklüyorlardı. Ama
    sonra bunu yapabileceğimi anladım.”
    İlk Play off sevinci ve bir kabusun başlangıcı
    1996-97 sezonuna da McHale ve Saunders draftta büyük bir
    kumar oynarak başladı. Garnett’in koca sezon boyunca “Bakın
    adamım Steph, Georgia Tech’te ne güzel oynuyor seyretsenize,
    hadi onu bize alalım” tarzındaki beyin eti yeme seanslarının da
    etkisiyle Wolves, draftta Ray Allen’ın hakları karşılığında
    KG’nin kankası Stephon Marbury’i takıma katıyordu. Kevin
    Garnett ve Stephon Marbury uyumu işe yarayıp üstüne
    üstlük onlara bir de Tom Gugliotta desteği eklenince
    Timberwolves, normal sezonu 40 galibiyet ile tamamlayarak tarihinde ilk
    defa play-off’a kaldı.
    Minnesota tarihinde bir diğer ilk de KG ve Gogliotta’nın All-Star
    maçında oynamasıydı. KG maçı 7/1 şut yüzdesiyle 6
    sayı, 9 ribaund ile tamamlarken, Gugliotta 7/3 şut yüzdesiyle 9
    sayı, 8 ribaund ile oynadı. Minnesota’nın playoff yolculuğuna
    geri döndüğümüzde, Wolves’un ilk turdaki
    rakibi yarı Dream Team kıvamındaki Houston Rockets’tı. Minnesota
    belki bir sürpriz peşindeydi ama Clyde “the glide”
    Drexler, Charles Barkley ve Hakeem O’lajuwon
    üçlüsü Minnesota’yı paramparça
    ederek Timberwolves’u süpürdü.
    KG ve Marbury arasına giren kara kedi
    1997-98 sezonu Minnesota için yeni ilkleri de beraberinde
    getirdi Steph ve KG liderliğindeki Minnesota, ligde çok canlar
    yakıp 45 galibiyet alarak ilk kez %50’lik galibiyet
    yüzdesinin üzerine çıktı. KG ise 18.5 sayı ve 9.6
    ribaund ortalamaları ile oynayarak bir kez daha All-Star maçında
    yer almayı hakettiğini kanıtlamıştı. Üstelik bu kez maça
    Batı takımının ilk beşinde başlıyordu. KG, 12 sayı ve 4 ribaund ile
    oynarken maçın kahramanı hasta yatağından kalkarak maça
    gelen ve kan kokusu alıp saldıran köpekbalıkları misali
    üzerine oynayan Kobe’yi ekarte ederek 23 sayı, 8 asist ve 6
    ribaund üreten majesteleri Michael Jordan olmuştu.
    Timberwolves, geçen yıldan elde ettiği tecrübelerle bu kez
    play off’ta daha başarılı olacaklarını düşünüyordu
    ama playoff’un ilk turunda karşılaştıkları Seattle özellikle
    Gary Payton’ın üstün performansıyla seriden galip
    ayrılan taraf oldu. Yalnız alınan bu sonuç takımda önemli
    değişikliklerin doğuşuna zemin hazırlayacaktı. McHale, KG ile 125
    milyon $ karşılığında dudakları uçuklatan 6 yıllık bir anlaşma
    yapmıştı. Takımın diğer önemli yıldızı Marbury ise takımda arka
    plana itilmekten oldukça rahatsızdı. Sezonun başlamasıyla
    Marbury’nin düşünce tarzındaki değişiklik sahaya da
    yansımaya başladı. Marbury, eskisine göre daha çok şut
    kullanmaya ve “attırmaktan” çok “atmaya”
    yönelik oynamaya başlamıştı. Takımın en kritik anlarda top
    kullanan “crunch time” atıcısının kendisi olması
    gerektiğini iddia ediyor ve Seattle serisini kaybedilme nedeni olarak
    da bunu ileri sürüyordu. Sonunda Marbury, Saunders’a
    giderek sözleşmesi bitip Free Agent olduğunda Minnesota’nın
    getireceği hiçbir teklifi kabul etmeyeceğini, mümkünse
    ailesi ve arkadaşlarının yaşadığı New York’a veya New
    Jersey’e takas edilmesini istedi. Bunun üzerine Minnesota
    yönetimi Marbury’i 3 takımın dahil olduğu bir takasla New
    Jersey’e gönderip yerine benim bir zamanlar en çok
    beğendiğim guardlardan biri olan Terrell Brandon takıma kazandırıldı.
    Lock Out nedeniyle 50 maça indirgenen normal sezonda
    Timberwolves, 25 galibiyet ve 25 mağlubiyet alarak bir kez daha
    playoff’a kalırken Garnett’in çabalarına rağmen
    takım, her zamanki alışkanlığını sürdürerek ilk turda Tim
    Duncan ve San Antonio Spurs fırtınasına boyun eğiyordu.
    1999-00 sezonunda takıma katılan çaylak oyuncu Wally Szczerbiak
    ve tercübeli guard Terrel Brandon’ın da desteğini arkasına
    alan Kevin Garnett, her zaman yaptığı gibi ortalamalarını bir
    önceki sezona göre yükselterek 22.9 sayı, 11.8 sayı ve
    5.0 asist’le oynarken Timberwolves, 50 galibiyet’e
    ulaşmıştı. Ama artık taraftarları bezdiren bir biçimde bu kez de
    Portland’a play offların ilk turunda eleneceklerdi.
    2000-01sezonu Malik Sealy’nin bir trafik kazasında
    ölümü ve Joe Smith’le yapılan illegal
    sözleşme nedeniyle tatsız başladı. Yine de Garnett gemisini
    kurtarmaya çalışan kaptan olarak maç başına 22.0 sayı ve
    11.4 ribaund’lık double double performansıyla takımına 47
    galibiyet kazandırdı. Ama adeta pilav günleri gibi geleneksel bir
    hale gelen play off ilk tur kabusu tekrar Timberwolves’un
    üzerine çöktü ve San Antonio zorlanmadan
    Minnesota’yı 3-1’lik skorla eledi.
    Aynı filmi geçen yıl da Dallas karşısında izledik. Geçen
    onca yılda filmin senaryosunda değişen tek şey katillerdi ama kurban
    hep Minnesota’ydı. Taraftarlar artık Kevin Garnett’in
    liderliğini ve takımın geldiği noktayı iyice sorgulamaya başlamıştı. KG
    Timberwolves tarihinin toplamda en çok sahada kalan, en
    çok top çalan, en çok asist yapan, en skorer ve en
    çok top kesen oyuncusuydu. Son 3 sezonda sürekli olarak
    NBA’in en iyi savunma beşine (NBA All defensive first team) ve
    98-99 sezonundan beri de All NBA takımlarının abonesi… Ayrıca
    Larry Bird, Wilt Chamberlain ve Oscar Robertson’la beraber NBA
    tarihinde 3 sezon üst üste 20 sayı,10 ribaund ve 5 asist
    barajını geçen 4 oyuncudan biri ama buna rağmen Minnesota iş
    play off’a gelince hep sefilleri oynadı. Rakip takımların
    seyircileri onlarla “Aslında ilk turu oynamasalar belki şampiyon
    bile olabilirler” şeklinde dalga geçmekteydi.
    Yeni sezon başlamadan önce bu tarz espriler ve hakkındaki
    eleştiriler Kevin Garnett’i iyice öfkelendirmişti. KG,
    sezona bu öfkenin verdiği hırsla başladı. Hele 37 sayı, 9 ribaund
    ve 5 top çalmayla oynayıp MVP seçildiği All-Star
    maçından sonra adeta çıldırdı. Şu anda Timberwolves, All
    Star maçından beri oynadığı 17 maçın 13’ünden
    galip olarak ayrıldı. Lakers maçını saymazsanız, KG bu
    karşılaşmaların hiçbirinde 20 sayının altına düşmedi ve
    sayı, ribaund ve asistte triple double’a yaklaşan istatistiklerle
    oynadı. Şu anda ligde 23.1 ile sayı krallığında 8., 13.2 ile ribaund
    krallığında 2., 67 maçta 56 double-double’la 1. sırada.
    Ayrıca 5.8 ile asist krallığında 16.sırada ve bir çok
    gerçek guarddın sıralamada üstünde. Kuşkusuz KG,
    normal sezonun en önemli MVP adaylarından biri hatta birincisi.
    Yalnız işler normal sezonda ne kadar iyi giderse gitsin asıl
    önemli olan Minnesota’nın Play-off’ta nasıl bir
    performans sergileyeceği. Ama ne olursa olsun NBA, Garnett’e
    çok şey borçlu. Sadece insanlara sunduğu enfes basketbol
    şovu yüzünden değil. Eğer Garnett küçük
    yaşta cesareti ve yeteneği ile sahada kan ter ve gözyaşı
    dökerek kendisini acımasızca eleştiren onca insana ve baskıya
    göğüs germeseydi NBA’de liseliler hakkındaki tabu daha
    da sertleşen bir mizansen içinde genç yeteneklerin
    karşısına çıkacaktı. Ve kimbilir, belki bugün biz liseden
    direk profesyonelliği seçen Kobe Bryant, Tracy McGrady, Jermaine
    O’Neil ve Amare Stoudamire gibi pek çok yetenekli genci
    NBA’de göremeyecektik. Eğer LeBron James seneye birinci
    sırada seçilirse herkesten önce tek bir kişiye
    teşekkür etmeli: O da kendisine bu yolu açan Kevin
    Garnet!!..
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:21 pm

    YENİ JENERASYONUN ASİ İDOLÜ; ALLEN IVERSON(Bu yazı pivot dergisinde yayınlanmıştır.)

    O, bir kurşun kadar hızlı, çelik kadar sert, treni
    durdurabilecek kadar güçlü. Ama O Süpermen değil.
    Onun adı Allen Iverson!!.. Ve yaşamı boyunca kriponitten uzak kalmaktan
    çok daha önemli sorunları oldu.

    Birazdan son yıllarda NBA’i derinden sarsan Allen Iverson
    fenomeni hakkında bilmek isteyeceğiniz hemen hemen her şeye
    ulaşacaksınız ama öncelikle bir konuda itirafta bulunmak
    istiyorum. Aslına bakarsanız Grant Hill tarzı beyefendi oyunculara daha
    fazla sempati ile bakan biri olarak geçen yıla kadar Iverson
    hakkında pek olumlu görüşlere sahip değildim. Jordan ve diğer
    veteran NBA yıldızlarına saygı duymadığını, Jordan’ın fazla
    abartıldığını söylemesi, takım arkadaşlarını yumruklaması ve
    coach’u ile ilgili olarak densiz demeçler vermesi tüm
    yeteneklerine rağmen beni giderek Iverson’dan soğutmuştu. Tamam
    tamam aslında bunun temel nedeni o dönemdeki kız arkadaşımın
    fanatik bir Iverson hayranı olmasıydı. Yok Iverson şöyle
    müthiş oynuyormuş, yok saç stili böyleymiş yok
    dövmeleri çok karizmatik duruyormuş. Tabii ki ben de bu
    durumda her normal erkeğin vereceği tepkiyi vermiştim: “Kim
    Iverson mı?? Yok daha neler!! Kızım adam mı o be?? Stackhouse olmasa
    Sixers da takım mı??” gibi şeyler söyledim. İşte benim
    Iverson’a karşı Stackhouse sevgim de o gün başladı.

    NBA DEĞERLERİNİ SARSAN ASİ OYUNCU
    Kim ne derse desin Iverson NBA’e adım attığı andan itibaren bir
    çok taşı yerinden oynattı. Üstelik bu sadece oyun tarzını
    kapsayan bir değişim değildi. Dövmeleri, saç modelleri,
    giysileri, konuşması, geçmişi ve daha bir çok
    özelliği ile geçmişte genç oyuncuların
    önüne konulan örneklerden tamamen zıt bir karakter
    yapısına sahipti. Iverson yaptığı her hareketiyle, verdiği her
    demeciyle alışılagelmiş NBA değerlerini tamamen sarsmaktaydı. Eğer
    Iverson karşı olduğu bu değerlerin yerine yeni alternatifler sunmasa bu
    kadar ciddiye alınmazdı ama NBA yetkililerini korkutan Iverson’la
    birlikte yeni bir basketbol kültürünün ve yaşam
    tarzının tüm şatafatıyla karşılarında belirmesiydi. Bunu
    KoRn’un nu-metalle 1990’ların ortasında müzik
    dünyasında yaptığı değişime benzetebiliriz. Nasıl ki KoRn hem
    müzik tarzıyla hem de imajıyla yepyeni bir tarz meydana getirerek
    benim de dahil olduğum jenerasyonu derinden etkilediyse, Iverson da NBA
    üzerinde bu tür bir etki yarattı. Aslında NBA daha önce
    basketbolun çılgın çocuğu Dennis Rodman gibi bir
    tecrübe yaşamıştı ama günümüzde bir kült
    haline gelen Rodman fazlasıyla marjinal ve tuhaf -hatta kimilerine
    göre biraz psikopat- olduğu için bu derecede yeni nesli
    etkilememişti. Corn Rows adı verilen ve şu anda bir çok oyuncu
    tarafından kullanılan saç modeli şöhretini Iverson’a
    borçlu. Reebok “The Answer” adıyla çıkarttığı
    ürünleriyle en çok kar payını beklemekte ve Iverson
    şirketin en önemli yatırımlarından biri. Bir de Universal
    etiketiyle az kalsın müzik dünyasına bomba etkisi yapacak
    Iverson, Jewels lakabını kullanarak -Nasıl ki gerçek adı
    Marshall Mathews olan kardeş, Eminem, Slim Shady gibi isimler
    kullanıyor. Bizimki de takı merakı yüzünden Jewels’ı
    seçmiş- Misunderstood adıyla bir kaset çıkartacaktı ki
    Allah’tan çıkartmadı. Niye Allah’tan diyorum.
    Çünkü kaseti dinlediğim kadarı ile tam bir facia eğer
    müzik kariyeri konusunda yoğunlaşsaydı sanırım aç kalma
    ihtimali bir hayli yüksek olurdu. Albümünün
    basımının durdurulmasının nedeni ise, fazlasıyla saldırgan ve argo
    sözler içeren kaset bir süre sonra artık
    olgunlaştığını ve topluma daha iyi örnek olması gerektiğini
    düşünen Iverson tarafından yayınlanmak istenmemesi.

    Peki Amerika’nın arka sokaklarda suç ve uyuşturucu
    içinde kaybolan gençliğini Iverson nasıl oldu da bu kadar
    etkileyebildi? Cevap bence fazlasıyla basit: Çünkü
    Allen birader de o gençlerden biriydi ve “dibe vurduğu
    anda” çoğu kişinin yaptığı gibi kendini hayatının akışına
    bırakmadı yeteneklerini kullanarak savaşını sürdürdü.

    IVERSON’IN ÇOCUKLUĞU
    Iverson’ın geçmişine baktığımızda “baba”
    punk-rock gruplarından The Offspring’in “Way Down The
    Line” şarkısında anlatılan derecede kötü bir aile
    yapısına sahip olduğunu görüyoruz. Daha çocuk yaşta
    ona gebe olan bir anne, babasız, fakir, sefalet içinde
    geçen ve ailesinin aldığı tüm yanlış kararların yaşamını
    doğrudan etkilediği bir hayat.
    Allen, 6 Temmuz 1975 tarihinde Hampton, Virginia’da doğdu. Allen
    doğduğunda annesi Ann sadece 15 yaşındaydı!!.. Ve Allen’ı tek
    başına yetiştirmek zorundaydı. Hampton’ da yaşadıkları ev ise
    kanalizasyon şebekesinin hemen üzerinde olduğu için sık sık
    lağım taşkınlarına maruz kalmaktaydı. Iverson’ın gerçek
    babasını merak edenleriniz varsa, Iverson’ın hayatıyla biyolojik
    olarak onun babası olması dışında hiçbir ilgisi olmadı. Bir de
    geçen sene eski bir sevgilisini bıçaklayarak
    “Iverson’ın babası kız arkadaşını yaraladı.” şeklinde
    manşetlere geçmesini saymazsak.
    Iverson’ların evinde ödenmeyen faturalardan dolayı genelde
    su ve elektrik olmazdı ama küçük Allen gene de
    annesine kızgın değildi çünkü mevcut duruma göre
    annesin zaten elinden gelenin en iyisini yapmakta olduğunu
    düşünmekteydi. Allen daha sonra kendi başının çaresine
    zor bakarken hayatına giren iki kızın da sorumluluğunu üstlenmek
    zorunda kaldı: Kardeşleri Brandy ve Iliesha.
    Özellikle küçük Iliesha’nın lağım suyu
    baskınların getirdiği sağlıksız koşullar nedeniyle sık sık hastalanması
    zaten mali problemler yaşayan aileyi daha da büyük bir krize
    sürükler. Bu sırada Allen’ın annesinin erkek arkadaşı
    olan Michael Freeman isimli şahıs ise müzmin bir işsizdir ve
    kelimenin tam anlamıyla bir hapishane kuşudur. Defalarca hapse girip
    çıkan Freeman, 1991 yılında uyuşturucu satmaya teşebbüsten
    tekrar hapse geri döner. Söylenenlere göre bir gün
    Allen, Freeman’ı ziyarete gittiğinde onun ayaklarının halini
    görünce ona o kadar acımıştır ki, kendi ayakkabılarını ona
    verir ve eve kadar çıplak ayaklarıyla yürür.
    Allen’ın Freeman hakkındaki düşünceleri sorulduğunda
    çoğu kişinin beklediğinin aksine Iverson sürekli onu
    savunmuştur: “Michael en azından bize benim gerçek
    babamdan daha çok sahip çıktı, hem o kimseyi
    öldürmedi ya da kimseyi soymadı sadece ailesi olarak kabul
    ettiği insanlara bakmaya çalışıyordu.” Gerçekten
    çarpıcı bir ifade, herhalde Amerikalı sosyologlar toplumsal
    suç psikolojisini incelerken Iverson’un hayatına da bir
    göz atıyordur.
    Iverson’ın hayatındaki dönüm noktalarından belki de en
    önemlisi, annesinin o daha çok küçük
    yaşlardayken oğlunun spora yetenekli olduğunu keşfederek onu bu
    yönde desteklemesi. Zaten bu dönemde annesinin daha iyi bir
    hayat için kurduğu tüm hayallerin merkezinde Allen’ın
    spor konusundaki yeteneği bulunmaktadır. Belki inanmayacaksınız ama,
    Iverson çocukluğunda basketbola karşı pek de fazla ilgili
    değildir. Annesi onu zorla basketbol oynamaya yollar. Çoğu zaman
    ise Iverson evin bir köşesine kaçarak antrenmana gitmemek
    için ağlar -Bence Iverson’ın antrenmanlar hakkındaki
    düşünceleri günümüzde de pek değişmemişe
    benziyor- Annesi ise ona bu oyunu sevdirmek için maddi bakımdan
    zorlanarak da olsa Jordan ayakkabıları ve buna benzer basketbol
    malzemeleri alır. Bu sırada Iverson başka bir spora daha fazla ilgi
    duymaktadır: Amerikan Futbolu!! Iverson’ın çoğu kişi
    tarafından bilinmeyen bir özelliği müthiş hızı sayesinde lise
    yıllarında onun aslında çok iyi bir Amerikan futbolu oyuncusu
    olduğudur. Hatta Allen önceleri Amerikan futboluna daha
    düşkündür. Iverson kardeşin yıldızı ise her iki sporda
    da gün geçtikçe parlamaktadır. Bethel
    Lisesi’ni hem Amerikan futbolunda hem de basketbolda Virginia
    Eyalet şampiyonluğuna taşıyıp her iki branşta da yılın oyuncusu
    ödülüne kavuşunca tüm üniversiteleri peşinden
    koşturmaya başlar. Özellikle de çizgi romanlardaki
    süper kahramanları aratmayacak derecede hızlı oluşu herkesin
    dikkatini çeken temel etkendir. Bu dönemde
    “kankası” Maryland’li Joe Smith, (Şu anda Minesota
    Timberwolves’da oynuyor), Allen’ın üniversiteye
    alınması için takımdaki herkesin beynini yer. Aynı şekilde
    Iverson da birkaç bin kez Joe Smith’ten Maryland’in
    cennetin bir köşesi olduğunu dinler. Zaten hem basketbol hem de
    futbol programlarında iddialı olan Maryland, Iverson için
    biçilmez kaftandır. Ama Iverson birader için o
    günlerde asıl önemli olan NBA ya da NFL (Ulusal Futbol Ligi)
    farkı gözetmeksizin kapağı profesyonel klüplerden birine
    atarak gettolardan ve onun temsil ettiği yoksul hayattan kendisini ve
    ailesini kurtarmaktır. Fakat bahtsız kardeşimiz Allen’ın
    şanssızlık peşini bir türlü bırakmaz. Bir akşam arkadaşları
    ile gittiği bir bowling salonunda çıkan olaylar ona hayatının en
    zor günlerini yaşatacaktır.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:21 pm

    HAYAT GÖRÜŞÜNÜ DEĞİŞTİREN HAPİSHANE GÜNLERİ
    Gelen şampiyonluklarla şehirde adeta yerel kahraman haline gelmesine
    rağmen Iverson bir siyahtır ve Amerika’nın genel problemlerinden
    biri olan ırkçılık ünlü yada ünsüz ayırt
    etmeden her an karşınıza çıkabilir. Iverson’ın karşısına
    da bir bowling salonunda çıkar. Olay şu şekilde gelişir; Allen
    ve arkadaşları salonda biraz fazla gürültü
    çıkartınca uyarılırlar bu sırada içerideki başka bir grup
    Allen ve arkadaşlarına sataşır ve onların zenci olmaları ile ilgili
    hakaret etmeye başlar. Bir anda kimse ne olduğunu anlamadan
    içeride bir beyaz-siyah meydan savaşı çıkar. Mahkemeye
    çıkartılan 17 yaşındaki Iverson, adam yaralamak suçundan
    5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Ama Amerika’daki sivil
    toplum örgütleri hemen harekete geçerek
    Amerika’yı ayağa kaldırırlar. İddiaya göre, Iverson kavga
    sırasında bir kıza ciddi şekilde yaralamak maksadıyla kafasına sandalye
    ile vurmuştur. Mahkemede kanıt olarak sunulan bantta Iverson bir kez
    bile görülemez. Kavga dolayısıyla polis tarafından tutuklanan
    4 kişi de ünlü siyahlardır. Onlarca kişinin kavgaya
    karışmasına rağmen sadece 4 siyahın tutuklanması skandal olarak
    nitelendirilir. Dava sonrası yargıcın mağdur beyazlardan birinin aile
    dostu olduğu ortaya çıkar. Ve olayla ilgili hiçbir
    tanığın söylediği birbirini tutmaz. Kimi şahitlere göre
    Iverson elinde sandalye ile içeride deli gibi koşuşturarak
    kadın-erkek gözetmeden bulabildiği tüm beyazların kafasına
    vurmuştur. Kimi şahitlere göre salona sonradan giren bir grubun
    temel maksadı Iverson’ı pataklamaktır ve kavga Iverson’ın
    etrafında gerçekleşmiştir. Kimi şahitler ise Allen’ın
    kavga başladıktan sonra bowling salonuna geldiğini ve olayların
    çıktığını gördüğü an hiçbir şeye
    karışmadan salonu terk ettiğini söylemiştir. En mantıklı ifadeler
    ise Iverson’ın sadece içeride biraz dayılandığı ve sadece
    birkaç kişiyle itiştiği şeklindedir. Mahkeme sonrasında medya
    iki kutba ayrılır. Bir kısım medya Iverson’ın sadece siyah
    olmasından dolayı sisteme kurban olduğunu yazarken diğer bir kesim ise
    Iverson’ın şımarık ırkçı bir çocuk olduğunu ve en
    ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini yazar. Siyahi dernekler
    ayaklanır. Sonuçta Allen 4,5 ay hapiste kaldıktan sonra Virginia
    Eyaleti Valiliği’ne seçilen ilk siyah olan Doug Wilder
    tarafından yanlış durum değerlendirilmesi yapıldığı ve iyi halinden
    dolayı serbest bıraktırılır. Belki Iverson gerçekten
    suçluydu belki de sadece renginin kurbanı oldu. Bunu
    hiçbir zaman kimse bilemeyecek ama bu olaylar ve hapiste
    geçirdiği 4,5 ayın Iverson’ın üzerinde derin etkiler
    bıraktığı bir gerçek. Allen’a göre bu olaylar ve
    hapiste geçirdi zaman onun hayata bakışını o kadar değiştirmişti
    ki eğer o olay meydana gelmeseydi şimdi bulunduğu yere asla gelemezdi:
    “Hampton’da başıma gelenleri asla unutamayacağım,
    çünkü büyük bir haksızlığa uğradım. Ama
    olanlar beni güçlü bir insan yaptı. Bu olay meydana
    gelmeseydi şu anda olduğum aynı insan olabileceğimi hiç
    sanmıyorum. Düşünsenize daha sadece 17 yaşında bir
    çocuktum. İçeride her türden gerçek
    suçlu vardı. İçeriye girdiğimde herkes bana tuhaf tuhaf
    baktı. Kanım donmuştu, durmadan tanrıya dua ediyordum. Sonra yaşlı
    mahkumlar yanıma geldiler ve beni tanıdıklarını, merak etmememi, beni
    her türlü beladan koruyacaklarını, içerideki tüm
    pisliklerden uzak tutacaklarını söylediler. Tanrım korkuyordum.
    Hapse atılmadan bir gece önce büyük anneme niye tanrı
    bana bunun yapılmasına izin veriyor diye sormuştum. O da “Asla
    tanrının ne yaptığını sorgulama.” dedi. Ben de bir daha asla
    sorgulamadım. Hapiste benim yaşıtlarımın kaldığı Jungle isminde bir
    kısım vardı büyük mahkumlar asla orda kalmama izin vermediler
    ve beni hafif çalışma cezası almış önemsiz suçlar
    işlemiş yaşlıların yanına koydular. Bazen bizim koğuşa gitmem
    için Jungle’ın önünden geçmem gerekirdi.
    Tanrı biliyor ki küçüklüğümden beri hem
    kendimin hem de ailemin başının çaresine bakmak zorunda kaldığım
    için korkusuz biriyimdir ama o Jungle denen yerde öyle
    şeyler oluyordu ki içeride hapishane filmlerinde
    seyredebileceğiniz en mide bulandırıcı ve korkutucu sahnelerden
    birkaç kat daha fazlası vardı.”

    GEORGETOWN GÜNLERİ
    Iverson hapishaneden çıktığı zaman gelecekle ilgili
    gerçekleştirebileceğini düşündüğü çok
    az hayali kalmıştı. Not ortalamaları düşüktü.
    Üstelik Kentucky kendisine verdiği burs teklifini de geri
    çekmişti. Meydana gelen olaylar insanların zihninde sportif
    başarılarından daha fazla ön plana çıkmıştı. Ne NBA
    ümidi kalmıştı ne de NCAA.. Ama Iverson tam bu sırada kendisini
    tekrar kanıtlaması için iyi bir fırsat olan Nike ve Reebok
    kamplarına davet edildi ve eline geçen şansı çok iyi
    kullandı. Bu sırada Georgetown coach’u John Thompson da ciddi
    şekilde Allen’ı takip etmektedir. Allen’ın annesi Ann,
    defalarca coach Thompson ile oğlu hakkında görüşür ve
    ondan oğluna her tüm olanaklarıyla kol kanat germesini rica eder.
    Georgetown, Iverson için önemli bir adımdır. Coach Thompson
    ise bundan sonra Iverson için hem bir baba figürü hem
    de Beyaz Gölgede’ki Coach Reeves gibi durmadan onu
    kollayacak, başını belaya sokmasına engel olacaktır. Iverson
    profesyonel olma kararı almadan önce Georgetown’da
    geçirdiği iki yılın sonunda arkasında bir çok
    ödül bırakır. 20.4 sayı ve 4.5 asist ortalamaları ile
    oynadığı 1994-95 sezonunda Big East Ligi’nin en iyi
    çaylağı ve savunmacısı ödülüne ulaşır. 25.0 sayı,
    4.7 asist, 3.35 top çalma ortalamalarıyla oynadığı 1995-96
    sezonunda ise ismi Big East’in en iyi ilk beşindedir ve tekrar
    yılın en iyi savunmacısı olarak ödüllendirilir. Ayrıca bir
    NCAA oyuncusunun alabileceği en prestijli ödüllerden biri
    olan Associated Press All American takımına seçilir. NCAA
    turnuvasında ondan sonra yüz sayı barajını geçebilen ilk
    oyuncu ise ancak 5 sezon sonra Duke’ten Jay Williams olacaktır.
    (Bu sezon da Maryland’li Juan Dixon geçti.)

    NBA YENİ NESİL SÜPER YILDIZINA, KAVUŞUYOR!!..
    Aslına bakarsanız Allen draft edilmeden önce Philadephia’nın
    durumu hiç de iç açıcı değildi. Wilt
    Chamberlain’li, Dr. J’li ve Moses Malone’lu
    günler çok eskilerde kalmıştı. Hem de son 6-7 sezonda
    sürekli gerileyen bir performansları vardı. Sixers bir yıl
    önce birinci tur üçüncü sıradan süper
    yetenek North Carolina mezunu Jerry Stackhouse’u kadroya kattı.
    Takım Stackhouse’un çaylak sezonunda gösterdiği 19.2
    sayı ve 3.8 asistlik performansla biraz kıpırdanma gösterdiyse de
    bu pek yeterli olmadı. İşte bu günlerde draft lottery’den
    gelen bir numaralı seçim hakkı yeniden yapılanmaya giren Sixers
    için ilaç gibi geldi. 1996 yılının drafta seçilen
    bir numaralı ismi açıklandığında herkes NBA’deki en iyi
    genç guard ikilisine Sixers’ın sahip olduğu konusunda
    hemfikirdi: Allen Iverson ve Jerry Stackhouse.
    Iverson daha ilk sezonunda -küçüklüğümden
    beri favorim olan- NBA Action Countdown 10 listelerini bolca işgal
    etti. Evet bu çocuk hızlıydı. Gerçekten eşi
    görülmemiş bir şekilde hızlıydı. Hem de mükemmel
    sıçrayabiliyordu. Ama onun en çok konuşulan hareketi o
    enfes cross-over’larıydı. Bir arkadaşını seyrederken ne kadar
    etkili olduğunu keşfettiği ve ancak saatler süren
    çalışmalar sonucunda bugünkü şekline gelen bu hareket,
    artık Iverson’la özdeşleştirilmiş durumda. Yaşlı kurt Tim
    Hardaway de etkili cross-over’lara sahip ama kesinlikle estetik
    bakımdan Iverson ile kıyaslanamaz. Her ne kadar Iverson, hakemler
    tarafından Kobe kadar korunmasa da sanırım hakemlerin Iverson’la
    ilgili verdiği en yanlış kararlar da yine meşhur
    cross-over’larıyla ilgili. Hakemlik eğitimi almış ailenizin
    naçizane yazarı bendenize göre Iverson Cross-Over sırasında
    topu kavrıyor ve driplingini kesmiş oluyor bu yüzden normal
    şartlar altında bu topla yürüme hatası. Ama dediğim gibi
    ancak normal şartlar altında bu kuralı uygulayabilirsiniz. Adam o kadar
    estetik bir şekilde bu hareketi icra etmekte ki hakemler de ellerinde
    olmadan “Yaradan ne güzel de cross-over yaptırıyor bu
    çocuğa, tüm stepsler sana kurban olsun.” diye
    düşünüyor olmalı. Asıl konumuza geri dönersek,
    Iverson rookie sezonunda ortalığı toz duman etti. NBA tarihinde rookie
    sezonunda 5 maç üst üste 40 sayı barajını geçen
    ilk oyuncu oldu ve 23.7 sayı ile 7.5 asist ortalamaları ile oynadığı bu
    sezonda haliyle yılın çaylağı ödülüne
    rahatça ulaştı. Stackhouse ise Iverson’a 20.7 sayı
    ortalamasıyla destek olmaktaydı.
    Belirttiğim gibi bu ikili en NBA’in en etkili duo’larından
    biriydi ama sezon içinde çoktan kendini belli eden bazı
    sorunlar kendini her geçen gün daha çok belli
    edecekti. Bir takım düşünün ki elinde şu an NBA’in
    en iyi oyuncuların ikisini bulundurmasına rağmen ancak 22 galibiyet
    alabilsin. İşte bu durum Sixers Antrenörü John Davis’in
    takımdaki sonunu hazırladı. Yerine ise Iverson’ın ilerleyen
    zamanda çok seveceği (?!) NCAA’in ve NBA’in en iyi
    antrenörlerinden Larry Brown getirilecekti. Brown sorunu
    görmekte çok gecikmedi. Elindeki en önemli iki silahı
    birbirinden egoistti!. Üstelik bunlardan biri takımın oyun
    kurucusuydu. Iverson başına buyruk, fazla emir almayı sevmeyen ve
    -geçmişinin neden olduğu bir durum olarak
    düşünebileceğimiz- herkese kendini kanıtlamaya
    çalışan, sahada çok konuşan ve arkadaşlarına olur olmadık
    sataşan bir oyuncuydu. Stackhouse ise takımın gerçek yıldızının
    kendisi olduğunu düşüyordu. Medya çoktan daha sonra
    tüm North Carolina mezunu vasatın üzeri guardlara
    yakıştırmaya meraklı olduğu -hatta 20 sayı ortalamasını geçen
    her guarda- “Yeni Michael Jordan” yaftasını yapıştırmıştı.
    Bu tür unvanların verdiği ağırlık ise Stackhouse için şu
    anlık daha çok ağırdı. Kendilerini kanıtlama kavgasındaki,
    öncelikle “Ben” diyen bu iki oyuncunun rekabeti bir
    idman sırasında adeta sokak kavgasına dönünce ikisinden
    birinin takımdan gönderilmesi artık şart olmuştu. Sixers ve Brown
    da tercihini Iverson’dan yana kullanınca Stackhouse NBA’in
    bir başka süper yıldızı olan Grant Hill’in Detroit’ine
    Theo Ratliff ve Aaron McKie karşılığında sezon ortasında
    gönderildi. Larry Brown takımı aklındaki oyun sistemine göre
    yavaş yavaş temizledi sezon sonuna gelindiğinde ise sezona başladığı
    kadrodan sadece 5 kişi takımda kalmıştı. 1996-97 sezonu yılın
    çaylağı ve All-Star haftasonu çaylak maçının en
    değerli oyuncusu Iverson için 1997-98 sezonu da parlak
    geçmişti. Her ne kadar takım ancak 31 galibiyet alsa da Iverson
    ligi 22.0 sayı, 6.2 asist ve 2.20 top çalma ortalamalarıyla
    tamamladı. Üstelik sezon içinde iki kez Jordan’ın
    Chicago’sunu da alt etmeyi başarmışlardı. Bu arada Iverson
    medyadaki sansasyonel açıklamalarına iyice hız verdi. Ne Michael
    Jordan ne de Charles Barkley gibi eski oyunculara saygı duymadığını
    üstelik de Jordan’ın biraz fazla abartıldığını
    söylemesi tepki topladı. İnsanlar zaten geçmişi hatırlamaya
    meyillidirler. Iverson da bu tür tepkilere alışıktı.
    Georgetown’daki iki sezonu boyunca rakip okullar onlarla hep
    Mahpushane kaçkınları diye dalga geçmiş, taraftarlar da
    Iverson’a sandalye ile ilgili bolca espri yapmıştı. Zamane
    üniversite gençliği işte ne yapacaksınız. Geçmişini
    bir kenara bıraktığınızda bile Stackhouse ile arasında geçen
    olaylar ve Coach Larry Brown’ı pek takmaması insanların
    Iverson’a ön yargı ile bakmasına neden oluyor. Biraz evvel
    de belirttiğim üzere bunlara Cross-over’la Jordan’ın
    “belini kırdığı” birkaç pozisyonun ve gelen iki
    galibiyetin verdiği gazla Jordan hakkında verdiği demeçler de
    eklenince yetenekli ama az sevilen oyuncu kategorisinde kendisine en
    üst sıralardan bir yer edindi.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:23 pm

    Bu yazı pivot dergisinin 38.sayısında yayınlanmıştır.)

    YENİ NESLİN UÇAN YILDIZI, VINCE LAMAR CARTER...

    Soru: Bir NBA takımı yöneticisi olduğunuzu düşünün.
    Bir seçme hakkınız olsaydı. Siz, 1998 Drafttında aşağıdaki
    oyunculardan hangisini öncelikli olarak seçerdiniz?.
    Michael Olowakandi, Mike Bibby, Raef La Frentz, Antawn Jamison, Vince Carter.

    Cevaplar: L.A.Clippers: Michael Olowakandi
    Vancouver: Mike Bibby
    Denver: Raef La Frentz
    Toronto: Antawn Jamison
    Golden State: Vince Carter. Fakat Golden State, Jamison karşılığında Carter’ı Toronto’ya verdi.

    Sonuçlar: Denver: 2001 sezonu Batı Konferansı 11.si
    L.A.Clippers: 2001 sezonu Batı Konferansı 12.si
    Vancouver: 2001 sezonu Batı Konferansı 13.sü
    Golden State: 2001 sezonu Batı Konferansı 14.sü, yani sonuncu!.
    Toronto: 2001 sezonu Doğu Konferansı Yarı Finalisti!!..

    Vince Carter, NBA Liginde geçen son 3,5 yıla, bir en iyi rookie
    oyuncu ödülü, bir slam dunk şampiyonluğu, 3 defa
    All-Star oylaması birinciliği, bir Olimpiyat altın madalyası sığdırmayı
    başardı.

    1998 NBA Draftı, 24 Haziran 1998’de Vancouver’da
    yapılmıştı. 51 yıllık NBA tarihinde ilk defa bir Türk oyuncunun
    (Mirsad Türkcan, Houston Rockets tarafından 18. sırada draft
    edilmişti.) seçilmesi bakımından bizim için
    büyük değeri olan draftın, NBA ligine kazandırdığı en
    büyük yıldız ise, 5.sırada Golden State Warriors tarafından
    seçilen Vince Lamar Carter’dı.
    Draft gecesi 4. sırada seçilen üniversitedeki takım
    arkadaşı Antawn Jamison karşılığında Golden State’den Toronto
    Raptors’a takas edilen Carter, Kanada takımının ve NBA liginin
    2000’li yıllardaki en büyük yıldızlarından biri
    olacağını, sezon sonunda 118 oydan 113’ünü alarak
    kazandığı en iyi rookie oyuncusu ödülü ile
    gösterdi. Bir yıl sonra All-Star oylamasında 2 milyona yakın oyla
    ilk sırayı alan Carter, bir çok kişiye göre slam dunk
    yarışmaları tarihin en muhteşem performansı ile de smaç
    şampiyonluğuna ulaşmıştı. 2000 yazında Sidney Olimpiyatlarında -zor da
    olsa- altın madalya alan Dream Team IV’ün en skorer oyuncusu
    olan ve Fransa maçında Frederic Weis’in üzerinden
    yaptığı smaç ile tüm dünyaya kendini tanıtan Carter,
    geçen sezon Toronto’yu Doğu Konferansı yarı finaline kadar
    çıkarmayı başardı. Evet 3 yıl sonunda NBA liginin en başarılı 10
    oyuncusundan biri “The Prince”, “Air Canada”,
    “In-VINCE-able” lakapları ile de tanınan Toronto’nun
    15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter, sizlere tanıtacağım NBA
    oyuncusu.

    KONSER SALONUNDAN BASKETBOL ARENASINA
    Vince Carter, 26 Ocak 1977’de Florida Daytona Beach’de
    doğdu. 9 yaşındayken katıldığı 12 yaş altı eyalet turnuvasında kısa
    boyuna ve küçük yaşına rağmen dikkatleri üzerine
    çeken Carter, 13 yaşındayken de ilk smacını yapıyordu. Fakat
    baba Harry’nin Volusia’da bando ve orkestra
    direktörü olması Carter’ı da müziğe itti. 7 farklı
    enstrümanla ilgilenen Carter, 1995 yılında Mainland Lisesini
    bitirdiğinde basketbol ve voleybolculuğunun yanında, davul ve saksafon
    çalarken, okul orkestrasında bariton solistlikte yapıyordu. Ama
    Carter, basketbol sahasında bir maçta 47 sayı başka bir
    maçta da 17 blok rakamlarını erişip, okulunu da 36 maçta
    34 galibiyet ile eyalet şampiyonu yapınca tercihini basketbolden yana
    kullandı. (Tabi 1981 Draftı ile NBA’e seçilen amcası
    Oliver Lee’nin de Carter’ın basketbolcü olmasında
    büyük katkıları vardı.)
    Carter, lise’deki son yılında forvet mevkiinde, Ron Mercer ve
    Shareef Abdul-Rahim’in ardından Amerikanın en iyi lise
    oyuncularından biri olarak gösterildi ve yılın en iyi ikinci
    beşine seçildi. 1995 yazında üniversite tercihini, iki
    yıldız oyuncusu Jerry Stackhouse ve Rasheed Wallace’ı NBA’e
    kaptıran ve yeni bir takım kurmayı amaçlayan ülkenin en iyi
    basketbol programlarından ve coachlarından (Dean Smith) birine sahip
    North Carolina’dan yana kullandı. İki yıldızını kaybeden UNC
    üniversitesi yeni iki rookie oyuncu Vince Carter ve Antawn Jamison
    ile lige başladı. Guard’lar Jeff McInnis ve Dante Calabria, pivot
    Serge Zwikker ile birlikte iyi bir uyum yakalayan bu genç
    oyunculardan Carter, ilk yılında 31 maçta forma giydi. İlk
    yılında hem guard hem de kısa forvet pozisyonlarında oynayan Carter, 19
    kere ilk 5’te sahaya çıkarken, 10 maçta skorda
    çift haneli sayıya ulaştı. Fakat maç başına sadece 18
    dakika oyunda kalabildi ve 7.5 sayı, 3.8 ribaund, 1.3 asist
    ortalamaları ile ilk senesini tamamladı. Aynı yıl, USA Junior Basketbol
    takımının bir üyesi olarak, Atina’da düzenlenen
    dünya şampiyonasında 7. olan takımda 8 maçta, 48 sayı, 32
    ribaund, 11 asist ve 9 top çalma üreten Carter, tüm
    sezon boyunca açık sahada fast break organizasyonlarında Tar
    Heel seyircilerine inanılmaz hava hareketleri seyrettirmeyi başardı.

    NCAA’LERDE İKİNCİ YIL VE İLK FINAL FOUR
    Üniversitedeki ilk senesinde muhteşem smaçları ile
    büyük bir hayran kitlesi yaratan Carter, ikinci sezonunda
    büyük gelişme gösterdi. 1995-96 sezonunun ardından
    NBA’e gitmeyi tercih eden McInnis’in (Denver tarafından 2.
    tur 37. sırada draft edildi.) takımdan ayrılması, coach Smith’in
    Carter’ın oyunda kaldığı süreyi maç başına 28
    dakikaya çıkarmasına neden oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren
    Carter 13.0 sayı, 4.5 ribaund, 2.4 asist ve 1.4 top çalma
    ortalamaları ile NCAA’ler deki 2. sezonu tamamladı. Playofflar
    da, çeyrek finalde Lousville maçında 18 sayı
    üreterek, 15 sayı ile oynayan Jamison ile birlikte UNC’yi
    14. defa Final Four’a sokmayı başaran Carter, yarı finalde
    Arizona potasına 8 sayısı smaçtan olmak üzere 21 sayı
    gönderse de 66-58’lik yenilgiyi önleyemedi. Aynı yıl
    NBA’de slam dunk şampiyonluğuna ulaşan Kobe Bryant’ın
    yarışma içerisinde yaptığı bir çok hareketi,
    NCAA’de maç içinde rakip oyuncuların savunmalarına
    karşı yapan Carter, oynadığı süre ile orantılı olarak artan hava
    hareketleri ile sadece okulunun değil Amerikanın ve dünyanın
    hayranlıkla seyrettiği bir oyuncu olmuştu. Ama o sadece zıplama
    kabiliyeti ile anılmak istemiyordu. Chicago şehrinin yetiştirdiği en
    büyük smaç makinesi Ronnie Fields, gibi sadece
    smaçları ile tanınmak ve NBA’e gidemeyip CBA’de veya
    diğer küçük liglerde kaybolup gitmek istemiyordu. Bu
    sebeple de 2. senesinin yazını bol bol şut idamı yaparak
    geçirdi.
    1997-98 sezonunda başarı grafiğini yükseltmeye devam eden Carter,
    %59 saha içi, %41 üç sayı yüzdeleri ile 15.6
    sayı, 5.1 ribaund, 2.0 asist ortalamalarıyla 3. yılını tamamladı ve
    John Wooden All-Amerika takımına seçildi. Ayrıca normal sezonun
    ardından stres dolu NCAA Turnuvasında da harika maçlar
    çıkardı. İlk turda Navy’e 14 sayı, ikinci turda UNC
    Charlotte’a 24 sayı, 7 ribaund, sweet-16’da Michigan
    State’e 20 sayı, 10 ribaund, elite-8’de Conneticut’a
    12 sayı atan Carter, UNC’yi ard arda 2.defa final four’a
    taşıyan oyuncuların başındaydı. Final Four maçında Utah
    Üniversitesi karşısında, sezonun en değerli oyuncusu
    seçilen takım arkadaşı Jamison’dan daha başarılı olan
    Carter, 65-59’luk yenilgiye mani olamadı. Üniversite
    kariyerindeki son maçında sahanın en skorer oyuncusu olan Carter
    21 sayı, 5 ribaund ve 3 blok ile NCAA kariyerine noktayı koydu.
    1997-98 NCAA sezonunun ardından Maryland coach’u Gary Williams,
    Carter için “en iyi takım oyunu oynayan yıldız
    oyuncu” nitelemesini yapıyordu.
    Carter, NCAA Turnuvasında oldukça başarılı olup bir çok
    NBA menajerinin dikkatini çekince 4. seneyi beklemeden
    profesyonel olmaya karar verdi. Aslında 3 yıldır oynadığı oyunla bir
    çok menajer onu draftta seçilecek oyuncular arasına
    koymuştu ama Final Four’daki oyunu değerini daha da arttırdı.
    Birde NBA’de seyirci sayısının düşmesi, Michael
    Jordan’ın basketbolü bıraktıktan sonra yerine geçecek
    spektaküler ve örnek -üniversite tahsili almış, adı
    kavga, hırsızlık ve adi suçlara karışmamış- bir oyuncunun NBA
    tarafından hala lanse edilememesi, (Grant Hill, bu örnek
    oyuncuların başındayken sakatlıklar sebebi ile beklentileri ne yazık ki
    karşılayamadı.) Carter’ın yolunu biraz daha aralamıştı. Evet
    Carter, 3 yıl boyunca 103 maçta formasını giydiği ve 12.3 sayı,
    5.1 ribaund, 2.0 asist, 1.1 top çalma, 0.8 blok ortalamaları ile
    oynadığı North Carolina Üniversitesine veda ederek 1998 NBA
    Draftına katıldı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:23 pm

    1998-99 NBA SEZONUNUN EN DEĞERLİ ROOKİE OYUNCUSU
    1998 NBA Draftında 5. sırada Golden State tarafından seçilen
    Carter, aynı gece 4. sırada Toronto tarafından draft edilen takım
    arkadaşı Jamison’a karşılık Raptors’ın yolunu tutuyordu.
    Fakat NBA komisyonu ile Oyuncular Komitesinin 1997-98 sezonun hemen
    ardından anlaşmazlığa düşmesi ile ortaya çıkan lokavt,
    Carter’ın NBA liginde oynayacağı ilk sezonu tehlikeye soktu.
    Önce sezon öncesi hazırlık kampları iptal edildi, ardından da
    Kasım’ın başında start alacağı belirtilen lig durduruldu. İki
    taraf arasındaki anlaşma ancak Ocak ayının sonunda sağlanabildi.
    (Hatırlarsanız Yunanistan’da, 1998 Temmuz Ayında düzenlenen
    dünya şampiyonasına da NBA oyuncuları iştirak etmemiş ve Amerika
    Milli Takımı ancak 3. sırayı alabilmişti.) Ama Carter bu boşluktan
    istifade edip özel antrenörler eşliğinde bol bol
    çalıştı ve 5 Şubat 1999 günü Boston Celtics takımına
    karşı ilk NBA maçına çıktı. Maça ilk 5 başlayan
    Carter, ilk periyodunun 4 dakikasında bir jump shot ile NBA kariyerinin
    ilk sayısını kaydetti. İkinci periyodun 6 dakikasında ise ilk muhteşem
    turnikelerinden birine imzayı atıyordu. Ama beklenen hareketi
    maçın son periyoduna saklamıştı. Maçın bitimine 5:33 kala
    Charles Oakley’in pası ile jeneriklere geçecek ilk smacını
    Paul Pierce’ın üzerinden yaparken, Boston seyircisi bile bu
    hareketi ayakta alkışlıyordu. Bu ilk maçta 30 dakika oyunda
    kalıp 16 sayı, 3 ribaund, 2 asist ve 2 top çalma üreten
    Carter takımına 103-92’lik galibiyeti getiriyordu. İki deplasman
    maçından sonra sezonun 3. maçında Toronto seyircisinin
    önünde çıkan Carter, 5’i ikinci yarıda olmak
    üzere 6 smaç ile tam bir show gerçekleştirirken
    maçı da 22 sayı ile tamamladı. Ligin 7. maçında (yeni
    salonları Air Canada’nın açılış maçı) ise
    4’ü ikinci periyotta olmak üzere 5 smaç ile
    Vancouver’a karşı 27 sayı atmayı başardı. 25 Mart’ta
    Houston karşısında 32 sayı ile ilk sezonunun en yüksek skoruna
    ulaşan Carter, Mart ve Nisan’da ayın en iyi rookie oyuncusu, 22
    Mart’ta da haftanın oyuncusu seçildi. Regular sezonda 50
    maçın 49’unda sahaya ilk 5’te çıkarken, 3 kez
    30 sayı, 23 kez 20 sayı barajını geçmeyi başardı. Ayrıca 6 kere
    de double-double yaptı. Toronto 23 galibiyet, 27 mağlubiyet ile
    %46’lık kazanma oranı ile bir takım rekoru kırarken ne yazık ki
    playoff’lara kalamadı.
    Evet, Carter ilk senesinde jeneriklere geçen bir çok
    harekete imzasını atarken, maç başına ortalama 35 dakika oyunda
    kalarak 18.3 sayı, 5.7 ribaund, 3.0 asist, 1.54 blok ve 1.1 top
    çalma ortalamaları ile çaylaklar arasında sayıda ve
    blokta ilk sırayı alırken, sezonun en iyi rookie oyuncusu
    ödülüne de 118 oydan 113’ünü -hem de
    üniversite de hep gölgesinde kaldığı takım arkadaşı
    Jamison’ın önünde- alarak ulaştı. Carter bir çok
    inanılmaz hava hareketi ile NBA Action’ların vazgeçilmez
    oyuncusu olmuş, NBA’de aradığı kanı bulmuştu. Lokavt sırasında
    iade edilen sezonluk biletler, Toronto’nun salonu Air
    Canada’da neredeyse yok satarken, deplasman maçlarında da
    Carter’ı izlemeye gelen seyirciler sayesinde NBA’in izlenme
    oranı artıyordu.

    2000 SLAM DUNK ŞAMPİYONLUĞU
    Carter 1999-00 sezonuna fırtına gibi girdi. İlk 8 maçta 25.7
    sayı ortalamasını tutturdu. Sezonun 10. maçında şampiyonluk
    adaylarından Lakers’ı deplasmanda 111-102 yendikleri maçta
    34 sayı, 11 ribaund, 4 asist ile bir kez daha NBA seyircilerinin
    hayranlığını kazandı. Genelde Toronto’nun maçlarını
    hiç yayınlamayan ulusal kanallar, artık gelen yoğun istekleri
    karşılayabilmek için Carter’ın maçlarını
    yayınlamaya başlamışlardı. 14 Ocak’ta 115-110 galip geldikleri
    Milwaukee maçında 47 sayı ile ilk defa 40 sayı barajını
    geçen Carter, 13 Şubat’ta ki All-Star maçına kadar
    oynanan 47 maçta 24.5 sayı ortalamasını tutturdu.
    Oakland’da düzenlenecek All-Star maçı
    seçimlerinde bütün NBA yıldızlarını geçerek en
    fazla oyu alan Carter, maçtan bir gün evvel düzenlenen
    slam dunk yarışmasında da finalde kuzeni Tracy McGrady ve Steve
    Francis’i geçerek şampiyonluğa ulaştı. İlk All-Star
    maçında sahaya ilk 5’te çıkan Carter, smaç
    şampiyonasından enstantaneler sunduğu maçta 28 dakika oyunda
    kaldı ve 12 sayı üretti. All-Star maçından tam 2 hafta
    sonra 27 Şubat’ta Phoenix’te 103-102 galip geldikleri
    maçta, 51 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. Regular sezonda 25
    kere 30 sayı, 63 kere de 20 sayı barajını geçti ve hiç
    bir maçta 10 sayının altına düşmedi. Ayrıca 9 kere
    double-double ve 10 Nisan’da Cleveland’a karşı 14 sayı, 11
    ribaund ve 10 assist ile ilk triple-double’ını yaptı. Sezon
    sonunda ortalama 38 dakika sahada kalarak çoğu maçta
    hücum da sürüklediği takımında, %46.5 saha içi, %
    40 üç sayı yüzdeleri ile 25.7 sayı, 5.8 ribaund, 3.9
    asist, 1.34 top çalma ve 1.12 blok ortalamalarını tutturdu. Bu
    başarılı 82 maçlık regular sezon sonunda, Toronto 45 galibiyet
    27 yenilgi ile Doğu Konferansında 6. sırayı alıp, play-off’lara
    kalıyordu.
    NBA kariyerinde ki ilk playoff maçını 23 Nisan’da New
    York’a karşı Madison Square Garden’da oynayan Carter 92-88
    kaybettikleri maçta, 16 sayı ve 6 asist üretti. 2.
    maçta 27 sayı, 7 ribaund, 5 asist’lik performansı
    84-83’lük yenilgiyi önleyemezken, Toronto’da
    oynanan 3. maçta 15 sayı, 8 asist ve 7 ribaund’a rağmen
    87-80’lik skorla sezona ilk turda veda etti.
    Carter, başarıya doyamadığı 2000 yılının yazında, Sidney’de Dream
    Team IV ile Olimpiyat Altın madalyasını boynuna taktı. Shaq, Kobe,
    Duncan ve Iverson’dan yoksun bir kadro ile mücadele eden
    Amerika’nın 8 maç sonunda 118 sayı ile en skorer oyuncusu
    olan Carter, yarı finalde zar zor 85-83 yendikleri Litvanya
    maçında 18 sayı ile en skorer oyuncu oldu. Fransa maçında
    Frederic Weis’in üzerinden yaptığı smaç ise aylarca
    konuşuldu. Bir çok NBA yazarı tarafından gelmiş geçmiş en
    güzel basket olarak değerlendirilen bu smaçın yanı sıra bir
    çok muhteşem harekete de imza atan Carter, bu turnuva sayesinde
    tüm dünya tarafından tanınmaya başladı.

    2001 NBA DOĞU YARI FİNALİ
    Geçen sezon artan tecrübesi ile Toronto takımını regular
    sezonda bir klüp rekoru olan 47 galibiyete taşıyan Carter,
    maç başına 39 dakika oyunda kalarak %46 saha içi, %43
    üç sayı yüzdeleri ile 27.5 sayı (lig 5.si), 5.3
    ribaund, 3.9 asist, 1.54 top çalma ve 0.85 blok ortalamaları ile
    tamamladı. Bu ortalamalarla ligin en iyi ikinci takımına seçilen
    Carter, bir kez daha All-Star oylamasında en fazla oyu alarak
    Washington’daki maçta Doğu takımının ilk 5 inde yer aldı.
    Maçı 16 sayı ile Iverson ve Bryant’tan sonra en skorer
    oyuncu olarak tamamlayan Carter, sezon için de 4 kere 40, 31
    kere de 30 sayı barajını geçerken, 18 Kasım’da Milwaukee
    maçında 48 sayı ile sezonda kendisinin en yüksek skoruna
    ulaştı. Play Off’lar da ilk turda New York’a karşı 5
    maçta 22.8 sayı, 7.2 ribaund ortalamaları ile oynarken son 2
    maçta muhteşem oyunu ile ilk defa tur atlama sevincini yaşadı.
    Doğu Yarı Finalinde rakip Iverson’lı Philadelphia’ydı. Seri
    Iverson ile Carter’ın düellosu şeklinde geçerken, 1.
    maçta 35, 3. maçta 50 (13/9 üçlük), 6.
    maçta ise 39 sayı üretti. Fakat son maçta 20 sayı, 9
    asist, 7 ribaund, 3 top çalma, 2 bloğu galibiyete yetmedi ve
    Toronto 2001 NBA ligine Doğu Yarı Finalinde elveda dedi.
    Gösterdiği performans ile bir çok eski NBA oyuncusu ile
    karşılaştırılmaya başlanan Carter, ligin genç yıldız
    oyuncularından biri olmuştu.
    Ağustos Ayında 6 yıllığına 94 milyon $’a takımı ile tekrardan
    anlaşan Carter, Hakeem Olajuwan’ın takıma katılması ile bir yıl
    evvelki başarıyı tekrarlayacaklarını ve hatta geçebileceklerini
    söylüyordu.

    DOĞU KONFERANSINDA ZİRVE YARIŞI
    Bu sezon Carter için çok iyi başlamadı. İlk maçta
    Orlando karşısında 11/2 saha içi, 3/0 üçlük ve
    7/7 faul ile sadece 11 sayı üretti ve 114-85’lik farklı
    mağlubiyeti önleyemedi. Daha sezonun ilk maçı
    Carter’ın artık sıkı savunmalarla karşılaşacağının bir
    belirtisiydi. Gerçekten’de şu ana kadar oynanan 43
    maçta eski sezonlara göre daha sıkı savunulan Carter,
    düşen şut yüzdesine rağmen, artan asist ortalaması ile
    takımına 25 galibiyet getirmeyi başardı. 10 Kasım’da
    Utah’da 14/8 üçlük ile 43 sayı üreten
    Carter, 7 ve 9 Aralıkta ard arda Denver ve Phoenix maçlarında 42
    sayı ile oynadı. Şu anda 25.6 ile sayı krallığında 5. sırada bulunan
    Carter, 10 Şubat’ta Philadelphia’da düzenlenecek
    All-Star maçı oylamasında da 1.287.003 oyla bir kez daha ilk
    sırayı aldı.
    Michael Jordan, NBA ligine geri döndü. Ama ne yazık ki eski
    hava hareketleri ile değil. Fakat Jordan’ın eski muhteşem
    smaçlarının, inanılmaz turnikelerinin, yakını ve belki de daha
    muhteşemleri, Toronto’nun 15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter
    ile devam etmekte. Bryant, Iverson, Duncan, Pierce, Garnett, gibi ligin
    yeni nesil oyuncularının en başarılısı, henüz şampiyonluk veya bir
    MVP ödülü almamasından dolayı belki Carter değil ama,
    kim ne derse desin ligin en spektaküler, en ilgi çeken ve
    en çok izlemekten zevk alınan oyuncusu Vince Carter. Yakın
    gelecekte takıma katılacak tecrübeli (ama, Hakeem Olajuwan gibi
    -eskiden ne kadar başarılı olursa olsun- kariyerinin son yıllarını
    yaşayan bir oyuncu değil) ve daha yetenekli 1-2 oyuncu ile Toronto, NBA
    Finaline ulaşırsa bunda en büyük pay da Carter’ın
    olacaktır. O da böylelikle gerekli ödüllere ve hatta NBA
    Şampiyonluk yüzüğüne ulaşabilir. Aynı Jordan’ın
    ligde ilk 6 yıl bekledikten sonra Pippen, Grant gibi oyuncularla
    şampiyonluğa ulaştığı gibi…
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:24 pm

    NBA’İN #1 NUMARALI HÜCUM SİLAHI; TRACY MCGRADY
    (Bu yazı pivot dergisinin 53.sayısında yayınlanmıştır.)

    Şu anda NBA’de 25 sayı, 5 ribaund ve 5 asist ortalamasıyla
    shooting guard oynayabilen sadece iki isim var. Birisi üç
    şampiyonluk yüzüğü sahibi Kobe Bryant diğeri ise Tracy
    McGrady. Üstelik McGrady, Shaquille O’Neil gibi NBA’in
    en güçlü pivotuyla hatta ve hatta en dominant oyuncusu
    ile oynama lüksüne de sahip değil. Yani Kobe gibi savunmacısı
    ikili sıkıştırmalara yardım için gittiğinde boş şut pozisyonları
    yakalamıyor. Aksine takımının tek büyük yıldızı olması
    nedeniyle ikili hatta kimi zaman üçlü sıkıştırmalarla
    boğuşmak zorunda. İşte bu yüzden geceleri yatmadan önce Grant
    Hill’in parkelere sağlam bir şekilde ve temelli olarak
    dönmesi için dua ediyor. Yine de Hill dönsün ya
    da dönmesin T-Mac yolunu bilir. Çünkü o
    NBA’in sayı kralı. Ve dikkat etmezseniz her an potanıza en az 30
    sayı atmaya hazır!!

    Eyvah Dr. J Emekli Oluyor, Gitti Paracıklar!!
    Julius Erving, yani Dr.J, basketbol tarihinin “havada
    yürüyebilen” ilk büyük yıldızıydı.
    Ayaklarının yer ile teması kesildikten sonra yapabileceklerini hayal
    etmek bile o günün basketbol şartları içinde zordu.
    Sadece onu seyretmek için salonlara doluşan binlerce kişi vardı.
    O basketbolu birçok insana sevdirmiş bir süper stardı. Kimi
    basketbol yazarlarınca belki de yer yüzüne gelmiş en
    inanılmaz oyuncu olarak nitelendiriliyordu. Önce ABA’daki
    sonra da NBA’deki muhteşem yılların ardından Dr. J’de her
    ölümlü gibi yaşlanarak NBA’deki kariyerinin sonuna
    doğru yaklaşınca insanlar birden paniğe kapılmaya başladı. Ligin en
    spektaküler yıldızını kaybedeceklerdi. “Ya bir daha asla
    onun gibisi bu lige gelmezse” sorusu kafalarda dolaşıyordu.
    Dr.J’in oynadığı her sezon NBA’e yönelen ekstra ilgi,
    izleyici ve para demekti. Dr. J’in basketbolu bırakması ise
    NBA’in popülaritesinin azalmasına yol açabilirdi. Ama
    önce Larry Bird’ün sonra da Magic Johnson’ın
    sahneye çıkmasıyla pazarlayabilecekleri yeni bir Chamberlain
    & Russell rekabeti yaratmayı başarabildikleri için NBA
    yönetiminin korktuğu başına gelmedi ve Dr. J bir kaç sezon
    daha bu yeni yıldızlarla boğuşup emekliye ayrıldığında NBA’deki
    seyirci oranları önceki yıllara oranla artış bile
    göstermişti. 90’lı yıllara gelinirken bu kez de Bird ve
    Magic’in yaşlanıyor olmasının yarattığı telaş vardı. Ama NBA bir
    kez daha süper bir yıldız yaratarak durumu kurtardı: Michael
    Jordan!!
    Veliahtı ararken
    Majestelerinin basketbol tarihindeki önemini belirtmeye sanırım
    gerek yok. MJ basketbolu bıraktığını açıkladığında binlerce kişi
    basketbola küstü, geri dönüşlerinde milyonlarca
    insan sevince boğuldu. Maalesef bu kez majesteleri gerçekten
    basketbolu bıraktı ama NBA hala yeni süper yıldızını bulamadı.
    Önce Duke’un beyaz atlı kibar prensi Grant Hill yeni veliaht
    olarak takdim edildi ama geçen her sezonun ardından
    Hill’in aradıkları isim olmadığını anladılar. Sonra havada bir
    kaç adım attıktan sonra yaptığı smaç jenerik olan
    Anfernee “Penny” Hardaway üzerinde kısa bir promosyon
    bombardımanı yapıldı. Ne yazık ki Penny de Orlando’yu Shaq
    olmaksızın bir yere taşıyamayarak NBA yönetimini büyük
    hayal kırıklığına uğrattı. Sonra Allen Iverson basketbol yeteneğinin
    yanında “Generation X” olarak adlandırılan ve eskiler
    tarafından kayıp gençlik diye nitelendirilen kuşağın olumlu
    olumsuz bir çok özelliğini de taşıdığı için
    “yeni yüzyıla yeni bir kahraman” mantığı ile topluma
    sunuldu. Iverson’ın sorunlu geçmişi nedeniyle adeta bir
    saatli bomba olması “temiz topluma temiz kahraman”
    diyenleri tedirgin etti. Ardından iki North Carolina’lı; Jerry
    Stackhouse ve Vince Carter ard arda “Yeni Jordan” ambalajı
    ile market raflarındaki yerini aldı. Onlar hala beklemedeyken Kobe
    Bryant isimli bir liseli herkesi sollayarak 3 şampiyonluğa ulaştı ve
    veliahtlık yarışında herkesin bir adım önüne geçti. Ne
    var ki Kobe’yi de gölgeleyen Shaquille O’Neil isimli
    “büyük” bir etken vardı. Bu arada hem kişilik hem
    yetenek bakımından üstün özelliklere sahip bir oyuncu
    medyanın gözünün önünde durmasına rağmen uzun
    süre -maç başına 20’li sayılara çıkana dek-
    farkedilemedi. Çünkü artık günümüz
    toplumunda, A malının B malından iyi olması önemli değil. Asıl
    önemli olan elinizdeki malı diğerinden iyi pazarlamak.
    NBA’in pazarlamacıları ise geç uyandı. Şu an ligdeki belki
    hiçbir oyuncu maç içinde onun gibi smaç
    yapamıyor. Tek başına rakiplerini bozguna uğratıp takımını
    play-off’a taşımıyor. O adeta tek başına bir takım: Ve karşınızda
    Tracy McGrady. Namı diğer T-MAC!!
    Big Mac’ten T-Mac’e
    Tracy Lamar McGrady Jr., 24 Mayıs 1979’da Orlando ve Tampa
    arasında göllerle çevrilmiş küçük bir
    kasaba olan Auburndale’de doğdu. Tracy’nin ailesi o daha 4
    yaşındayken boşandıkları için annesinin ve
    büyükannesinin yanında büyüdü. Aslında annesi
    Disneyland’de çalıştığı için büyükannesi
    Tracy’nin hayatında adeta ikinci bir anne olarak çok
    önemli bir rol oynadı. Bu arada T-Mac babasının, annesiyle ayrı
    olmasına ve kendisine ait hir hayata sahip olmasına rağmen ilgisiz bir
    baba olmadığını ve kendisiyle her fırsatta ilgilendiğinin de altını
    çiziyordu. Tracy küçüklüğünde spor
    yapmaya basketbolla başlamadı. Onun ilk göz ağrısı
    baseball’du ve onu seyreden tüm antrenörler gelecekte
    çok büyük bir baseball yıldızı olabileceği konusunda
    birleşiyorlardı. Tabii hayat Tracy’nin önüne çok
    daha farklı bir senaryo çıkarttı. Yine de T-Mac’in
    baseball’a karşı bugün bile büyük bir sevgi
    beslediği gerçek. O kadar ki eğer kendisine profesyonel beyzbol
    takımlarından teklif gelirse bu teklifi kabul edeceğini
    çünkü en büyük hayalinin aynı anda basketbol
    ve beyzbol oynamak olduğunu söylüyor. Zaten Tracy, Baseball
    ligindeki lakabını bile yıllar önceden belirlemiş: “Big
    Mac”
    ADIDAS ABCD
    Tracy’nin basketbol macerası tam anlamıyla lise 3. sınıfta
    başlamakta. Auburndale lisesine giden T-Mac, o yıl 23.1 sayı, 12.2
    ribaund, 4.9 blok ve 4.0 asist ortalamalarıyla oynayıp takımını
    galibiyetlere taşıyınca yerel haberlerde adı anılmaya başladı. Ama bu
    mükemmel ortalamalara rağmen NCAA Division I takımlarından
    kendisine ilgi gösteren pek olmamıştı. Sadece aynı bölgede
    olan Florida ve Miami üniversiteleri kendisini birkaç kez
    izlemek üzere temsilci yollamıştı ama ortaya somut bir şey
    çıkmadı. Yıl sonunda düzenlenen Adidas ABCD Turnuvası ise
    T-Mac’in hayatını değiştirdi. Karşılaşmalarda yaptığı akıl almaz
    hareketler seyircilerin büyük tezahuratlarıyla ayakta
    alkışlanıyordu. MVP seçildiği bu turnuva sonrası T-Mac, şu an
    Clippers’ta oynayan Lamar Odom’un ardından bir anda
    Amerika’nın ikinci büyük lise oyuncu olarak anılmaya
    başladı. Bu sırada onun oyunundan etkilenen Mt. Zion Hristiyan
    Akademisi, Tracy’e burs teklif ederek lisedeki son yılını
    kendilerinde geçirmesini istedi.

    “Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim
    zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına
    beklediğimden dana önce sahip oldum.” Tracy McGrady
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:24 pm

    Papa I. Tracy McGrady!!
    Sıkı, disiplinli, aşırı dindar hatta kimi zaman insanı depresif bir
    hale sokan bu kilise okuluna kayıt yaptıran Tracy, başlarda çok
    zor günler geçirse de basketbol sayesinde öyle ya da
    böyle okuluna alışmayı başardı. Mount Zion’u maç
    başına 27.5 sayı, 8.7 ribaund, 7.7 asist istatistikleriyle 20 galibiyet
    ve 1 mağlubiyetlik bir seriye sürükledi. Mount Zion,
    Amerika’nın en yüksek tirajlı gazetelerinden USA
    Today’in anketlerinde ikinci sıraya kadar çıktı. Bu arada
    T-Mac şov devam ediyordu. McGrady, 54 takımın katıldığı Reebok Holiday
    Prep. Turnuvasında takımını şampiyon yaparken sahada 37 sayı ve 17
    ribaund gibi inanılmaz performanslar ortaya koydu. Daha da
    spektaküler olan şey coach’unun Tracy’i maç
    esnasında tüm pozisyonlarda oynatmasıydı!. Böylelikle USA
    Today tarafından yılın lise oyuncusu ve AP tarafından da North Carolina
    Eyaleti yılın oyuncusu seçildi. Tabii doğal olarak Mc Donalds
    All-America maçına davet edilerek Baron Davis, Elton Brand,
    Lamar Odom, Brendan Haywood ve Larry Hughes gibi oyuncularla ter
    döktü. Bir yıl önce hiç bir büyük NCAA
    takımının ilgisini çekmeyen Tracy McGrady için artık
    takımlar sıraya girmeye başlamıştı ve sezon daha bitmeden
    Tracy’nin Rick Pitino’nun Kentucky’sine katılacağı
    neredeyse kesin gibiydi. Ama tam bu sırada ortaya çıkan NBA
    scoutları ortalığı karıştırdı. Mount Zion’un son maçları
    meraklı scoutların saldırısına uğradı. Tracy ‘nin kulağına
    birinci turda ilk beş sıra içerisinde seçilebileceği de
    fısıldanınca T-Mac, NCAA düşünü ve Kentucky’i bir
    kenara bırakarak NBA Draftına katılmaya karar verdi. McGrady basın
    mensuplarının NBA’e gitmek için erken olup olmadığı
    şeklindeki sorularına: “Sanırım bu ben ve ailem için en
    iyi karar. Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim
    zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına
    beklediğimden daha önce sahip oldum.” sözleriyle cevap
    veriyordu.
    Krause’un suya düşen, Pippen–McGrady takası
    Tracy, 1997 NBA draftına katılarak Kevin Garnett’le başlayan Kobe
    Bryant ve Jermaine O’Neil’la devam eden liseli yıldız
    zincirine eklenen yeni bir halka oldu. Draft gecesine yaklaşılırken
    Tracy McGrady’nin en büyük taliplisi Chicago
    Bulls’tu. Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis
    Rodman’lı efsanevi kadro yıldan yıla yaşlanmaktaydı. Bir anda
    Jordan’ın veya Pippen’ın emekli olmasıyla büyük
    bir çöküş yaşamaktan korkan Chicago GM’i Jerry
    Krause, draft planlarını Tracy üzerine kurmuştu ve takımın
    geleceğinin T-Mac olduğu inancındaydı. Bu yüzden Scottie’yi
    Vancouver’a gönderip onların 4. sıradaki seçme
    haklarıyla T-Mac’i kapmayı düşünüyordu. Ama bu
    plan Jordan’ın kulağına gidince majestelerinin tepkisi
    korkunç oldu. Hemen Krause’u arayarak böyle bir
    takasın gerçekleşmesi halinde bir sonraki gün
    düzenleyeceği bir basın toplantısıyla emekliliğini
    açıklayacağını söyleyerek tehdit etti.
    Çünkü Pippen, Jordan’ın en yakın arkadaşlarından
    biriydi. Birlikte iyi-kötü anıları vardı ve aslına bakarsanız
    bu birliktelik her iki oyuncunun kariyerine de karşılıklı olarak
    çok şey katmıştı. Krause bu telefon konuşmasının ardından artık
    T-Mac’in bir hayal olduğunu anlamıştı. NBA’in en
    büyük yıldızını gelecekte ne olacağını bilmediği bir yıldız
    adayı uğruna feda edemezdi. Bunu üzerine T-Mac’i cep
    telefonundan arayarak üzgün olduğunu, artık onu draft
    edemeyeceklerini söyledi. Tracy işe şoktaydı
    çünkü bu telefon konuşmasını yaptığı sırada Drafta
    sadece 8 saat vardı ve o an bir hastanede Bulls doktorları tarafından
    sağlık kontrolünden geçiriliyordu.

    “Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım
    ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye
    oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu.
    Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım
    böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak
    katkıda bulunabilirdim” Tracy McGrady

    Darrel Walker Bunalımı
    Chicago tarafından hayal kırıklığına uğratılan McGrady, ilk 10 sıra
    içerisinde seçilme ümitlerini kaybedip ilk tur
    için dua etmeye başladığı bir anda 9.sırada Toronto Raptors
    tarafından seçildi. Bu sırada Isiah Thomas, Damon Stoudamire ve
    Marcus Camby’nin etrafında yeni bir takım oluşturmaya
    çalışıyordu. Takımın başına getirilen Darrel Walker ise,
    genç dinamik ama tecrübesiz bir coach’tu.
    Büyük umutlarla girilen 1997-98 sezonuna 2 galibiyet ve 22
    mağlubiyet ile başlanınca bir anda gelecekle ilgili kurulan pembe
    hayaller unutuldu ve takımda, Isiah Thomas’ın yöneticiliği
    bırakması ve en büyük yıldızları Damon Stoudamire’ın
    takas olmak istediğini söylemesiyle, büyük bir dağılma
    başladı. En sonunda Raptors’ta kalan tek elle tutulur oyuncu 16.5
    sayı ortalaması ile takımının en büyük skor
    gücünü teşkil eden Doug Christie’ydi. Haliyle
    basın, Darrel Walker’a eleştiri oklarını yönelterek
    Walker’ın üzerinde güzel bir atış talimi yaptı. Walker
    da hırsını elinin altındaki çaylak McGrady’den
    çıkartmaya başladı. Onu antrenmanlarda hırpaladı. Belki de
    herkesten çok bağırdı, çağırdı. T-Mac, Walker’ın
    odasında durumdan rahatsız olduğunu söylediğinde aldığı tek cevap
    daha sıkı çalışması gerektiği yönündeydi. Tracy bu
    dönemi hayatının en kötü günleri olarak niteliyor:
    “Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım
    ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye
    oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu.
    Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım
    böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak
    katkıda bulunurdum. ”
    Kobe Psikolojik Yardım Servisi
    T-Mac bu zor günlerini o zamanki en iyi arkadaşlarından Kobe
    Bryant’ın da yardımıyla atlatmaya çalıştı. Kobe de liseyi
    bitirdikten sonra sonra Kolej yerine doğrudan NBA’e geçiş
    yaptığı için kimi zorluklara göğüs germek zorunda
    kalmıştı. Bu yüzden T-Mac, kendisini en iyi anlayacak kişinin Kobe
    olacağını düşünüyordu. Bu dönemde T-Mac her
    fırsatta Kobe’nin evinde yatıya kalmaktaydı. İkili eski karate
    filmleri seyredip play station oynayarak, birbirleriyle kızlardan tutun
    da hayatın anlamına kadar derin konularda dertleşerek vakit
    geçiriyorlardı. Tabii her fırsatta da beraber idman yaptıklarını
    söylememize gerek yok sanırım. Bugün bu arkadaşlık
    ilişkisinin nasıl olduğunu merak ediyorsanız. Doğal olarak eskisi gibi
    değil. Tracy, Kobe’yi sevdiğini belirtmesine rağmen onun
    değiştiğini söylüyor. Zaten Kobe’nin de üç
    şampiyonluk yüzüğüne rağmen NBA’in hem en sevilen
    hem de en çok nefret edilen genç yıldızı olmasının nedeni
    kişiliğindeki bu değişim. Konumuza geri dönersek; Tracy,
    Walker’la olan problemlerini kendi eksikliklerine ve
    yeteneksizliğine bağlıyordu ve gittikçe kendisine olan
    güvenini kaybetmekteydi. Walker da T-Mac’in
    gözünün yaşına bakmıyordu. T-Mac’in neredeyse
    depresyona girdiği bu günler, Walker’ın
    “şutlanmasıyla” sonra erdi.
    Butch Bizi Gözetliyor
    All-Star haftasonundan sonra Walker’a kapının gösterildiğini
    ve yerine çok sevdiği asistan coach Butch Carter’ın
    getirildiğini öğrenen T-Mac seviçten havalara
    uçuyordu. Butch Carter’ın ilk yaptığı iş Tracy’e ne
    kadar güvendiğini ve onun ileride bir yıldız olacağına inandığını
    söylemek oldu. Ve ondan tek bir şey rica ettiğini, her idmandan
    sonra yaklaşık bir saat şut atmasını istediğini söyledi. Tabii
    Tracy’nin bilmediği birşey vardı. Butch Carter, Tracy’nin
    çekingenliğinin farkında olduğu için salonun
    çeşitli noktalarına doğrudan kendi odasına bağlanan kameralar
    yerleştirtmişti. Böylelikle Carter, T-Mac’i tedirgin etmeden
    şut idmanlarını takip edebiliyordu. Butch Carter’ın Tracy
    üzerindeki ilgisi bu kadarla da kalmadı. Carter, Tracy için
    kendisini ifade etmekte zorlandığını farkederek özel bir basın
    danışmanı ve beslenme düzenine dikkat etmesi için de bir
    aşçı tutmuştu. T-Mac çalkantılı geçen
    çaylak sezonunu 7.0 sayı, 4.2 ribaund ve 1.5 asist ortalamasıyla
    tamamladı. Sezon bitimiyle beraber Carter, Florida’da
    Tracy’nin evini ziyaret ederek onu yaz ayları boyunca özel
    olarak çalıştırdı. Onu kardeşine ait basketbol yaz kampına
    götürdü. Birlikte T-Mac’in gelişimi için
    neler yapabileceklerini konuştular. Böylelikle Tracy’nin ona
    duyduğu güven gün geçtikçe artıyordu.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:25 pm

    Kuzen Vince
    Belki hatırlarsınız bir dönem Chicago’da yaşayan ve bir
    gazetede çalışan Larry ve Balky isimli iki sempatik kuzeninin
    komik maceralarını konu alan bir televizyon dizisi vardı. Bu dizide, ne
    olursa olsun her bölümde kuzenler, birbirlerini koruma
    iç güdüsüyle hareket ederek karışık olaylardan
    kurtulmayı beceriyorlardı. Tracy’nin kuzeni Vince Carter, North
    Carolina’da geçirdiği başarılı NCAA kariyerinin ardından
    NBA’e ilk adımını attığında ve draftta takas yoluyla
    Raptors’a geldiğinde aklımda bu dizinin Toronto versiyonu
    canlanmıştı bir anda. Vince, NCAA’de en sevdiğim oyunculardan
    biriydi. Antawn Jamison, Ed Cota ve Shammond Williams’la beraber
    Tar Heels’de ortaya koyduğu oyun bir çok kişiyi
    büyülemişti ve Vince de McGrady gibi çemberi
    gördüğü zaman acıması olamayan bir oyuncuydu. Bu
    yüzden ikisinin birlikte oynadığı maçlar hele T-Mac bir yaz
    boyunca şut idmanı yapıp ağırlık çalışarak kendisini
    güçlendirdikten sonra şova dönüşmeye adaydı. Ama
    Tracy 1998-99 sezonunda hep spektaküler kuzeninin gölgesinde
    kaldı ve bir türlü hedeflediği ilk beş içindeki yeri
    alamadı. Kuzeni VC, 18.3 sayı ve 5.7 ribaund ortalamalarıyla Yılın
    çaylağı ödülünü (Rookie of the year)
    kaparken NBA’deki ikinci sezonunda T-Mac, 9.3 sayı ve 5.7 ribaund
    ortalamarıyla ancak benchten katkı yaptı.
    Merhaba Playoff
    Tracy, 1999-00’e yine takımın benchten gelen gizli silahı olarak
    başladı. Ama T-Mac, sezon ilerledikçe takım için ne kadar
    önemli bir oyuncu olduğunu gösterdi. Öncelikle pivot
    dışındaki tüm pozisyonlarda oynayabiliyordu. Sonra savunması da
    yaptığı ağırlık idmanlarıyla güçlenmesi sonucunda
    gelişmişti. T-Mac, hem kritik anlarda ekstra sayılara imza atıyor hem
    de rakibin en skorer isimlerine göz açtırmıyordu. Saha
    içindeki bu gayreti sonunda kendisini ilk beşe taşıdı ve kuzeni
    Vince Carter’la beraber NBA’in en tehlikeli ikililerinden
    birini oluşturdular. Bu ikilinin ne kadar etkili olduğu All-Star
    haftasonunda gözler önüne serilecekti. Slam Dunk
    yarışmasına katılan Vince&T-Mac birbirinden enfes smaçlara
    imza attı. Vince, finalde Steve Francis ile giriştiği inanılmaz
    mücadeleden galip ayrılırken T-Mac 3.lükle yetinmek zorunda
    kaldı. Tabii Vince’in kendisine şampiyonluğu kazandıran son
    smaç denemesinde T-Mac ‘in yardımını istediği ve
    Vince’e verdiği mükemmel bounce pass ile kuzeninin
    şampiyonluğunda önemli bir rolü üstlendiğini belirtelim.
    Yalnız bahsettiğimiz bu smaç sonrasında Vince’in bu ekstra
    hareketle Tracy’i kullandığı. Birlikte daha sıkı
    çalışmaları halinde ikisinin de finale çıkabileceği ama
    Vince’in bencillik yaparak en “baba” hareketi
    kendisine sakladığı yönünde dedikodular da ortada dolaşmaya
    başlamıştı. Sezon sonuna gelindiğinde Vince’in 25.7 sayı
    ortalaması ve Tracy’nin 15.4 sayı, 6.3 ribaund ve 3.3 asistlik
    çok yönlü oyunu Toronto’ya tarihinde ilk kez
    playoff’a katılma hakkını kazandırdı. Ve ilk turdaki rakip
    güçlü New York Knicks’ti. Takımın 1 numaralı
    yıldızı Vince, seride inanılmaz derecede heyecanlı ve gergin
    gözükürken %30 gibi düşük bir şut
    yüzdesiyle oynadı. T-Mac ise kuzeninin aksine oldukça
    rahattı bu kez. Sanki sinirleri alınmış gibiydi ki bu rahatlığın sebebi
    belki de daha playofflar başlamadan Toronto’dan ayrılmayı
    kafasına koymuş olmasıydı. T-Mac, serinin daha ilk maçında 25
    sayı ve 10 ribaundla oynayıp sahada olduğu dakikalarda Knicks’e
    büyük eşleşme problemleri yaratacağını gösterdi. Ayrıca
    Knicks’ten hangi oyuncuyu savunursa savunsun bunda başarı
    sağlaması bir başka artısıydı. T-Mac “Kaybedecek hiç bir
    şeyim olmadığını hissediyordum. Özgürdüm.”
    sözleriyle bu serideki ruh halini anlatıyordu. Ama daha komplike
    bir takım olan Knicks, Vince’in durduğu bu seride T-Mac’in
    çabalarına (16.7 sayı, 7.0 ribaund, 3.0 asist) rağmen
    Toronto’yu 3-0 ile süpürdü. Serinin hemen ardından
    Tracy, Toronto’daki tüm eşyalarını toplayak Florida’ya
    uçtu. Bu onun bir Raptor olarak son kez Toronto’ya
    gelişiydi…

    “Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden
    bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile
    takımken- burada yaşamak çok zordu.” Tracy McGrady

    Elveda Toronto
    Tracy artık free agent olmuştu. Ve aslına bakarsanız Toronto’daki
    hemen hemen hiçbir şeyden memnun değildi. Her ne kadar Tracy:
    “Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden
    bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile
    takımken- burada yaşamak çok zordu.” diyerek takımdan
    ayrılmasıyla Vince’in hiçbir ilgisi olmadığı ima etse de
    Carter’ın gölgesinde kaldığı yönünde basında yer
    alan haberler moralini bozuyordu. Üstelik Vince the
    Prince’in en formda olduğu dönemdi. Düşünün
    neredeyse her hafta NBA Action Top 10’a 2-3 kez konuk olan
    Vince’in kimi hareketleri T-Mac’in yediği bir bloktan ya da
    kaçırdığı bir şuttan sonra kaptığı topla yaptığı
    smaçlardı ki T-Mac, televizyonda bu pozisyonları izlerken bile
    sinirlerini bozulmaya başlamıştı. Bunların üstüne bir de
    çok sevdiği Butch Carter’ın menajerlik talepleriyle
    Raptors yönetimine başvurmasının ardından takımdan kovulmasını da
    eklerseniz Tracy’nin Raptors’la tekrar anlaşması
    imkansızdı. Tabii bir de bütçelerinde yer açarak
    Tracy ve Duncan’ı kapmayı hedefleyen Chicago ve Orlando’nun
    cazip tekliflerini belirtmemize gerek yok. Şimdi Tracy’nin
    önünde iki seçenek vardı. Chicago’da Michael
    Jordan karşılaştırması altında ezilmek ya da yıldızsız Orlando’da
    kral olmak…

    “Gitmedim çünkü Chicago’nun
    Orlando’ya göre hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl
    Playoff’lara katılan takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence
    Orlando da bunun için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de
    Florida’nın evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve
    aileme…” Tracy McGrady

    Orlando’nun yeni sihirbazı
    NBA’in en genç takımlarından Orlando Magic, lige dahil
    olduğu tarihten günümüze kadar, akıllı oyuncu
    seçimleri, yüksek bütçesi ve Florida takımı
    olması sayesinde hep “elit” bir konumda olmayı başardı. 14
    sezon boyuna sadece ilk üç sezonunda .500 galibiyet
    yüzdesinin altında kalan Magic, takıma kattığı genç
    yıldızlarla çok hızlı bir şekilde şampiyon adayları arasında
    yerini aldı. Önce skorer Nick Anderson ve üç sayı
    bombacısı Dennis Scott’la güçlendiler. Sonra
    Shaquille O’Neil denen tuhaf isimli ama çok sempatik bir
    uzun onları NBA’in en tehlikeli takımlarından biri yaptı.
    Ardından 1993-94 sezonunda Chris Webber takasıyla takıma süper
    guard Anfernee “Penny” Hardaway de dahil edilince Orlando,
    NBA Finali oynayan kadrosunu kurmuş oldu. Ama iki sezon içinde
    bu süper kadro dağıldı. Shaq, Lakers’a gitti. Takımın
    çekirdek oyuncuları yapılan takaslarla değişti. Tek başına
    çırpınan Penny de sonunda vazgeçip Arizona
    çöllerinin yolunu tuttu. Bu arada Orlando yönetimi FA
    olacak Tim Duncan için salary cap’te önemli bir
    boşluk yaratma çabasıyla takımı kuvvetlendirmiyordu. Ne var ki
    Orlando hedeflediği Duncan’ı kadrosuna katamadı. Ve farklı bir
    strateji izleyerek Detroit’in süper yıldızı Grant
    Hill’e ve “memleketinde” oynamak isteyeceğini
    düşündükleri T-Mac’e bol sıfırlı anlaşmalar
    önerildi. İki oyuncunun da aklını çelerek takıma getiren
    Orlando, böylelikle sezon öncesinde doğunun en
    büyük şampiyon adayı haline gelmişti. Tracy kendisini
    yıllardır çok isteyen Chicago yerine Orlando’ya gitmesinin
    nedenini şöyle açıklıyor: “Gitmedim
    çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre
    hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl Playoff’lara katılan
    takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun
    için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de Florida’nın
    evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve aileme…” Tabii
    T-Mac, sevgilisi Clarenda Harris’le daha çok zaman
    geçirebildiği için de oldukça mutluydu. Tracy daha
    NBA’e adım atmadan önce kendisine araba bakmaya gittiği bir
    oto galerisinde tanıştığı bu kıza o günden beri aşık.
    Harris’in konuşma yöntemleri uzmanı olması ve Tracy’e
    basın toplantılarında hangi ses tonuyla nasıl konuşacağını
    göstermesi çoğu zaman T-Mac’in oldukça işine
    yarıyordu. Çiftin ilk randevusu da oldukça ilginç.
    O zamanlar daha “ züğürt” olan Tracy, kız
    arkadaşını ucuz bir spor barına götürmüş ve birlikte
    tavuk kanadı yiyip 1997 NBA Final Serisinin ilk maçını
    seyretmişler. Ne kadar romantik değil mi?? Sanırım normal şartlar
    altında bundan daha kötü bir ilk randevu ancak işkembe
    salonunda gerçekleşir. Yalnız Tracy’nin bu olaydan yıllar
    sonra kızı 5 kıratlık bir elmaz yüzükle kandırarak evlenmeye
    ikna ettiğini de belirtmeden geçmeyelim.
    Bu arada Vince Carter kendisiyle bir kez bile konuşmadan
    Toronto’dan ayrılan kuzenine oldukça kızgındı. Vince ve
    T-Mac aylarca birbirleriyle konuşmadılar. Bu durum böylece devam
    etti ta ki Vince “Like Mike” filminin çekimleri
    için gittiği Los Angeles’taki bir gece kulübünde
    T-Mac’le karşılaşıp iki süper yıldız, komedyen Eddie Griffin
    tarafından barıştırılıncaya kadar.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

    Carter’ın gölgesinden kurtulmak ve tek olmak
    Grant Hill’le birlikte oynayacak olmak T-Mac’i hem
    heyecanlandırıyor hem de endişelendiriyordu. Hill gibi tecrübeli
    bir oyuncu kendisine çok şey öğretebilirdi ama
    Tracy’nin Orlando’ya gelmesinin nedeni Vince
    Carter’ın gölgesinden kurtularak tek başına yıldız
    olabileceği bir takımda oynaktı. Bu kez de Hill’in
    gölgesinde yıllarını harcamak istemiyordu. Ama Hill,
    Detroit’e kazık attığı için takdir-i ilahi mi dersiniz,
    T-Mac’e verilen bir şans mı? Yoksa “dandik”
    ayakkabılar sonucu meydana gelen bir sakatlık mı yorumu size
    bırakıyorum; Hill, sadece 4 maç oynadıktan sonra bir daha
    kendisini adam gibi toparlayamayacağı ve sürekli tekrarlanan
    meşhur sakatlığını yaşadı ve takımın tüm sorumluluğu bir anda
    T-Mac’in omzuna yüklendi. T-Mac ise halinden memnun bir
    şekilde sahaya çıkıp önüne gelen tüm takımların
    üzerine kabus gibi çökmeye başladı. Tracy attığı
    30’lu 40’lı sayılarla takımını galibiyetlere taşıyınca
    Orlando coach’u Doc Rivers, T-Mac’in şımartılmasından ve
    basın tarafından ona kaldırabileceğinden çok sorumluluk
    yüklenmesinden korktuğu için açıklamalarda bulunmaya
    başladı: “Ben takımda kimseden yıldız olmasını beklemiyorum.
    Sadece onun iyi oynamasını istiyorum ve ümit ediyorum ki oyunu onu
    bir yıldız haline getirir. Birçok oyuncudan yıldız olmasını
    bekleyebilirsiniz ama olamazlar. Sizin yapmanız gereken onları en
    etkili oldukları pozisyonda oynatmak. Böylelikle verimli
    olabilirler. Eğer bu şekilde yıldız olmayı başarıyorlarsa bu herkes
    için muhteşem. Bence Tracy, yıldız bir basketbol oyuncusu
    olacak. Benim beklentilerim yüzünden değil, kendi
    beklentileri sayesinde. Onun standartları çok ama çok
    yüksekte. Siz daha sadece Tracy McGrady’nin başlangıcını
    seyrettiniz. Hala tam kapasitesine ulaşabilmiş değil. Ama herkesten
    çok bunun farkında olan yine kendisi. İşte bu yüzden onu bu
    kadar çok seviyorum. Tracy’nin Scottie Pippen ile
    kıyaslandığını duyuyorum. Bu bence mükemmel olur. Bence onun kadar
    iyi olacak. Şu anda değil ama olacak” Ama Rivers bile
    T-Mac’ten bir anda böyle büyük bir çıkış
    beklemediğini itiraf ediyordu: “Tracy’nin sayı atabildiğini
    biliyordum ama böyle şut atabildiği konusunda en ufak bir fikrim
    bile yoktu.”
    Takım arkadaşları ise Tracy’nin yeteneklerinden bahsederken,
    coachları Doc Rivers kadar temkinli yaklaşmıyordu. Mesela Monthy
    Williams, Tracy’nin yeteneklerini ancak Michael Jordan’la
    kıyaslıyordu: “Onun yetenekli olduğunu bekliyordum. Ama
    Jordan’dan beri her gece karşısındakileri geberten başka bir
    oyuncu görmemiştim. Eğer bakarsanız bunu yapan adam 2.00-2.02.
    Shaq ve Tim Duncan adamlarını harcayabilir çünkü onlar
    uzun. Ama McGrady’nin size’ında ve o yaşta, bir yıl bounca
    bu kadar oyunu domine eden birini uzun zamandır
    görmemiştim.” Tracy, belki majesteleri gibi olmasa da
    gerçekten attığını sokmaya başlamıştı ve yavaş yavaş sahadaki
    karakteri de yerine oturmaktaydı.
    Abra Kadabra Şutlar Potaya
    İnsanlar merak etmekteydi: Bu çocuk Toronto’dayken
    böyle şut atamıyordu ki!! Orlandoya gidince takımın ismi gibi
    sihirli bir değnek mi değmişti yoksa?? Dilerseniz cevabı
    T-Mac’ten alalım: “Jump shot’larım kesinlikle
    Toronto’dakine kıyasla daha iyi. Ben Toronto’dayken de iyi
    şut atabiliyordum. Ama kendime güvenim yoktu. Sanırım asıl fark
    bu. Şimdi kendime güvenim var ve sanki her attığım şut girecekmiş
    gibi hissediyorum. Tamamen kendine güven duygusuyla ilgili. Ben
    her zaman şut atabiliyordum. Eğer kendinize güveniniz yoksa
    şutlarınız da girmez.” Ayrıca Walker’ın üzerinde
    kurduğu psikolojik baskının oyununu ne kadar çok etkilediği her
    cümlesinden de anlaşılıyordu: “Umarım Doc Rivers,
    kariyerimin sonuna kadar benim coachum olur. Çünkü O,
    yaptığınız hatalardan çok herşeyinizi vererek oynayıp
    oynamadığıza önem verir. O, oyuncularını kollayan
    coach’lardan biri. Sürekli bunu belli eder. Yaptığınız
    hataları önemsemez. Ama sahanın iki ucunda da kendinizi kasmanızı
    ister. Bu tutumu gerçekten oyunculara güven veriyor
    çünkü ben kariyerimde güvensizlik duygusunu
    birkaç kez yaşadım. Hata yapacağımdan korkuyordum ve
    sürekli kenarda bir hareket var mı diye göz atıyordum. Şimdi
    Doc, bizim sahaya çıkıp oynamamıza izin veriyor ve hatalarımızı
    çok da önemsemiyor. Bu gerçekten oyuncuların
    kendilerine olan güvenlerinin gelişmesine yardım ediyor.”
    Tracy zihinsel bir rahatlamanın getirdiği yükselen performansı
    sayesinde All-Star’da ilk beş için kendisine yer ayırttı.
    Sezon sonuna gelindiğinde ise 26.8 sayı, 7.5 ribaund ve 4.6 asist
    ortalaması onu ligin en çok gelişme gösteren oyuncusu
    seçilmesini sağladı. 26.8 sayı ise o güne kadar 21 yaş ve
    altı bir oyuncunun sezon boyunca ulaştığı en yüksek rakamdı.
    Böylece takımın dizginlerini eline alan McGrady, Hill’in
    yokluğuna rağmen takımını yetenekli guard Darrell Armstrong ve
    çaylak Mike Miller’la playoff’a taşıdı.
    Toronto’yla ilk turda elenen T-Mac bu kez ikinci tur sevinci
    yaşamak arzusundaydı. Ama rakip de Milwaukee Bucks’tı. Tracy
    tüm sezon boyunca Grant Hill’in yokluğunun keyfini
    sürmüştü ama iş playoff’a gelince tek başına 3
    süper yıldız: Ray Allen, Sam Cassell ve Glen Robinson’ı
    devirebilecek miydi? Tracy bu seride adeta tek başına bir takım gibi
    oynayarak sahada kaldığı ortalama 44 dakikada 33.8 sayı, 8.3 asist ve
    6.5 ribaund’luk performansıyla Bucks’a kafa tuttu hatta bir
    maç da aldı ama T-Mac’in play off rüyası yine erken
    sona ermişti.
    Müzmin Sakat: Grant Hill
    T-Mac artık hem kendisini NBA’e kanıtlamış hem de kendisine olan
    güvenini pekiştirmişti. Ama yaşlı oyuncuların 21 yaşındaki bir
    “veledi” lider olarak kabul etmekte zorlanması ve Bucks
    karşısında tek başına kalmanın verdiği sorunlar nedeniyle artık Grant
    Hill’in sağlıklı bir şekilde oynamasını diliyordu. Üstelik
    Patrick Ewing gibi veteran bir NBA devi ve Horace Grant gibi usta bir
    oyuncu da takıma katılarak pota altının güçlenmesini
    sağlamıştı. Tam kadro olurlarsa belki playoff’larda iyi işler
    yapabilirlerdi. Ama Hill, yine birinden beddua işitmiş olacak ki daha
    lige yeni başladık derken sezonu kapattı. Ve bir kez daha tüm
    sorumluluk T-Mac’e yıkıldı. Çünkü Ewing artık
    kariyerinin sonuna gelmişti ve “20 sayı, 10 ribaund, 3
    blokluk” günler geride kalmıştı. Darrell Armstrong’a
    gelince; bir kaç sezon takımı sürükleyen isim olmasına
    rağmen her yıl bir önceki performansını aratarak sıradan bir guard
    olmaya doğru ilerliyordu. Bir yıl öncesinin yılın çaylak
    oyuncusu seçilen Mike Miller ise iyi niyetli ama deneyimsizdi.
    Yine de tek kişilik ordu T-Mac, takımını sırtlamayı başardı ve bu
    performansı onun ikinci kez All-Star maçına seçilmesini
    sağladı.

    Orlando’nun Büyücüsü
    Philly’deki 2002 All-Star Maçı gerçekten bir
    çok ilginç olaylara ev sahipliğinde bulundu. Allen
    Iverson’ın yaptığı çılgın parti olay oldu. MVP
    seçilen Kobe Bryant, bencil oyunu nedeniyle
    “hemşerileri” tarafından yuhalandı. Ve Michael
    Jordan’ın boş potaya kaçırdığı smaç, belleklerde
    yer etti. Ama T-Mac, maç içerisinde öyle bir
    smaç yaptı ki 2002 All-Star haftasonuna damgasını vurdu. Bir
    hücum sırasında rakip potaya sakin sakin yaklaşan T-Mac, aniden
    çıldırarak topu panyaya fırlattı sonra da havada yakalayıp
    inanılmaz bir samaça imza attı ki bu hareket uzun yıllar boyunca
    insanların hafızasından kazınabileceğini sanmıyorum. Rahmetli Marylin
    Monroe yengemizin de kocası Arthur Miller’in gerçek bir
    hikayeye dayanan “Cadı Kazanı” romanını bilirsiniz. 17.
    Yüzyılda Salem’de başlatılan cadı ve büyücü
    avlarıyla tüm suçları yetenekli veya güzel olmak olan
    onlarca masum insan yakılır. Herhalde o zamanın insanları
    T-Mac’in bu smacını görseler adamı diri diri yakmakta
    çekinmezlerdi ki zaten takımının ismi de sakat. Tabii bu
    smaç yapıldığı zaman çok acımamız gereken bir kişi var. O
    da maçın istatistikçisi. Ben de bir bir basketbol
    istatistikçisi olarak şunu söyleyebilirim ki sahadaki
    oyuncuların bile ne olduğunu anlayamadığı bu pozisyonu bilgisayara
    kaydetmeye çalışan zavallı istatistikçi muhakkak yaklaşık
    bir kaç dakika işin içinden çıkamamıştır.
    Çünkü T-Mac sadece bir kaç saniye içinde
    şut, hücum ribaundu, smaç ve hatta asist sayılabilecek bir
    pozisyona imza attı hadi bakalım şimdi hangilerini geçerli
    sayacaksınız. Gelin de çıkın işin içinden.
    T(erminatör)-Mac
    Neyse efendim basketbol tarihinin en inanılmaz smaçlarından
    birini de hatırladıktan sonra Tracy’nin sezon sonundaki
    performansına dönelim. T-Mac, 25.6 sayı, 7.9 ribaund ve 5.3 asist
    ortalaması ile sakatlıklarla boğuşan takımını 44-38’lik galibiyet
    oranıyla yine playoff’a taşımayı becerdi ve All-NBA 1.takımına
    seçildi.
    Herkes T-Mac’in bu sefer play-off’larda neler
    yapabileceğini merak ediyordu. Yoksa yine tek başına rakip takımlara
    kafa tutmak zorunda mı kalacaktı? Cevap maalesef evet oldu. T-Mac
    sırasıyla 20, 31, 37 ve 35 sayı atmasına rağmen diğer oyuncuların
    nerdeyse hiç katkı sağlamaması sonucunda Orlando, Baron
    Davis’in Hornets’ına 3-1’lik skorla elendi. Bu
    şekilde sonra eren bir sezonun ardından artık tüm gözler bir
    kez daha Grant Hill’in üzerindeydi. Ve doktorlardan
    müjdeli haber geldi: Hill iyileşti!! Tabii geçtiğimiz
    sezonlarla kıyaslanınca seyrettiğimiz, Hill’in iyileşmiş haliydi.
    Hatta düşünün adam 29 maç sakatlanmadan dayanarak
    bir rekor bile kırdı kendi çapında. Ama yine sezonun ortasında
    Grant Hill’e doktor, T-Mac’e de çile yolu
    gözüktü. Tracy yine pes etmedi. Bu kez iyice
    Terminatörlüğe soyunarak 32.1 sayı gibi insan üstü
    bir istatistik yakaladı (1992-93 sezonunda Michael Jordan’ın 32.6
    ortalamasından sonra ki en yüksek sayı ortalaması) ve sayı
    krallığına sonunda ulaştı.
    Yalnız bu yıl Tracy, sadece saha içinde yaptıklarıyla değil
    örnek davranışlarıyla da gündeme geldi. Örneğin 2003
    All-Star maçına çıkacak Michael Jordan’a kendi
    yerini vererek ilk beşte başlatmak istemesi tüm basketbol
    severlerin alkışını aldı. (Tabii T-Mac, kendisinden iki kat yaşlı bir
    oyuncuyla oynarken neler hissettiği sorulunca: “Jordan’ı
    savunurken kendimden iki kat yaşlı birini tuttuğum için
    üzülmüyorum çünkü Jordan’ı asla
    küçümseyemezsiniz. Hala 40’ın üzerinde sayı
    attığı maçlar var. Öyleyse Jordan’ı göz ardı
    etmeyip sahada tüm gücünüzle onu savunmak
    zorundasınız yoksa size de hiç çekinmeden 30-40 sayı
    atabilir. Jordan nasıl sizi küçümsemeyecekse işi
    yavaştan almayıp tüm gücüyle üzerinize
    yüklenecekse siz de Jordan’a aynı şekilde karşılık vermek
    zorundasınız.” diyecek kadar da hırslı bir oyuncu.)
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

    Sadece Sayı degil Gönüllerinde Kralı!
    Ama geçtiğimiz aylarda (Maryland, Virgina gibi eyaletlerde
    dehşet saçan manyak) “Sniper” tarafından yaralanan
    Iran Brown isimli küçük çocuğun hayranı
    olduğunu gazetelerde okuduktan sonra önce hasta yatağındaki
    küçük çocuğa formasıyla beraber cesaret verici
    bir not yazıp göndermesi, ardından da çocuk iyileştikten
    sonra onu antrenmana götürüp basketbol oynaması
    T-Mac’i gönüllerin de kralı yaptı. Ama bildiğiniz gibi
    gönüllerin kralı olmak sizi playoff ikinci turuna taşımıyor
    maalesef. Hele Detroit gibi iyi savunma yapan bir takım
    karşısındaysanız. NTV ekranlarında Murat Kosova ve Kaan Kural
    ikilisinin sempatik yorumlarıyla izlediğimiz seride T-Mac yine
    istediğini bulamadı. Hoş adamcağız elinden geleni yaptı iki maç
    üst üste Detroit’e 46 ve 43 sayı atmak kolay değil.
    Tabii sevgili Memo’muza burdan T-Mac’in üzerinden
    yaptığı o enfes smaç dolayısıyla geçmiş olsun dedikten
    sonra tebriklerimizi de yollamayı ihmal etmiyoruz. Aslında Orlando
    sezon içinde Memphis’le yaptığı Mike Miller-Gordan
    Giricek& Drew Gooden takası sayesinde pota altına ve skorer guard
    pozisyonuna destek bulduğunu düşünüyordu. Ama Giricek
    Playoff’ta sönüp giderken. Gooden ise Ben
    Wallace’ın tecrübesine mağlup oldu. Üstelik Orlando
    seride 3-1 önce geçmiş ve saha avantajını eline
    geçirmişken kaybedilen bu seri, Tracy McGrady’nin Kevin
    “ birinci tur” Garnett’le kıyaslanmasına yol
    açmaya başladı. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bence
    Tracy’nin bundan fazla yapabileği hiçbir şey yoktu. Eğer
    takımınızda 31.7 ortalama ile oynayan biri varsa ve siz bu seriyi
    kazanamıyorsanız sanırım burada suçu T-Mac’te değil de
    başkalarında aramak lazım. Özellikle de milyonlarca dolar alıp 3
    sezonda toplam 60 maç bile oynamamış bir süper yıldızınız
    varsa ve bu süper yıldız salary cap’te elinizi ayağınızı
    bağlıyorsa yöneticilerin daha değişik yollara başvurması gerektiği
    doğal olarak akla gelmekte. Çünkü bu iş tek başına
    T-Mac’le olur mu? Asla!! Hatırlayacaksınız ki Michael Jordan bile
    tek başına Bulls’u şampiyon yapamadı. Ama ne zaman yanına Scottie
    Pippen, Horace Grant gibi oyuncular eklendi o zaman kimse şampiyonluğu
    onun elinden alamadı. Eğer Orlando yönetimi yeni bir Michael
    Jordan yaratmak arzusundaysa önce yapması gereken tek birşey var:
    T-Mac’in yanına “sağlıklı” bir Scottie Pippen
    bulmak!!
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

    CESUR YÜREK, BEN WALLACE
    (Bu yazı pivot dergisinin 43.sayısında yayınlanmıştır.)


    ANNECİM ŞU SAHADAKİ CANAVARA BİR ŞEY SÖYLE BİZE ŞUT ATTIRMIYOR!!..

    Afro saça yepyeni bir boyut getiren “Big Ben” sahada
    ribaund alan, blok yapan, top çalan ve savunması ile rakibine
    aman vermeyen yani sahadaki tüm ağır işleri üstlenerek
    takımın hamallığını yapan ligdeki birkaç ağır işçiden
    biri. Diğer oyuncuların aksine onu yıldız yapan faktörler de
    bunlar.

    Bugünün NBA yıldızları kimlerdir? Hangi özellikleri
    onları yıldız statüsüne taşır? İlk bakışta çok kolay
    bir soru değil mi? Eminim cevaplar da hali hazırdadır. Kobe, Carter,
    T-mac, Francis yıldızlardır çünkü akrobatik
    smaçlarıyla taraftarları kendilerine hayran bırakırlar. Iverson,
    Pierce, Stackhouse gibi oyuncular yıldızlardır çünkü
    genelde 20 sayı ortalamasının altına düşmezler. Webber, Duncan ve
    O’Neil yıldızdır çünkü kendilerini tutan oyuncu
    kim olursa olsun fizik güçleriyle onları ekarte ederek
    potaya ulaşabilirler. Kidd, Bibby, Miller, Payton yıldızdır
    çünkü takımlarının en kısa yoldan sayıya gitmesini
    sağlarlar. Bu tür ofansif kriterlere göre yapacağımız
    değerlendirme uzar da uzar. Peki sadece sayıya yönelik oyuncular
    mı yıldız olur? Ya yukarıda saydığımız yıldızlara “çemberi
    göstermeyerek” onların canına okuyan oyuncuları hangi
    statüde değerlendirmeliyiz?

    SAVUNMA, SAVUNMA VE YİNE SAVUNMA...
    İsterseniz konumuzdan fazla uzaklaşmadan biraz efsanevi Chicago Bulls
    takımı hakkında sohbet edelim. Sizce o takımı bu kadar ulaşılmaz kılan
    sadece Jordan ve Pippen’ın skor gücü müydü?
    Ya da Tex Winter’ın triangle-offense’i mı?. Belki de Phil
    Jackson’ın Zen felsefesi ile oyuncularının beynini yıkamasıdır.
    Hatta durun bir saniye, kim bilir Jordan’ın tüm
    maçlarında Chicago şortunun altına giydiği söylenen North
    Carolina şortunun getirdiği bir uğur da olabilir. (Bu nasıl bir şorttur
    anlamam ya neyse) Son şıkkı çıkarttığımız zaman tabii ki
    yukarıda saydıklarımın hepsi çok önemli etkenler. Ama
    unutmayın ki Chicago o dönemde Jordan, Pippen ve Rodman’lı
    kadrosunda ligin en iyi 10 savunmacısından 3’ünü
    bulunduruyordu. Tersini iddia edersek bence “Harun evladım sen 50
    sayı at gerisine de karışma, diğer arkadaşların savunma yapar.”
    diyen basketbol zihniyetinden bir farkımız olmaz.
    Günümüz basketbolunda artık savunma yapmak da en az
    hücum etmek kadar önemli. Eğer bir gün Ülker
    tesislerine yolunuz düşerse antrenman salonunun duvarlarında aynen
    şu sözlerin yazıldığına şahit olursunuz: ‘Her zaman isabetli
    şut atamayabilirsin ama her zaman savunma yapabilirsin.’ İşte
    günümüzün basketbol felsefesinin temelinde bu
    yatmakta. Önce savunma!!
    Bu yazımızın kahramanı da bu felsefeyi sahada en iyi uygulayan
    isimlerin başında geliyor. Hem de dünyadaki en zor ve fiziksel
    kuvvetin en ön plana çıktığı lig olan NBA’de. İşte
    karşınızda “Big” Ben Wallace...

    AZMİN ZAFERİ
    Bugünlerde dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde
    sıkça bu yılın draft değerlendirmelerine rastlayabilirsiniz. Jao
    Ming acaba gerçekten ilk sırada seçilmeyi hakketti mi?
    Yoksa yeni bir Shawn Bradley vakası ile mi karşı karşıyayız. Fred Jones
    ve cılız Juan Dixon nasıl bu kadar yüksek sıralardan
    seçilebildi. Caron Butler geçmişteki vukuatları olmasa
    daha yüksek bir sıradan seçilebilir miydi? Ve dahası
    Draft’ta seçildiği sıradan memnun olmayan bir çok
    oyuncu. Eminim bunların çoğunu okumuş veya duymuşsunuzdur. Bizim
    zavallı Ben Wallace’ın bu tür dertleri maalesef hiç
    olmadı. Adamımız bırakın NBA’e birinci turdan girmeyi
    Draft’ta bile seçilemeyip şansını CBA’de denemek
    zorunda kaldı. Üstelik CBA draftında da ancak ikinci turda
    Oklahoma City tarafından seçilebildi. Ama Wallace’ın en
    önemli özelliği onun mücadeleci yapısıdır, o da pes
    etmeyerek çalıştı. NBA takımlarının düzenlediği yaz
    kamplarına katılarak kendini insanlara beğendirdi ve ancak bu sayede
    kendisine NBA’in kapılarını araladı. Üstelik bir kez
    içeri girdikten sonra da yan gelip yatmadı. Sürekli
    çalıştı, kendisini geliştirmeye uğraştı ve bu gayretinin
    sonuçlarına yavaş yavaş ulaştı. NBA ribaund ve blok krallığı,
    yılın en iyi savunmacısı ödülü, en iyi
    üçüncü beşte yer almak, Dream Team formasını
    giyme şansı ve 32 milyon dolarlık bir kontrat. Demek ki her şey
    draft’ta ilk sıralarda ya da birinci turda seçilmekle
    olmuyormuş. Tabii ki her oyuncu yüksek meblağlar karşılığında
    garanti bir anlaşmaya imza atmak ister ama bu tür bir anlaşma
    yapmak hem herkese nasip olmaz, hem de talih kuşu size konsa bile eğer
    siz bu fırsatı nasıl değerlendireceğinizi bilemezseniz, kontratınıza
    güvenirseniz bir süre sonra silinip gidersiniz.

    KÖTÜ ÇOCUKLARDAN, MUHALLEBİ ÇOCUKLARINA: DETROİT PİSTONS
    “Bugüne kadar gelmiş geçmiş NBA şampiyonları arasında
    en çok nefret ettiğiniz takım hangisidir?” tarzı
    anketlerin genellikle tek bir favorisi vardır: Detroit Pistons.
    Efsanevi guard Isiah Thomas’ın liderliğindeki, Bill Laimbeer,
    çılgın çocuk Dennis Rodman , Rick Mahorn, Joe Dumars ve
    Vinnie Johnson’lı bu kadro 1980’lerin genel basketbol
    anlayışından çok daha farklı bir stile sahipti. 80’lere
    damgasını vuran iki ekolden ne Earvin “Magic”
    Johnson’ın Showtime Lakers’ına ne de Larry Bird’in
    disiplinli Celtics’ine hiçbir zaman benzer bir oyun ortaya
    koymadılar. “Bad Boys” mükemmel savunma yapan, asla
    pes etmeyen, mücadeleci ve fizik gücü çok
    yüksek oyunculardan oluşan bir takımdı. Sahada rakiplerini yenmek
    için her yolu da denerlerdi. Hatta basketbol adıyla rakip takım
    oyuncularını adeta “dövdüklerine” şahit
    olurdunuz. Maalesef olaylar bazen birazcık çirkefleşirdi. Eee
    Rodman ve Laimbeer olur da kavga gürültü o takımdan
    hiç eksik olur mu? Tabii ki olmaz. İşte bu basketbol anlayışı
    Pistons’a şampiyonluklar kazandırdı. Ama her takımın başına gelen
    Pistons’ın da başına geldi. Zaman geçtikçe
    yıldızlar yaşlanıp basketbolu bıraktılar, kimi oyuncular ise başka
    takımlara transfer oldu. Dolayısıyla Detroit giderek eridi
    90’ların ortasına gelindiğinde takımda şampiyon kadroda oynayan
    tek yıldız olarak şu an Detroit’in başında bulunan Joe Dumars
    kalmıştı. O da tam basketbolu bırakmak üzereydi ki, 1994
    Draft’ında takımın hüviyetini tamamen değiştirecek bir
    oyuncu Pistons tarafından draftta seçildi: Grant Hill.
    Duke’te oynadığı oyunla Jordan’ın yerine
    geçebileceği iddia edilen Hill’in gelişiyle Dumars takımda
    kalarak ona “abilik” yapmayı kafasına koydu. Hill
    süper bir yetenek de olsa zengin bir ailenin kibar
    çocuğuydu. Sahada asla trash-talk yapmazdı. Rakiplerine
    hiçbir zaman hakaret etmeyen, onlara nazik davranan ve bu sayede
    sevilen bir oyuncuydu. Yani biraz evvel belirttiğimiz
    “Kötü Çocuklar” tarzına tam anlamıyla zıt
    bir yapıdaydı. Bu yüzden, önce San Antonio’ya ardından
    da Chicago’ya giden Rodman ondan hep nefret etmiştir. “Bu
    Hill denen çocuğu hiç sevmiyorum adam orda bizim (Bad
    Boys) şerefimizi iki paralık ediyor. Basketbol bu kadar da yumuşak
    oynanmaz ki!! Züppe herif. Maç içinde Argo konuşmak,
    itişip kakışmak ağır hakaretmiş. Onu bir gün sahada birisi
    dövecek veya güzelce öpecek! o zaman ben de keyifle
    oturup seyredeceğim.” Tam bizim Rodman’a yakışan
    sözler. Bu sırada takımın diğer yıldızı Alan Houston, New
    York’a gönderilir ve takıma ikinci yıldız olarak
    Sixers’ın postaladığı Stackhouse takasla getirilir. Ama Hill ve
    Stackhouse beklenilen uyumu gösteremez. Hill de her şeye en baştan
    başlamak için soluğu, durmadan sakatlanacağı ve kariyerini
    bitirme noktasına geleceği, Orlando’da alır. Takımın tek yıldızı
    yarı bitik bir Stackhouse’tur ve Pistons fazlasıyla
    “yumuşak” bir basketbol oynamaktadır. İşte Ben Wallace,
    Pistons’a geldiğinde durum kelimenin tam anlamıyla bundan
    ibarettir.

    Unutmayın Ben Wallace’ı, Ben Wallace yapan asla attığı şutlar
    değildir, bilakis başkalarına attırmadığı şutlar onu ünlü
    yapmıştır.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:27 pm

    Wallace 11 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak
    dünyaya geldi. Küçüklüğünde babası ve
    kardeşleri ile sık sık balığa, yüzmeye ve ava gider, her normal
    çocuk gibi atarisinin başından kalkamazdı. Ama onu yaşıtlarından
    ayıran bazı özellikleri de vardı. Küçük Ben
    fazlasıyla güçlü bir vücuda sahiptir ve hemen
    hemen tüm spor branşlarını son derece iyi bir şekilde yapmaya
    yatkındır. Hayatı boyunca da bu fiziksel
    üstünlüğünün avantajlarını sonuna kadar
    kullanır. Wallace lisedeyken hem Amerikan futboluna hem beyzbolla hem
    de basketbola ilgi duymaktadır. Bu üç sporda da o kadar
    başarılıdır ki her birinde eyalet karmasına seçilir. Aslında
    insanlar Wallece cüssesinde birisini gördükleri zaman
    onun hantal biri olduğunu düşünebilirler. Rakipleri de onu
    basketbol sahasında ilk gördüklerinde onun hantal ve sadece
    rakiplerini ite kaka yakınına düşen ribaundları alabilecek bir
    uzun olduğunu düşünmüşler. Bu konuda eski Pistons
    yıldızı, günümüzün Tv yorumcusu Bill
    Laimbeer’ın söyleyecek bir iki lafı var: “Wallace,
    ribaundlarla ilgili eski yargıların geçersiz olduğunu hepimize
    kanıtladı. Her zaman ribaund almanın sıçramaktan çok yer
    tutma ile ilgili olduğunu söylerlerdi. Ama Ben, ribaundlarını
    insanları potadan uzak tutarak aldığı kadar onlardan daha yükseğe
    sıçrayarak da alıyor. İnanılmaz bir sıçrama yeteneğine
    sahip olduğu kadar çok da çabuk. Bana fazlasıyla
    Dennis’i hatırlatıyor. Belki de Dennis’ten sonra
    gördüğüm bire birde en etkili savunmacı. Ama sanıyorum
    ki Ben kendini geliştirmeye devam edecektir çünkü
    gerçekten All-Star seviyesinde bir oyuncu olması için ne
    yapması gerektiğini biliyor. Maç başına aldığı 12-13
    ribaund’un ve yaptığı 3-4 bloğun yanına en azından 10-12 sayıyı
    da eklemesi gerekli.”
    Yukarıda bahsi geçen fiziksel yetenekleri az kalsın onu bir
    Amerikan futbolu yıldızı yapacaktı. Lise takımında gösterdiği
    performans üniversitelerin ilgisini çeker. Auburn
    Üniversitesi ona burs teklif eder. Wallace okul yetkilileri ile
    yaptığı konuşmalarda hem basketbol hem de futbolu kastederek ikisinde
    de aynı anda oynayıp oynayamayacağını sorar. Onlardan aldığı olumlu
    cevap karşısında tereddütsüz okula katılım için
    gerekli kağıda imza atarak üniversiteye gönderir. Okulun
    yolunu tutarken hem basketbol hem de futbolda yıldızlaştığı
    günlerin hayalini kurmaktadır ama kampüse vardığı anda
    tüm hayalleri yıkılır. Okul yetkililerine basketboldan bahsettiği
    anda hepsi şaşırarak ona daha önce onunla hiç basketbol
    hakkında konuştuklarını hatırlamadıklarını, okulda basketbol
    oynamasının mümkün olmadığını onu futbol oynaması için
    aldıklarını söylerler. Anlaşmazlığın nedeni ise oldukça
    komiktir. Amerikan futbolunda bir takım oyuncularını iki farklı kadroya
    ayırır. Yeteneklerine göre defansif oyuncular ve ofansif
    oyuncular. Sahada top hakimiyeti kimdeyse ona göre bir takım
    sahaya sürülür. Wallace da telefonda
    “ikisini” de aynı anda oynayıp oynamayacağını sorduğunda
    okul yetkilileri onun hem hücum takımında hem de savunma takımında
    oynamak istediğini sanarak bunu sevinerek kabul etmiştir. Wallace o
    anki duygularını şöyle anlatır: “Bunları duyduğum zaman
    kulaklarıma inanamadım. Ben de oradan çekip gittim. Basketbola
    aşığım. Bu yüzden Amerikan futbolu ve basketbol arasında bir
    seçim yapmak zorunda kaldığım zaman hiç
    tereddütsüz basketbolu seçtim. Wallece,
    Auburn’ü terk ettiği zaman hayatı hakkında kurduğu
    gerçek anlamda hiçbir planı kalmamıştı. Ta ki bir
    basketbol kampında gelecekteki idolü Charles Oakley ile
    karşılaşana dek.

    Oakley topu göğsüme fırlattı ve “hadi başlayalım”
    dedi. Herkes bizi izliyordu. O benim dudağımı patlattı ben de onun
    burnunu!..

    Oakley hepimizi karşısına oturtup azarlamaya başladı. Sürekli
    bizim çok yumuşak olduğumuzu hiç gayret gösterip
    çalışmadığımızı söyledi. Sonra da içimizde kimsede
    onunla teke tek oynayacak yürek olup olmadığını sordu. Ben de
    elimi kaldırdım. O da topu aldı ve göğsüme fırlattı:
    “Hadi başlayalım!”dedi. Herkesin önünde oynamaya
    başladık. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu kanattım.
    Wallece’a o maçı kimin kazandığı her sorulduğun genelde
    aynı tepkiyi verir. Evvel suçlu bir çocuk ya da masum bir
    kedi yavrusu gibi acındırıcı gözlerle suçunu gizlemek
    istermiş gibi bakar ve cevap verir: “Ben kazandım.” Ama
    tuhaftır ki Wallace, Oakley’in burnunu sürtmüş olmaktan
    çok da memnun değildir: “Ben daha 17 yaşımdayken bile
    üzerimden şut atamazdı, şutlarını hep bloklardım.” Bu teke
    tek maç hakkında Wallece’ın Pistons’tan kankası
    Stackhouse tarafından yapılan yorum da ilginçtir: “Oak
    asla bizim Ben’i geçemez.”

    NCAA GÜNLERİ
    Evet sonuçta maçı Wallece kazandı ve Oakley’e
    gününü gösterdi. Ama Oak bu çocuğun
    gerçekten yetenekli olduğunu fark etmişti. Onu kanatlarının
    altına alarak korumayı ve ona yol göstermeyi kafasına koydu.
    Charles gidip Wallace’a hangi okula gittiğini sorar. O da
    olanları anlatarak artık önünde fazla seçeneği
    kalmadığını söyler. Bunun üzerine Oakley,
    Cleveland’daki bir arkadaşına telefon açar. Bu
    çocuğu izlemeleri gerektiğini anlatarak Wallece’ı oradaki
    bir kampa gönderir. Kampta başarılı olan adamımız kapağı Cuyahoga
    CC’ye atar. Orda 24 sayı, 17 ribaund ve 7 blok gibi inanılmaz
    ortalamalara ulaşır ve tekrar daha büyük okulların
    antrenörlerinin dikkatini çeker. Ama ne kadar iyi bir okula
    transfer olacaksa olsun benchte oturmak istemeyen Wallece, daha sezon
    bitmeden takımını terk eder ve soluğu Oakley’in yanında alır.
    Oakley de idarecilerle konuşarak onu mezun olduğu okul olan Virginia
    Union’a aldırır. Burada ceza hukuku eğitimi alan Ben, 12.5 sayı,
    10.5 ribaund ve 3.7 blok ortalamalarına ulaşarak takımını NCAA Division
    2’da Final Four’a taşır. Ama okulu basketbolda adı sanı
    duyulmamış bir okuldur ve Wallace oyunuyla NBA scout’larının
    çok da ilgisini çekmez. Dolayısıyla katıldığı 96 NBA
    Draft’ında seçilemez. Wallace üzülmekle beraber
    o an için NBA seviyesinde bir oyuncu olmadığının farkındadır bu
    yüzden bunu kendisine fazla dert etmez. Daha çok
    çalışmaya başlar ve Boston antrenörü M.L Carr onu
    takımın yaz kampına davet eder.

    BOY PROBLEMİ
    Bu arada Wallece’ı çağıran Carr, bu boyuyla onun pivot ya
    da power forvet oynamak için çok kısa olduğunu onu kampta
    off guard veya kısa forvet olarak deneyeceğini söyler. Aslında NBA
    kayıtlarında boyu 2.06 olarak gözükse de Wallece’ın
    gerçek boyunun ancak 2 metre olduğu söyleniyor.
    Hatırlayacaksınız “Sir” Charles Barkley’in boyu da
    öncelikle 1.98 olarak kabul edilirken bir süre sonra
    1.96’ya inmiş en son ise gerçekte 1.92 olduğu ortaya
    çıkmıştı. Bu tür olaylar diğer bir çok NBA yıldızı
    için de geçerli. Kim bilir belki de bu arkadaşlar kemik
    erimesi hastalığından mustariplerdir. Vah zavallılarım vah...
    Tabii ki bu boyuna göre pozisyon seçme formülü
    ona pek yaramadı. Sonuçta Ben, kampta fazla forma şansı bile
    bulamayarak Boston kampından ayrıldı ve Washington’la
    antrenmanlara çıkmaya başladı. Çaylak sezonu Wallace
    için pek parlak geçmedi. O zamanki adı Wizards yerine
    Bullets olan Washington’da takımın ancak 12. adamıydı. 34
    maçta forma görev alan Wallece maç başına ancak 5.8
    dk sahada kalırken 1.1 sayı ve 1.7 ribaund ortalamalarına sahipti. Bu
    arada ismi, tanınmasa da basketbol camiasında kulaktan kulağa
    yayılmaktaydı. Washington’daki bu gizemli oyuncu, antrenmanlarda
    Juwan Howard ve Chris Webber da dahil olmak üzere çoğu
    oyuncunun canına okumaktaydı. Bir sonraki sezon sahada kaldığı
    süreyi tam 3 katına çıkartarak maç başına 15.8 dk
    oyunda kaldı. Indiana karşısında ilk kez bir maça ilk beşte
    başladı ve aldığı 12 ribaundla sahada en çok ribaund alan ismi
    oldu. Sezonda toplam 61 maça çıkarken bunların
    16’sında ismi maça başlayan beşte yer alıyordu.
    Ortalamaları ise fazla kıpırdamamış, sayı ortalamasını ancak
    3.1’e, ribaund ortalamasını ise 4.8’e
    çıkartabilmişti. Bullets’taki üçüncü
    sezonunda ise içindeki cevher biraz da olsa ortaya çıktı.
    Cleveland karşısında attığı 20 sayı ile kariyerindeki en yüksek
    rakama ulaşırken ribaund hanesinde de 10 yazıyordu. Bu sırada süre
    aldıkça double-double yapmaya başladı. Bucks karşısında 14 sayı
    ve 14 ribaund’luk, Toronto’ya karşı da 12 ribaund, 16
    sayılık performanslar ortaya koydu. Sezon sonuna gelindiğinde aldığı
    süre 10 dk. daha artmıştı. Bu artış da beraberinde 6.0 sayı, 8.3
    ribaund ve 1.96 blokk ortalamaları getirmişti. Washington bu sezonun
    sonunda büyük bir hata yaparak elindeki tüm yetenekli
    power forvetleri kaçırdığı gibi Wallece’ı da
    kaçırdı. Wizards, Orlando ile yaptığı takasta Wallace,Tim
    Legler, Terry Davis ve Jeff McInnis’i göndererek
    Magic’ten 1995-96 sezonunda Tuborg forması, geçtiğimiz yıl
    da Ülker forması giyen Isaac Austin’i kadrosuna kattı.
    Orlando da oynadığı 81 maçın tümünde kendisine ilk
    beşte yer bulan Big Ben, bu maçlarda 4.8 sayı, 8.2 ribaund ve
    1.6 blok ortalaması tutturdu. Sonraki sezon Orlando da ayağına gelen
    fırsatı elinin tersiyle iterek Grant Hill yüzünden
    gözü kör olmuş bir şekilde Chucky Atkins ve Ben
    Wallace’ı Grant Hill’le takas etti. Tabii ki o dönem
    de Hill mi yoksa Wallace mı diye soracak olsaydınız akıl sağlığı
    yerinde olan herkes Grant Hill cevabını verirdi. Ama Orlando
    idarecileri en azından Wallace’ı kadrolarında tutmaya
    çalışarak takasa başka isimleri dahil etmeyi deneyebilirlerdi.
    Bu takasın sonucu ortada. Magic, astronomik bir anlaşmaya imza
    attırdığı Hill’i geçirdiği sakatlıklar yüzünden
    oynatamazken, Pistons şu anda ligin blok ve ribaund kralına sahip
    bulunmakta.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:27 pm

    PİSTONS’IN YENİ KÖTÜ ÇOCUĞU
    Pistons’taki ilk yılında Wallace 80 maçta oynarken bir kez
    daha oynadığı tüm maçlara ilk beşte başlar. Ama bu kez
    kendisine daha önce tanınmayan bir şansa sahip olarak sahada 34.5
    dakika ortalamasıyla kalır. Sahada kaldığı süre bu kadar
    çok artınca Wallace da tüm marifetlerini daha iyi
    sergilemeyi başarır. Maç başına 13,2 ribaund ortalaması ile
    ligde ribaund krallığını zorlar ama Mutombo’nun arkasında
    2.sırayı alır. Aldığı 1052 ribaundla toplamda ligin en çok
    ribaund alan ve bu sayede Pistons’ın Dennis Rodman’dan
    sonra 1000 ribaund barajını geçen ilk oyuncusu olur. Ayrıca
    sezon boyunca Dikembe Mutombo ile beraber arka arkaya 20 ve üzeri
    ribaund alabilen iki oyuncudan biridir ve Orlando maçında 28
    ribaund ile kariyerinin en yüksek rakamına ulaşır. Bir sezon evvel
    1.60 olan blok ortalamasını ise 2.30’a çıkarır. Pistons
    tarihine hem ribaund, hem top çalma hem de blok ortalamalarında
    takımın lideri olan ilk isim olarak geçer. Yılın Savunmacısı
    ödülü için yapılan oylamada ise 6 oy alarak
    beşinci olur. Ama maalesef bu performansı takımı için yeterli
    olmaz ve Detroit normal sezonu ancak 32 galibiyet ile kapatır.
    Geçtiğimiz sezon ise kariyeri için bir zirvedir. Takımın
    başına New Jersey, Portland ve Indiana’da 11 sezon asistan
    coach’luk yapan Rick Carlisle getirilir. Takımdaki bu yeni
    yapılanmada Stackhouse kendini bulur ve ilk kez egosunu bir kenara
    bırakarak olması gereken oyuncu gibi oynar. Corliss Williamson
    bench’ten gelerek inanılmaz bir katkıda bulunur ve takım Ben
    Wallace’ın liderliğinde sahada inanılmaz bir savunma uygular.
    Sonuçta da takım uzun bir aradan sonra 50 galibiyet barajına
    ulaşarak 1990 yılından sonra ilk kez Merkez grubu şampiyonu olarak
    tamamlar. Wallece sahada 36.5 dakika ortalamasıyla kalırken
    hücumda daha agresiftir, %53’lük bir şut
    yüzdesiyle 7.6 sayı averajı tutturur. 13.0 ribaund ve 3.48
    ortalamaları ise onu her iki kategoride de NBA’in zirvesine
    taşır. Yakaladığı bu başarıyı ise daha önce NBA tarihinde ancak
    Hakeem “The Dream” Olajuwon, Kareem Abdul-Jabbar ve Bill
    Walton’ın yakaladığını söylersem sanırım Big Ben
    Wallace’ın ne kadar önemli bir başarıya imza attığını
    anlatabilirim. Üstelik Wallace’ın boyu diğer 3 oyuncu ile
    kıyaslanamayacak derecede de kısa. Bu mükemmel savunma performansı
    doğal olarak onu rekor bir şekilde “Yılın Savunmacısı”
    ödülüne ulaştırır. Oylama tamamlandığında en yakın
    rakibine 114 oy fark atmıştır. Wallace ayrıca tutturduğu 1.7 top
    çalma ortalaması ile bu kategoride de ilk 15 içindedir.
    Sezon içinde 2 defa haftanın oyuncusu seçilen Wallace, 24
    Şubattaki Milwaukee maçında da 10 sayı, 17 ribaund ve 10 blok
    ile kariyerindeki ilk triple-double’ı gerçekleştirir. 24
    Mart’ta Boston karşısında ise kariyer rekorunu bir kez daha egale
    eder ve 28 ribaund’a ulaşır.
    Tüm bu başarılarının yanında regular sezonda Doğu’da
    2.sırayı alan Detroit ile kariyerinde ilk playoff maçına
    çıkar ve 21 Nisanda Toronto karşısında 19 sayı, 20 ribaundluk
    muhteşem bir oyun ortaya koyar. Kariyerindeki bu ilk playoff
    tecrübesinde çok başarılı maçlar çıkaran
    Wallace, ilk turda Toronto karşısında 8.2 sayı, 15.0 ribaund, 2.2 blok
    ve 2.2 top çalma; konferans yarı finalinde Boston karşısında 6.4
    sayı, 17.2 ribaund, 3.0 blok ve 1.6 top çalma ortalamalarını
    yakalar. Evet Wallace kendini tüm NBA’e kanıtlamıştır, artık
    oda ligin yıldız oyuncular arasındadır.

    Majesteleri Michael Jordan’ın antrenörü Doug Collins
    onun hakkında şunları söylemekte: “Bence Wallace, Jason
    Kidd’le beraber sayı üretmeden oyunu domine edebilen az
    sayıda oyuncudan biri.” Başkan Joe Dumars daha Grant Hill’i
    Atkins ve Wallace ile takas ettiği gün basına takımın fazla
    yumuşak olduğunu ve aralarına katılan bu iki yeni oyuncuyla beraber
    takımın çok daha sert ve dişli olacağını söylemişti. Dumars
    oyunculuğunda zekasıyla oynayan bir isimdi. Şu ana kadar takımın
    başında olduğu sürede aynı muhteşem zekayı masa başında da
    kullanmakta. Bazı isimler daha şimdiden Wallace’ın Pistons
    tarihinde bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor ama
    Wallace bu durumdan endişeli. En azından Joe Dumars’ın
    beklentilerini yükseltmesinden korkuyor: “Sanırım benimle
    anlaştıklarında kendileri bile benim tam olarak ne tür bir oyuncu
    olduğumun farkında değillerdi. Onlar sadece sahada çalışan ve
    biraz ribaund alan bir oyuncu istemişlerdi ama sanırım ben bundan daha
    fazlasına sahibim. Yeni koç, yeni bir takım ve yeni bir sistem
    benim de kariyerimde yeni bir sayfa açmama yardımcı oldu.”

    Aslında Wallace’ı yakından tanıyan insanlar sahada rakipleri
    için fazlasıyla korkutucu olan bu adamın saha dışında çok
    yumuşak bir ses tonuyla konuşan, eğlenceli ve maket araba yaparak vakit
    geçiren sıradan bir insan olduğunu söylüyor.

    “Sahada oynarken arkanızı ‘big ben’ gibi bir devin
    kolladığını bilmek güzel bir duygu. Her zaman böyle bir
    adamın karşımda oynamasındansa yanımda olmasını tercih ederim.” -
    jerry stackhouse

    Takımın birinci yıldızı Stackhouse ise tartışmasız ikinci yıldızı da
    Wallace. Stack bu konuda şöyle diyor: Sahada her zaman Big
    Ben’in nerde olacağını hissederim. Her defasında doğru zamanda
    doğru yerdedir bu sayede asistlerimin büyük bir kısmını ona
    yaparım. Onun orda olması bile çoğu şeyi bizim için
    kolaylaştırıyor çünkü bu sayede önümde bir
    koridor açılıyor. Eğer onun adamı yardıma gelmezse
    rahatça savunmacımla bire bir oynayabiliyorum eğer yardım
    gelirse de topu ona veriyorum ve o da sayıyı bizim hanemize
    ekliyor.” Wallace gerçekten pota altında yüksek
    isabetle oynuyor. Ama kaydettiği sayıların çoğunu tiplerden ve
    potayı kırarcasına yaptığı smaçlardan bulduğunu
    düşünürsek Big Ben’in hücumda zaafı olduğunu
    söyleyebiliriz. Kesinlikle kendisini geliştirmesi gerekli ve
    kendisi de bu eksikliğinin farkında. Bu konuda kendisi de şöyle
    demekte: “Eğer yıldız olmak istiyorsam hala kendimi geliştirmek
    zorundayım sahanın iki ucunu da dağıtamadığım sürece gerçek
    anlamda yıldız sayılmam. Zaten her antrenmandan sonra en az bir saat
    daha sahada kalarak şut ve serbest atış çalışıyorum.”
    Ben Wallace gerçekten ligin en önemli oyuncularından biri
    ama şu anda ne bir Hakeem O’lajuwon ne Kareem Abdul-Jabbar ne de
    bir Bill Walton. Hatta daha tam bir Dennis Rodman bile değil. Wallace
    bir savunma uzmanı olduğu kadar bir hücum silahı olduğu gün
    NBA tarihine hak edeceği yeri alacaktır. Son bir cümle de Mehmet
    Okur için. Umarım Memo, Detroit’e gittiği zaman Ben
    Wallace’tan savunma hakkında çok şey öğrenir.
    Çünkü Mehmet fazlasıyla yetenekli bir oyuncu
    NBA’de yıldız olmak için de diğer Avrupalılardan
    kesinlikle hiçbir eksiği yok. Yeter ki Oda Wallace gibi
    yürekli bir savaşçı olsun!.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:28 pm

    Potaların yaşayan efsanesi: Michael Jordan

    NBA Ligi'nin tartışılmaz en iyi oyuncusu Michael Jordan, bugün potaların yaşayan efsanesi haline geldi.

    ABD'nin New York kentinde, 17 Şubat 1963'de dünyaya gelen Michael
    Jeffrey Jordan, Brooklyn'de geçen yaşantısını basketbola olan
    ilgisi sayesinde değiştirmeyi başardı. 1982 yılında Ulusal Kolej
    Atletizm Derneği (NCAA)'in iddialı isimlerinden North Carolina
    Üniversitesi'ne kendisine teklif edilen basketbol bursunu kabul
    ederek kaydoldu.
    North Carolina takımı ile tanıştığı NCAA ligindeki ilk yılında
    Georgetown'a karşı oynanan şampiyonluk maçının galibiyet
    sayısını atarak tüm dikkatleri üzerine çekti. 1983 ve
    1984 yıllarında da NCAA'de yılın basketbolcusu seçilen Michael
    Jordan, Los Angeles Olimpiyatları'nda ABD'yi temsil eden milli takımda
    forma giydi.
    Bu başarılarının ardından NBA takımlarından Chicago Bulls'dan
    çok cazip bir teklif alan Michael Jordan, Bulls forması
    giyebilmek için North Carolina'dan ayrıldı.
    Chicago Bulls forması ve NBA ile tanıştığı ilk sezonda (1984-85),
    maç başına 28.2 sayı ortalamasıyla, ligin sayı kralı oldu.

    Jordan efsanesi doğuyor

    NBA'de gösterdiği performansla, 'Yılın Çaylak Oyuncusu'
    seçilen Jordan, kariyerindeki 9 All-Star maçının ilkinde
    de yine aynı sezon oynadı. 1986-1987 sezonu sona erdiğinde, Michael
    Jordan artık NBA Ligi'nin efsane oyuncusu Wilt Chamberlain'in ardından
    bir sezonda 3 bin sayı rekorunu geçen ikinci oyuncu oldu.
    1987-1993 yılları arasında üst üste yedi kez sayı kralı olan
    Jordan, her sezon maç başına 30 sayı ortalamasının da
    üzerine çıkarak Chamberlain'in rekorunu kırdı.
    Chicago Bulls formasını giydiği günden itibaren play-off
    maçları da dahil inanılmaz sayı rekorlarına imza atan Jordan,
    1986 yılında Boston Celtics'e karşı kaydettiği 63 sayı ile tüm
    rekorları altüst etti.
    1991 yılında Chicago Bulls'un ilk NBA şampiyonluğunu yaşamasında
    büyük rol oynayan Michael Jordan, bu başarısını 1992 ve 1993
    yıllarında da tekrarlamayı başardı.
    1988, 1991 ve 1992 yıllarında ligin 'En Değerli Oyuncusu', 1988 ve
    1996'da All-Star maçlarının 'En Değerli Oyuncusu' seçilen
    Jordan, 1991, 1992 ve 1993 yıllarında da NBA play-off serisinin 'En
    Değerli Oyuncusu' ünvanını kazandı.
    Ayrıca ilk kez NBA oyuncularının yer aldığı ve Dream Team (Rüya
    Takım) adı verilen ABD Olimpik Milli Basketbol Takımı'nda da görev
    yapan Michael Jordan, İspanya'daki Barselona Olimpiyatları'nda
    takımının altın madalya kazanmasında en büyük rolü
    oynadı.
    1993 - 1994 sezonunun ardından, babasını bıçaklı bir saldırı
    sonucunda kaybeden ünlü basketbolcu, sinirleri de bozulunca
    basketbola veda ettiğini açıklayarak tüm hayranlarını şok
    etti.

    Basketboldan beyzbola

    Basketboldan kopsa da spordan kopmayı bir türlü başaramayan
    Michael Jordan, 1994 yılında bu kez beyzbol oyuncusu olarak
    sevenlerinin karşısına çıktı. Yine Chicago forması giyen Jordan,
    Chicago White Sox 'Beyaz Çorap' takımı ile Amerikan Ligi'ndeki
    (AL) ilk sezonunda ligin önemli oyuncularından biri haline geldi.
    Beyzbolu iyi oynamasına karşın içindeki basketbol ateşini bir
    türlü söndüremeyen efsane oyuncu, 1994-1995 sezonun
    sonunda NBA Ligi'ne dönme kararı alarak beyzbola veda etti.
    Basketbola verdiği araya rağmen performansından hiçbir şey
    kaybetmeyen Michael Jordan, 1995-1996 sezonunda maç başına
    ortalama 30.4 sayı ortalaması ile 'En Değerli Oyuncu'
    seçilirken, Chicago Bulls takımı da bir sezonda 72 maç
    kazanan ilk NBA takımı olarak tarihe geçti.
    NBA finallerinde de 'En Değerli Oyuncu' seçilen Jordan, aynı
    zamanda bu ünvanı dört kez kazanan ilk basketbolcu olarak da
    tüm zamanların en iyi basketbolcusu olarak anılmaya başladı.

    Film yıldızı Jordan

    1996 yılında Hollywood'a da el atan Michael, Looney Toons
    karakterlerinin rol aldığı bir çizgi filmde de 'Space Jam'
    kendisini oynadı.
    1998 yılında altıncı şampiyonluğa çok yaklaşan Chicago Bulls,
    Utah Jazz karşısında son 5.2 saniyede maçı kaybedince, 1999
    yılında Jordan tekrar basketboldan ayrıldığını açıkladı.
    Juanita ile evlenen ve üç çocuk sahibi olan Michael
    Jordan, aynı zamanda lüks bir lokanta açarak işletmeye
    başladı.
    Her ne yaparsa yapsın içindeki basketbol aşkından kurtulamayan
    Michael Jordan son olarak Washington Wizards formasıyla tekrar potalara
    geri döndü.
    Wizards'ı tam anlamıyla sırtlayan Jordan, potalardan uzun süre
    ayrı kalmasına rağmen, eski günlerine çabuk
    döndü. All-Star maçında tekrar en iyi olduğunu
    kanıtladı ve 2003 yılında basketbolu bıraktı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:28 pm

    YENİ NESLİN -FAZLA SEVİLMEYEN- SÜPER STARI,
    KOBE BRYANT #8

    (Bu yazı pivot dergisinin 40.sayısında yayınlanmıştır.)

    Lise yıllarında efsane Wilt Chamberlain’in 4 yıllık toplam sayı
    rekorunu kıran, NBA’e girdiği yıllarda oynadığı oyunla herkesin
    taktirini toplayan 18 yaşındaki ufaklık, aradan geçen yıllarda
    önce Shaq ile takımın en önemli gücü kim
    tartışmasını başlattı, ardından bu senede saldırgan tavırlarıyla takım
    arkadaşları ve rakip oyuncularla kavga etti.

    Kariyerinin başındaki güler yüzlü ve neşeli insan gitti,
    yerine saldırgan, hırçın ve kavgacı bir insan geldi.

    Kobe bu sene başı ile bir anda huysuzlaştı, laf dalaşı yapmaya ve kavga
    çıkartmaya başladı. Acaba ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya
    çalışıyor? Yoksa sadece hala büyümeye devam ettiğini
    mi?

    23 yaşına 2 NBA şampiyonluğu ve 1 All-Star MVP ödülü
    sığdıran Kobe, bu sezon Memphis maçında 56 sayı üreterek
    kariyer rekorunu kırdı.

    EFSANE TAKIM VE EFSANE OYUNCULARI
    Los Angeles şehrinin 2 takımından biri olan Lakers; 80’li
    yıllarda Magic Johnson, Kareem Abdul-Jabbar, James Worthy, Byron Scoot,
    Michael Cooper, A.C. Green ve coach Pat Riley önderliğinde
    Lakersball adını alan hızlı hücuma ve show’a dayalı oyunları
    ile gönüllerde taht kurmuş, 8 NBA Finali sonucunda da 5 defa
    şampiyonluğa ulaşmıştı. Bu başarılı takım 90’ların başında
    yaşlanan kadrosunu Vlade Divaç, Sam Perkins ve Elden Campbell
    gibi genç oyuncularla takviye ederek sadece 1 yıl aradan sonra
    1991’de tekrar NBA Finaline çıkmıştı. Ama final serisinde
    -6 şampiyonluğun ilkine ulaşacak olan- Chicago’ya 4-1 kaybeden
    Lakers için bu sonuç, başarılı bir döneminin sonu
    olmuştu.
    1992’de Lakers, 82 maçlık normal sezonun sonunda ilk defa
    Los Angeles’ın diğer takımı olan Clippers’ın altına
    düşüyor (Oysa 1987’de Clippers ile aralarında 53
    maçlık bir galibiyet sayısı farkı vardı) ve ancak 8. sırayı
    alabiliyordu. 1993’de bir kez daha Clippers’ın ardında
    kalan Lakers yine 8. sıradan playofflara dahil oldu ama aynı bir
    evvelki sene gibi ilk turda elendi. Ama daha kötüsü
    1994’de oldu. Lakers 33 galibiyet ile 19 yıl sonra ilk defa
    playofflara katılamadı. 1995’de Cedric Ceballas, Eddie Jones
    takviyeleri sonucunda biraz toparlanan Lakers, Magic’in
    basketbola tekrar dönmesi ile 1996’da Batı’da 4.
    sıraya kadar yükseldi. Fakat ilk turda Houston’a
    3-1’lik skorla elenerek bir kez daha sezonu erken kapadı.
    Şaşalı ve zengin Los Angeles’ın tarihi başarılarla dolu takımı
    Lakers, 1996 yılının yazında büyük bir transfer
    gerçekleştirerek Orlando takımından dev pivot Shaquille
    O’Neal’ı kadrosuna kattı. Bir de Charlotte’ın draftta
    13. sırada seçtiği -henüz 18 yaşındaki- Kobe
    Bryant’ı, Vlade Divaç karşılığında takas etti. Shaq,
    NBA’de oynadığı 4 yılda kendini ispatlamıştı ama bu 18 yaşındaki
    çocuk NBA’in devleri arasında ne yapabilirdi?
    Kobe, bunun cevabını çok geciktirmeden daha ilk yılında verdi.
    NBA tarihinde en küçük yaşta forma giyen oyuncu
    olurken, 31 sayı ile Rookie All-Star maçın hala kırılamayan sayı
    rekorunu eline geçirdi. Ardından Slam Dunk yarışmasının en
    genç şampiyonu oldu. Bir sene sonra, kendi takımında ilk 5
    başlamamasına rağmen seyircilerden aldığı oylarla gerçek
    All-Star’ların arasına katıldı ve yine bir ilki
    gerçekleştirerek All-Star maçları tarihinin en
    genç oyuncusu oldu. Shaq, pota altını cehenneme
    çevirirken, Kobe kritik anlarda penetreleri, fake-away şutları
    ve birbirinden güzel smaçları ile Lakers’ı 9 yıl
    aradan sonra 2000 yılında tekrar NBA Finaline taşıdı. Bu Final serisi
    ile NBA şampiyonluğu sevincini 22 yaşında tadan Kobe, hep
    karşılaştırıldığı Jordan’ın 7 yıl sonunda yakaladığı bu başarıyı
    5. NBA sezonunda elde etti.
    KOBE’DEKİ BÜYÜK DEĞİŞİM
    Kobe, parmaklarında 2 şampiyonluk yüzüğü taşıyan 24
    yaşında bir NBA yıldızı. Ama lige katıldığı ilk dönemlerde bir
    çok kişinin sevgilisi haline gelen bu genç yıldız şimdi
    bir o kadar kişi tarafından da sevilmeyenler listesinde.
    18 yaşında bir çaylakken herkes tarafından taktir gören ve
    maçları ilgi ile izlenen Kobe, 4 yıl sonra Shaq’la takımın
    en önemli gücü kim kavgası yapmasıyla manşetlerde
    negatif düşüncelerle yer almaya başlamıştı. O sırada 22
    yaşındaydı, 2 kez All-Star seçilmişti ve 1 şampiyonluğa sahipti.
    Buna rağmen ligdeki hiçbir oyuncuyla yakın ilişki geliştirmeyi
    başaramamıştı. Lakers’dan ayrılmak istediğini söylüyor
    ve gerçek liderin kendisi olacağı bir takım istiyordu. Coach
    Phil Jackson’ın çabaları ile Shaq ile arasındaki buzlar
    eridi ve 2001’de 2. şampiyonluk yüzüğü geldi.
    2001 sezonun ardından geçtiğimiz yaz Shaq ile arasındaki
    sorunları gideren Kobe, onun çok büyük bir oyuncu
    olduğunu belirten açıklamalarda bulundu. Shaq’ta
    Kobe’yi himayesine aldığını, ona yapılacak her türlü
    gereksiz sertlik ve haksızlıkla savaşacağını söylüyordu. Evet
    Kobe, Shaq ile aralarındaki sürtüşmeyi bitirmesinden dolayı
    taktir toplamıştı ama sezonun start alması ile başka büyük
    sorunlar çıkarttı.
    Bir çok maçta hem kendi hem de rakip takım oyuncuları ile
    laf dalaşı yapmaya ve kavga çıkartmaya başladı. Hatta bu
    dalaşmanın boyutunu Indiana maçında Reggie Miller ile yumruk
    yumruğa kavga etmeye kadar ilerletti. Takım arkadaşı Samaki
    Walker’la da idman sonrası takım otobüsünde kavga etti.
    2 ay evvel Şubat ayında All-Star maçında 31 sayı atmasına rağmen
    bencil oyunu ile doğduğu şehir’in taraftarlarınca yuhalandı. Evet
    artık işler hiç iyi gitmiyordu. Acaba 18 yaşındaki çocuk
    büyümüştü de ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya
    çalışıyordu? Yoksa hala büyümeye devam ettiğini mi?
    Kobe’nin bu sezonki saldırgan davranışlarının nedenlerine
    geçmeden, çocukluktan NBA yıldızlığına nasıl geldiğini
    inceleyelim...
    WILT CHAMBERLAIN’İN REKORUNU KIRAN UFAKLIK
    Babası da bir NBA oyuncusu olan Kobe, Joe "Jellybean" Bryant’ın
    Sixers forması giydiği sırada 23 Ağustos 1978’de
    Philadelphia’da doğdu. Adını babasının en sevdiği lokantalardan
    birindeki bir et yemeği menüsünden alan Kobe, San Diego
    Clippers ve Houston Rockets takımlarına transfer olan baba Bryant ile
    birlikte çocukluğunda oldukça dolaştı. Ama asıl uzun
    mesafeli yolculuğunu babasının basketbol macerasını Avrupa’da
    devam ettirmesi sebebi ile İtalya’ya yaptı. 8 yaşındayken
    İtalya’ya gelen Kobe, okul hayatına burada başladı. Bryant ailesi
    5 yıl boyunca İtalya’da kalırken, Kobe o yılların gözde
    takımı olan Lakers’ın maçlarının sürekli İtalyan
    televizyonlarında yayınlanmasından dolayı Magic Johnson hayranı
    oluyordu.
    13 yaşındayken Amerika’ya dönen Bryant ailesi Kobe’yi
    Pennsylvania’daki seçkin Lower Marion Lisesine yazdırdı.
    Kobe’nin takıma katılımından evvel 24 maçta sadece 6
    galibiyet alan Marion Lisesi genç oyuncunun katılımı ile bundan
    sonraki 3 yılda 91 maçta 77 galibiyet almayı başardı.
    İtalya’dayken Magic Johnson hayranı olan Kobe, Amerika’ya
    gelir gelmez Michael Jordan’ı izlemeye başladı. Onun her yaptığı
    hareketi okul müdüründen aldığı salon anahtarları
    sayesinde Merion lisesinin salonunda yüzlerce hatta binlerce defa
    tekrarladı. Bu çalışma azmi ve Allah vergisi kabiliyeti
    sayesinde 18 yaşında bir Jordan kopyası haline geldi. Onun gibi drive
    ediyor, onun gibi fake atarak dönüşler yapıyor,
    fake’den sonra geriye doğru uçarak şut çekiyor, son
    saniye atışlarını kullanıyor ve hatta onun gibi faul atıyordu.
    Son sezonunda 30.8 sayı, 12.0 ribaund, 6.5 asist, 4.0 top çalma,
    3.8 blok ortalamalarını tutturan ve 34 maçta 31 galibiyet ile
    takımına eyalet şampiyonluğunu kazandıran Kobe, liseler arasında
    Naismith, Gatorade Circle, USA Today ve Parade Magazine tarafından
    yılın oyuncusu seçilirken, McDonalds All-America Takımının da
    bir üyesi oldu. Ayrıca Pennsylvania eyaletinin o seneye kadar en
    skorer lise oyuncusu olan efsane Wilt Chamberlain’in toplam 2359
    sayılık rekorunu da 2883 sayı ile tarihe gömmeyi başardı.
    Kobe, bu çok başarılı lise sezonun ardından kendini hazır
    hissettiğini söyledi ve üniversiteye gitmek yerine, tercihini
    direk profesyonel olmak yolunda kullandı.
    NBA LİGİNİN EN KÜÇÜK OYUNCUSU
    Draftta Charlotte tarafından 13. sırada seçilen Kobe Bryant,
    Vlade Divaç karşılığında Lakers’a takas edildi. Yaz ayını
    ağırlık idmanları ile geçiren Kobe, ligin ilk maçını
    belindeki rahatsızlıktan dolayı kenardan izledi. 3 Kasım 1996’da,
    sezonun 2. maçında Minnesota karşısında son dakikalarda oyuna
    giren Kobe, 18 yıl, 2 ay ve 11 gün ile NBA ligi tarihinde en
    küçük yaşta forma giyen oyuncu oldu. (Daha sonra -o
    yıllarda- Portland forması giyen –şimdi Indiana’lı-
    Jermaine O’Neal bu rekoru daha aşağılara çekti.)
    Maçta sadece 6 dakika oynayan ve 1 şut girişiminde bulunan Kobe
    ilk NBA maçını 1 ribaund, 1 top kaybı ve 1 faul ile tamamladı.
    Ligdeki ilk sayısını bir sonraki maçta New York’a karşı
    faul atışından bulan Kobe, ligdeki 4. maçında Toronto karşısında
    bu sefer 17 dakika sahada kaldı ve kariyerinde ilk çift haneli
    rakama ulaşarak maçı 10 sayı ile tamamladı. 28 Ocak’ta
    Dallas maçında (12 sayı üretti) sahaya ilk 5 çıkan
    Kobe, 18 yıl, 5 ay ve 5 gün ile NBA tarihinin en
    küçük yaşta ilk 5’te sahaya çıkan
    oyuncusu oldu. İlk sezonunda 25 maçta 10 sayı, 4 maçta 20
    sayı barajını geçerken, 8 Nisan’da Golden State karşısında
    25 dakikada 8/7 ikilik, 3/2 üçlük ve 7/4 faul atışı
    ile 24 sayı üreterek kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı.
    Ama asıl başarısını Rookie All-Star maçında Doğu takımı adına
    hala kırılamayan 31 sayılık performansı ile yaptı. Aynı organizasyonda
    Slam Dunk şampiyonluğuna ulaşan en genç oyuncuda oldu. İlk
    sezonunu 71 maçta (6 kere ilk 5 çıktı) 15.5 dakika oyunda
    kalarak 7.6 sayı ortalaması ile tamamlayan Kobe, ligin en iyi ikinci
    rookie 5’ine de seçilmeyi başardı.
    İlk playoff maçına Portland karşısında çıkan Kobe, bu ilk
    maçında sadece 2 sayı üretebildi. Serinin 3.
    karşılaşmasında 27 dakikada 22 sayı atarken 4 maçlık seriyi 7.5
    sayı ortalaması ile tamamladı. Fakat 2. turda işler hiç iyi
    gitmedi. Oysa 3. maçta 19 dakikada 19 sayı üretmiş ve
    Lakers’ın serideki ilk galibiyeti almasını sağlayan oyunculardan
    olmuştu. Ama 5. maçta normal sürenin bitimine 11 saniye
    kala skor 87-87 berabere iken son şutu kaçıran Kobe, uzatmada da
    2 kritik şut kaçırarak Lakers’ın maçı ve seriyi
    kaybetmesine yol açmıştı. Evet 18 yaşındaki genç oyuncu
    ilk sezonunu kaçırdığı bu kritik şutlarla kapadı.
    ALL-STAR MAÇLARI TARİHİNİN EN GENÇ OYUNCUSU
    Kobe, 1997 yazını ağırlık ve şut idmanları ile geçirdi. Ayrıca
    birkaç kilo aldı. 2. sezonun başında 17 Aralıkta Jordan’lı
    Chicago karşısında kariyerinin en başarılı oyunlarından birini
    çıkardı ve 33 sayı üretti. New York’taki All-Star
    maçında Batı takımında 19 yaşında ilk 5 başlayarak en
    küçük yaşta ilk 5 başlayan oyuncu oldu. Bununla da
    kalmayarak 18 sayı ve 6 ribaund ile takımının en yüksek
    rakamlarına ulaştı. İlk sezonundaki 15.5 olan oyunda kalma
    süresini, 2. sezonunda 26 dakikaya çıkaran Kobe, sayı
    ortalamasını da 15.4’e yükseltti. Artık 19 yaşındaki
    Kobe’yi tüm dünya tanıyordu.
    3. sezonunda Lakers’ın ilk 5’ine yerleşen Kobe, lokavt
    nedeni ile sadece 50 maç olarak gerçekleştirilen normal
    sezona fırtına gibi girdi. İlk 5 maçta üst üste
    double-double yaptı ve 21.0 sayı, 10.4 ribaund, 2.8 asist
    ortalamalarını tutturdu. Normal sezonda 50 maçın 11’inde
    takımının en skorer oyuncusu olan Kobe, 19.9 ortalama ile lig genelinde
    sayı krallığında 15. sırayı aldı. 21 Mart’taki Orlando
    maçında 33’ü ikinci yarıda olmak üzere 38 sayı
    ile kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Evet Kobe, 3. NBA
    sezonunda ligin en iyi 3. beşine seçiliyordu. Fakat takım
    içinde bazı huzursuzluklarda adı geçmeye başlamıştı.
    Playoff’larda ilk tur ilk maçında Houston karşısında son
    5.3 saniye kala 2 kritik faul atışında başarılı olarak
    101-100’lük galibiyeti getirdi. 4. ve son maçta da 24
    sayı ile sahanın en skorer oyuncusu oldu. Seride Lakers 3-1
    üstünlük sağlarken Kobe, 18.3 sayı, 7.3 ribaund, 5.8
    asist ortalamalarını tutturdu. Fakat 2. turda San Antonio karşısında
    21.3 sayı ortalaması 4-0’lık hezimet karşısında unutuldu.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:29 pm

    KOBE-SHAQ ATIŞMASI BAŞLIYOR
    2000 sezonunun başı ile Kobe, maçlarda gerektiği kadar top
    alamadığından ve tüm topları Shaq’ın harcadığından yakınmaya
    başladı. Aslında bunu 2001 sezonunda yapacağı gibi basının karşısında
    dobra dobra söylemiyordu ama bir çok konuşmasında bu konuya
    da üstü kapalı değiniyordu. Daha fazla top kullanabileceği
    daha fazla sorumluluk alabileceği bir takımda oynamak istediğine dair
    ilk sözleri de bu dönemde ortaya çıktı. Basketbolda
    “ben” diye bir şey olmamasına rağmen Kobe, Lakers’ın
    başarılarında kendisinin en büyük etken olduğu teorisine
    inanıyordu. O’na göre başarısı da bunun kanıtıydı.
    Bencilliğiyle beraber koroya ve şefe (Phil Jackson) güvenmiyordu.
    Takımla hiç uyumlu olmuyordu. Yolculuklar sırasında herkes
    birbirleri ile geçen maçların tartışmalarını, gelişen
    olayları konuşuyor ama Kobe bunların hiç birine katılmıyordu. O
    kendini onlardan uzak tutuyordu. Bu düşüncelerini
    konuşmalarına ve oyununa da yansıtınca biranda ligin sevilmeyenleri
    arasına dahil oldu.
    Bir de NBA’de yer alan bir çok oyuncunun aksine rahat bir
    çocukluk geçirmesinden dolayı bazı oyunculardan tepki
    görmeye başlamıştı. Seyircilerde, her zaman zorluk çeken ve
    ezilen kesimin yanında olduğundan yavaş yavaş ona karşı olan olumlu
    izlenimde ortadan kalkmıştı. Fakat ortadan kalkmayan bir gerçek
    onun gün geçtikçe yükselen performansı idi. Bir
    çok maçta son saniyelerde galibiyeti getiren sayılara
    imza atarken, geriye doğru zıplayarak attığı fake-away şutlarla
    çok can yakmaya başlamıştı. Oda aynı Jordan gibi tüm zorlu
    savunmalara karşı kolay sayı üretebiliyor ve maç
    içine sazı eline aldığında ard arda sayılar bularak
    Lakers’a kritik maçlar kazandırıyordu. Tabi yıldız
    olabilmek için sadece hücuma yönelik bir oyuncu olmak
    büyük eksiklikti. Bunun bilincine varan Kobe, ligdeki bu 4.
    sezonunda savunması ile de kendini gösterdi. Sezonun en iyi
    savunma beşine seçilirken, ligin en iyi 2. beşinin de elemanı
    oluyordu. 10/16 Nisan tarihleri arasında 29.7 sayı, 7.0 asist, 6.0
    ribaund ortalamaları ile haftanın oyuncusu seçilen Kobe, 12
    Mart’ta da Sacramento karşısında 40 sayı ile kariyer rekorunu
    kırdı. Fakat tüm bu başarıların yanında sağ elinden sakatlanan
    genç oyuncu 16 maç kaçırdı.
    Sezonu 22.5 sayı (lig 12.si), 6.3 ribaund ve 4.8 asist ortalamaları ile
    tamamlayan Kobe, playoff’larda da çok başarılı
    maçlar çıkardı. İlk turda Sacramento karşısında 2. ve 4.
    maçlarda 32, 3. maçta 35 sayı attı. Batı finalinde
    Portland karşısında 5. maçta 33 sayı üretirken 6.
    maçta 25 sayı, 11 ribaund, 7 asist, 4 blok ile tüm bu
    kategorilerde sahanın en iyisi olarak Lakers’ı 9 yıl sonra NBA
    Finaline taşıdı. Final serisinde rakip Indiana’ydı ve ilk
    maçta 104-87’lik farklı skorda Kobe’nin 14 sayılık
    bir katkısı oldu. Ama 2. maçın 9. dakikasında sakatlandı ve bir
    daha oyuna dönemedi. 3. maçta da yer alamayan Kobe,
    deplasmandaki 4. maçta 8’i uzatma bölümünde
    28 sayı üretirken, 36 sayı, 21 ribaund ile oynayan O’Neal
    ile birlikte bu kritik maçın kazanılmasında (120-118)
    başroldeydi. Fakat 4. maçta uzatma bölümünde
    bulduğu 8 sayıyı, 5. maçta 20/4 şut yüzdesi ile tüm
    maç boyunca atabilince seri 6. maça uzadı.
    6. maçın son periyoduna Lakers 85-79 geride girdi.
    4’ü son 13 saniyede olmak üzere bu son periyotta 8 sayı
    üreten Kobe maçı da 26 sayı, 10 ribaund ve 4 asist ile
    tamamlayarak kariyerindeki ilk NBA şampiyonluğuna 22 yaşında ulaştı.
    Bir çok NBA yıldızının tüm kariyerini bu uğurda harcadığını
    ve bu yüzüğe sahip olamadan kariyerini noktaladığını
    düşündükçe benliği ve egosu daha da
    büyüdü.
    ARTAN GERİLİME RAĞMEN GELEN 2. ŞAMPİYONLUK
    2001 sezonu ile Kobe ile Shaq arasındaki gerginlik giderek arttı. Kobe,
    basına Shaq ile maç içinde top bölüşmekten
    bıktığını maç boyunca topların ona indirilmesinden sıkıldığını
    söylüyordu. Shaq’ta daha fazla sessiz kalamadı ve
    Kobe’nin elinde olsa maç boyunca tüm topları
    kullanacağını, onun maçı kazanmak gibi bir düşüncesi
    olmadığını tek amacının sayı ortalamasını yükselterek herkesten
    üstün olduğunu göstermeye çalışan, egosu altında
    ezilen ve sevilmeyen zengin bir züppe olduğunu söyledi.
    Tüm bu atışmalar sezon boyunca devam etti. Ama bu tartışmaların
    yanında, Aralık’ta 16 maçta 32.3 sayı ortalaması ile ayın
    oyuncusu seçildi. Sezon boyunca 24 defa 30, 6 defa 40 sayı
    barajını geçti. 2 kere triple-double, 8 kere double-double
    gerçekleştirdi. 6 Aralıkta Golden State maçında 51 sayı
    ile kariyer rekorunu kırdı. 8-18 Kasım tarihleri arasında oynanan 5
    maçta ard arda 30 sayı barajını geçerken, 68 maçta
    28.5 ortalama ile sayı krallığında lig genelinde 4. sırayı aldı. Sol
    eli ve sağ ayak bileği sakatlıkları sebebi ile 14 maçta
    oynamazken, 20 Aralıktaki Clippers maçında 2 teknik faulden
    dolayı ilk defa oyundan atıldı.
    Playoff’larda fırtına gibi esen Lakers takımı NBA Finaline kadar
    Portland, Sacramento ve San Antonio engellerini yenilgisiz
    geçti. Kobe özellikle Batı Finalinde San Antonio karşısında
    çok başarılı maçlar çıkardı. İlk maçta
    35/19 şut yüzdesi ile 45 sayı atarak kariyer Playoff rekorunu
    kırarken, seriyi de 4 maçta 33.3 sayı, 7.0 ribaund ve 7.0 asist
    ortalamaları ile tamamladı.
    NBA Finalinde yeni rakip Philadelphia’ydi ve herkes
    Lakers’dan yenilgisiz bir süpürme daha bekliyordu. 11
    playoff maçını ard arda kazanarak bir NBA rekorunu egale eden
    Lakers bir galibiyet daha aldığı taktirde rekoru geliştirecekti. Ama
    San Antonio serisinin yıldızı Kobe uzatmaya giden ilk maçta
    kendi seyircisinin önünde 52 dakika oyunda kalıp, 22/7 şut
    yüzdesi ile sadece 15 sayı üretebilirken, 6 da top kaybı
    yapınca Shaq’ın 44 sayı, 20 ribaund’luk performansına
    rağmen gülen taraf 107-101’lik skorla Sixers oldu. Ligin bir
    başka genç süper starı Iverson ilk raundu kazanan taraf
    olmuştu. Bu şok yenilginin ardından 2. maçta 31, 3. maçta
    32 sayı ile oynayan Kobe seride durumu 2-1’e getirdi. 4.
    maçta düşük şut yüzdesine rağmen 19 sayı, 10
    ribaund ve 9 asistlik performansının ardından, 5. maçta 26 sayı,
    12 ribaund ve 6 asist ile oynayarak ilk maçtaki düşük
    performansını unutturuyor ve ard arda 2. defa şampiyonluk kupasını
    kaldırıyordu. Ama seride yine MVP ödülünü alan Shaq
    olmuştu.
    Ölü sezonda herkes Shaq ve Kobe ikilisinin arasındaki soğuk
    savaşın büyüyeceğini ve belki de bu 2 oyuncudan birinin
    takımdan ayrılacağını düşünüyordu. Ama böyle
    olmadı. Bu 2 oyuncuda rota değiştirerek birbirlerini öven ve
    yücelten demeçler vermeye başladı. Buna en çok
    sevinen coach Jackson oldu. Çünkü yeni sezonda bu
    süper ikilinin çok iyi anlaşmaları Lakers’a yeni
    rekorlar getirebilirdi. Yaz boyunca Shaq, yeni sezonda Kobe’nin
    MVP ödülüne ulaşacağını umduğunu söylerken,
    Kobe’de Shaq’ın vazgeçilemez ve durdurulamaz bir
    oyuncu olduğunu söylüyordu. Ve hatta bir makinenin dişlileri
    gibi olduklarını ikisinin de görevlerinin farklı olduğunu ve
    kazanmak için ne gerekiyorsa onu yapacaklarını
    söylüyordu.
    Bu olumlu gelişmeler sezonun ilk ayında kendini gösterdi ve Lakers
    17 maçta 16 galibiyet alarak zirveye oturdu. Fakat daha sonra
    istikrarsız ve isteksiz oyun Lakers’ın bu süper başlangıcını
    gölgeledi ve ard arda alınan yenilgilerle ekip 3. Sıraya kadar
    düştü. Kobe’de ligdeki ilk 5 yılında olmadığı kadar
    sinirli, saldırgan bir yapıya bürünmüştü. Hem takım
    arkadaşları ile hem de rakiplerle tartışıyordu. Shaq’ta kendine
    yapılan sert faullere yumrukları ile karşılık verince Lakers başarılı
    takım sıfatından olaylar takımı unvanını aldı.
    NAZİK ÇOCUKTAN SALDIRGAN ADAMA GEÇİŞ
    Artık aralarından su sızmayan ikiliden Shaq’ın Bryant’a
    yaptığı bir muzurluktan bahsederek Kobe’nin tüm bu
    başarılara rağmen son dönemlerdeki davranışlarındaki saldırgan
    tavrı ve neden fazla sevilmediğini anlamaya çalışalım.
    Mart ayının ilk günlerinde Shaq, soyunma odasında pakete sarılmış
    bir şeyi Kobe’nin anı olarak imzalamasını isteyerek ona verdi.
    Bryant paketi açınca aslında 5 gün evvel meşhur olan
    kapışmasını yaptığı Indiana guard’ı Reggie Miller’ın
    Bobble-Head bebeğini buldu. (Bobble-Head bebekler şu anda
    Amerika’da çok moda olan ve ufak temaslarda bile deli gibi
    sallanan büyük kafaları olan oyuncaklar) O anda kahkahalara
    boğularak “Hey, bunun yüzünde çizikler var ve
    hatta bir kaç tane ezik bile var” dedi.
    Aslında son zamanlarda Bryant’ın davranış şekline bakarak eğer
    oyuncağı parçalayıp kafasını bir sağ hook atışla fırlatsa
    şaşırmamak gerekirdi. Belki hala espri yeteneğini korumasına rağmen
    Kobe’de yeni beliren saldırgan davranışlar ortaya çıktı.
    Bu sadece hakemlere aşırı derecede sıklıkla laf atması, sezonun daha
    ilk ayında geçen sezonun tümünde aldığından çok
    teknik faul alması, takım otobüsünde power forvet Samaki
    Walker’ın söylediği küçük bir şey nedeni
    ile ikisinin yumruk yumruğa kavga etmesi ve ardından Miller’la
    ikisinin iki maç ceza almasına neden olan kavga değil. Aynı
    zamanda saha dışında da daha sinirli davranışlarda bulunuyor. Eskiden
    karşısına çıktığında her bakımdan üstün bir profil
    çizmeye dikkat ettiği medya karşısında bile daha ahlaksız
    konuşuyor. Konuşmalarını eskiden kullanmayacağı şekilde şiddet
    referansları ile süslüyor, ne kadar rekabetçi bir
    oyuncu olduğunu belirtirken “Senin kalbini sökmek
    istiyorum” diyor ve tahminen biri kendisi olmak üzere diğeri
    de Jordan’ı ima ederek ”Ligdeki sadece iki katilden biri
    olduğunu” deklare ediyor. Dostu, düşmanı, taraftarı, herkes
    ondaki değişimi fark etti ve hepsi aynı şeyi merak ediyor:
    Kobe’nin nesi var?
    Bryant, hiçbir problemi olmadığı konusunda ısrar ediyor ve
    kavgalarına rağmen, performansı onu kurtarıyor. Mart ayı sonunda 25.3
    sayı, 5.5 asist ve 5.6 ribaund ortalamaları ile Lakers’a Batıda
    en iyi üçüncü konumu kazandıran 50-21’lik
    duruma gelinmesinde Shaq ile birlikte başrollerde. Coach Phil Jackson,
    Bryant’ı daha çok duygusal olan bir lider olması
    için uyarmıştı ama bu kadar da duygusal değil. ”Onda başka
    dereceye yönlenmesini istedim, agresif olmasını istiyoruz
    düşmanlık yapıp kavga çıkartmasını değil” diyor
    Jackson. Yeni “Huysuz” Kobe huysuzluğunu azaltmak isterken
    bile kendisini belli ediyor. ”Bence herkes aşırı analiz yapıyor,
    Medya durmadan bu Miller olayı üstünde konuşmaya devam ediyor
    sanki biz kahrolası Mike Tyson ve Evander Holyfield‘ız. Bu
    çok saçma! Alt tarafı biraz boğuştuk herifin kulağını
    ısırıp koparmadım” diyor.
    Peki Kobe’nin bu saldırgan tutumunun altında bir çok NBA
    oyuncusundan ayıran imtiyazlı geçmişi söz konusu olabilir
    mi? Çocukluğunun bir kısmını babası Joe’nun basketbol
    oynadığı italya’da geri kalanını da Philadelphia‘nın ferah
    Lower Merion semtinde geçirmiş olması şatafata düşkün
    ve seçkin çevresi olan yılları geçmişinde
    taşıması, kendisine göre çok daha az avantajla
    büyümüş diğer NBA oyuncularının ona karşı olan
    saygılarını kazanmasını zorlaştıran bir geçmiş. Kobe lige bir
    sokak kredisi olmadan girdi ve sevilmemesindeki en büyük
    neden belki de bu!. Şu anki patırtılı kavgaları, yeni modası olan
    soyunma odasında rap çığırarak yürümesi bu saygıyı
    kazanmak için bir çaba olabilir.
    Rick Fox: “Eğer NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda
    ya daha güçlü olursunuz ya da artık etrafta
    olmazsınız!.”
    Bryant’ın bir zor durumu da, onun halk tarafından sevilmesine
    neden olan bazı özelliklerinin takım arkadaşları tarafından hanım
    evladı olarak algılanmasına neden olabilmesi. Sevgi dolu, duyarlı,
    çocuksu olmanın Kobe’yi ürün oyuncusuna
    dönüştürmek isteyen firmalar için bir sakıncası
    yok ama NBA’de hayatta kalabilmek için sınırlarınızı
    zorlamanız gerekli. ”6 yıl evvel lige girdiği ilk andan itibaren,
    Bryant‘a olan saldırının temeli şu hem fiziksel hem de zihinsel
    olarak saldır. Eğer onun ruhuna işlerseniz ve maçı
    kişiselleştirmesine neden olursanız bundan uzak dursanız iyi
    olur” diyor ve ekliyor bir NBA gözlemcisi ”Oyuncular
    eskiden vücut temasına girip onu itip kakarlardı ama şimdi daha
    güçlü ve hakemler onu daha çok koruyorlar.
    Dolayısıyla bunu ancak konuşarak onun kafasına girip
    yapabilirsiniz.”
    Peki ya rakipleri onun konsantrasyonunu sarsmaya çalıştıkları
    zamanlarda ne söylüyorlar? 11 aylık karısı Vanessa hakkındaki
    yorumlara karşı hassas olduğunu herkes biliyor. Çift hakkında
    bir kaç TV ve radyo programına espri olmaktan çok daha
    fazlası var. Nişanlandıkları zaman Vanessa’nın Huntinton Beach
    Californiada Marina Lisesi son sınıf öğrencisiydi. Belki bu
    yüzden oldukça gizli olarak hareket ediyorlardı. Karısı
    maçlarda nadiren gözükür veya fotoğrafı
    çekilir, Kobe de halkın karşısında nadiren onu tartışır. Bu
    limitlerinin dışına ait bölge hakkında konuşmaya niyetlenen
    rakipleri karşısında Kobe’den boşalan öfkeyi hayal etmek
    güç olmasa gerek.
    “23 yaşındayken 18 ya da 20 yaşında olduğu aynı insan olması onun
    için pek mantıklı olmazdı, özellikle o yılları etrafta
    kolej çocuğu olmak yerine erkek olmakla geçirmiş
    biriyseniz” diyor takım arkadaşı Rick Fox ve ekliyor ”Eğer
    NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda ya daha
    güçlü olursunuz ya da artık etrafta olmazsınız.”

    Bryant’taki değişiklik ayrıca daha çok bilinçli bir
    seçim gibi gözüküyor. Uzun süreçte
    onun için ne kadar iyi işleyeceği ise pek berrak değil. Hem
    takım arkadaşları hem de kamuoyu onu zaten tatlı, duyarlı bir
    genç adam olarak tanıyorlar ve bu gruplardan hiçbiri onu
    kaçak numaralarla dövüşen sert bir adam olarak satın
    almayı arzulamaz. Kavga etmek acaba rakiplerinin ona zalimce
    davranmasını engelleyecek mi yoksa sadece onun sarsılabileceği ve
    onların bunu daha sık denemesi gerektiği konusunda ikna edici mi
    olacak? Bryant için tehlikeli olan şu an kendisini eğlenceli bir
    yetenekken karanlık mutsuz bir stara dönüştüren Ken
    Jefferey Jr’ın NBA versiyonuna dönüşme yolunda olması.
    Yüzündeki öfke Allen Iverson veya Gary Payton
    için işe yarayabilir ama Bryant doğal olarak nazik,
    kötü yapısı olmayan biri. Eğer gerçekten imajını
    yenilemeye kalkıyorsa çok geç olabilir.
    Çünkü Onu seven sayısı zaten pek fazla değil!...
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:29 pm

    MR. FUNDEMENTAL" TIM DUNCAN

    (Bu yazı pivot dergisinin 50.sayısında yayınlanmıştır)

    BASİT, SESSİZ, DERİNDEN VE ÖLDÜRÜCÜ: TIM DUNCAN

    Tim Duncan; Patrick Ewing, Hakeem O'lajuwon ve David Robinson gibi
    ustalardan sonra belki de pota altı hareketlerini en iyi bilen ve en
    etkili kullanan uzun. Onun en büyük silahı "bilgi" ve o bu
    oyunun aslında ne kadar basit olduğunun farkında. Bu yüzden
    gösterişe kaçmadan olabildiğince sade oynamaya ve
    basketbolun temel doğrularını sahaya yansıtmaya çalışıyor.
    Aslında insanlar çoğu zaman onun ne kadar etkili bir oyuncu
    olduğunu anlamakta zorlanıyor çünkü Tim Duncan, bazı
    oyuncular gibi yaptığı her smaçtan veya bloktan sonra hoplayıp
    zıplayıp çılgınlar gibi bağırmıyor, eşleştiği oyuncunun yanına
    giderek onu aşağılamaya kalkmıyor ya da her ribaund mücadelesinde
    çevresindeki oyuncuları gerekli gereksiz dirsek manyağı
    yapmıyor. Tim'in önem verdiği şey kazanmak ve bunu yaparken de ne
    kendisine olan ne de başkalarının ona karşı olan saygısını kaybetmek
    istiyor. Kuşkusuz yetenekleri onu NBA'in en etkili oyuncularından biri
    yapmakta. Ama bu sezon "Amiral" David Robinson'ın da basketbolu
    bırakmasıyla artık omuzlarında çok ağır bir yük taşımak
    zorunda kalacak: Liderlik!!..

    Mutluluk nedir?? Yüzyıllar boyunca birçok filozofun
    yanıtını bulmak için oldukça kafa patlattığı ama
    neredeyse hepsinin farklı cevapladığı bir sorudur. Mesela Aristoteles'e
    (Aman ha!! Sakın bizim iri cüsseli ve Çinlileri kızdırmakta
    oldukça maharetli dostumuz "Big Aristotle" Shaq'le
    karıştırmayın) göre mutluluk hayatın anlamıdır. Ünlü
    Alman filozofu, üstadımız Nietzsche de mutluluğun kaynağının
    insanın sahip olduğu güçle eşdeğer olduğunu ileri
    sürmüştür. Eğer siz NBA'de 25 sayı atıp 10 ribaund
    alacak veya 10 asist yapacak basketbol yeteneğine sahipseniz,
    güç ve gücün beraberinde getirdiği otorite ve
    para önünüze altın tepsiyle sunulmuş demektir. Bundan
    sonra, artık önemli olan sizin bu gücü nasıl
    kullanacağınızdır. Dilerseniz yüklü bir sözleşmeye imza
    atar, her şeyden önce kendi istatistiklerinizi ve
    istatistiklerinizin düşmesi halinde kaçırabileceğiniz bol
    sıfırlı sponsorluk anlaşmalarını düşünürsünüz
    ya da ne olursa olsun takımınızı ön planda tutarak önce
    galibiyet için mücadele eder ve takım arkadaşlarınızın
    gözünde karizmatik bir lider konumuna gelirsiniz. Karizma,
    eski Yunanca'da "tanrı vergisi" anlamında kullanılan bir kelimedir yani
    sosyoloji gurusu Max Weber'in de söylediği gibi liderlik doğuştan
    gelir. Michael Jordan, Magic Johnson, Larry Bird, Isiah Thomas, Clyde
    Drexler, Jason Kidd, Gary Payton, John Stockton, Kevin Garnett, Kobe
    Bryant gibi oyuncuların hepsi liderdir. Ama kendi aralarında da temel
    bir fark vardır. Kimi liderler Machiavelli'nin "İşler ahlaki yollardan
    yürüyorsa oh ne ala ama sıkıştığın zaman kazanmak için
    her türlü hile, düzenbazlık ve ahlaksızlığa
    başvurabilirsin." prensibiyle sahada Trash-Talk'ın suyunu
    çıkararak olayı iyice kişiselleştirip, isimlerinin
    büyüklüğünden etkilenen hakemlerin de ses
    çıkartmamasıyla dirsek veya yumruk atmak gibi pis yollara
    başvurabilir. Kimi liderler ise daha farklı bir metod takip ederek
    liderliklerini insanların kendilerine duyduğu saygıyla iyice
    pekiştirir. İşte Tim Duncan da taraflı tarafsız herkesin saygı duyduğu
    bir lider olmak yolunda çünkü Duncan, sahip olduğu
    gücün farkında ve bildiği bir şey var: "Büyük
    güç, beraberinde büyük sorumluluk gerektirir."
    Adalardan bir yar gelir bizlere...
    15. yüzyılın sonları, Kristof Kolomb en kestirme yoldan
    Hindistan'a varma sevdasına kapılarak çıktığı deniz seferinde
    kaza eseri yeni bir kıtaya ayak bastığını idrak etmek ile edememek
    arasında bocalamakta ve her gördüğü Amerikan yerlisini
    Hintli zannetmektedir. Bu sefer sırasında bir gün el değmemiş,
    cenneti andıran güzellikte bir adalar topluluğu keşfeder ve onlara
    Las Islas Virgenes adını verir. Yani Virgin Adaları... Avrupa
    devletleri kolonizasyon yarışına girince Virgin Adaları da 17.
    yüzyılda bu yarıştan nasibini alır ve Danimarka'nın
    kontrolüne girer. Sam Amca'mın bölgeye gelişi ise 1917 yılına
    rastlar. Amerika, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanların
    adaları ele geçirip denizaltı savaşı için üs olarak
    kullanabileceğinden çekindiği için 25 milyon $
    karşılığında adaları Danimarka'dan satın alır. Çoğumuzun
    bugüne kadar hiç duymadığı, Karaip Denizi'nde bulunan ve
    sadece 100.000 kişinin yaşadığı bu küçük adalar
    topluluğu son 25 yılda tüm dünyadaki haber ajansları
    tarafından sadece üç olayla anıldı. Büyük
    yıkımlara yol açan Hugo, Mariyln kasırgaları ile NBA'deki Tim
    Duncan fırtınası...
    Kasırgayla Değişen Hayat
    Timothy Thedore Duncan, 25 Nisan 1976'da Wiiliam ve Delysia Duncan
    çiftinin üçüncü çocuğu olarak
    St.Croix-Virgin adalarında dünyaya geldi. Tim, çocukluk
    yılları boyunca daha henüz 14 yaşındayken Seul Olimpiyatlarında
    yarışan ablası Tricia'yı kendisine örnek aldı ve ablasının
    başarılarına özenerek yüzmeye başladı. Hiç aksatmadan
    her gün en az 6 saat havuzda çalışan Tim, kısa zamanda 50
    ve 100 metre serbest stilde Virgin Adaları rekorlarını kırınca kendi
    yaş grubunun adından en çok bahsedilen
    yüzücülerinden biri haline geldi. Otoriteler Duncan'ın
    gelecekte Amerika çapında önemli bir 400 metre
    yüzücüsü olacağını düşünürken 1989
    yılında meydana gelen Hugo Kasırgası, tüm adayla beraber
    genç Duncan'ın hayatını da yerle bir etti. Kasırga Tim'in her
    gün çalıştığı adadaki tek olimpiyat havuzu da dahil olmak
    üzere bir çok binayı kullanılamaz hale getirince Tim, bir
    süre denizde çalışmaya devam etti. Ama korsan filmlerinden
    de rahatça hatırlayacağımız üzere Karaip Denizi'nde
    köpek balıkları cirit atmaktadır. Bu yüzden de en
    büyük korkusu olan köpekbalıkları nedeniyle yüzmeyi
    bıraktı. Yalnız Hugo kasırgasının Duncan'ın hayatı üzerindeki
    etkisi bu kadarla kalmaz. O dönemde Timothy'nin annesi
    göğüs kanseriyle mücadele etmekte ve hastalığının
    tedavisinde kemoterapi oldukça önem taşımaktadır. Ne var ki
    kasırga bir çok binanın yanı sıra adadaki tüm
    güç santrallerini de devre dışı bırakmıştır. Bu yüzden
    tedavisine devam edemeyen Delysia Duncan daha fazla dayanamaz ve 1990
    yılında amansız bir mücadeleye giriştiği kanser hastalığına yenik
    düşer.
    Arkabahçeden- Wake Forest'a: Kaderin Cilveleri
    Hayat, 14 yaşındaki genç Tim Duncan için adeta bir kabusa
    dönüşmüştü. Tim, adadaki havuzlar tamir edildikten
    sonra bile asla eskisi kadar ciddi bir şekilde yüzmedi
    çünkü yüzdüğü zaman annesi ve kasırga
    sonrası yaşananlar aklına gelmekteydi. Çoğumuz, herhangi bir
    nedenle, çok sevdiğimiz birisini ya da bir şeyi kaybettiğimiz
    zaman onu hatırlatan her şeyden bir süreliğine uzaklaşma ihtiyacı
    duyarız ve kendimizi tamamen yeni uğraşılara kanalize ederiz. O sırada
    kaderin bir cilvesi olarak Tim'in karşısına da basketbol çıktı.
    Duncan'ın ablalarından Cheryl, annesinin ölümünden sonra
    kocasını da ikna ederek ailesine destek olmak amacıyla Ohio'dan adaya
    geri dönmeye karar verdiğinde; yanında yüzmeyi bırakan
    küçük kardeşi Timothy'i oyalamak için
    küçük bir hediye getirir: Portatif bir basketbol
    potası... 14 yaşına kadar hiç basketbol oynamayan Tim, bir anda
    bu yeni "oyuncağını" çok sevdi. Vaktini sık sık arka
    bahçede eski NCAA Divison III oyuncusu ve hediyenin "fikir
    babası" olan eniştesi Rick Lowery ile bire bir maç yaparak
    geçirmeye başladı. Lowery, NCAA'de guard oynadığı için o
    zaman 1.80'lerde olan Tim'e guard hareketlerini nasıl yapması
    gerektiğini öğretmişti (şu an bile arka bahçede yaptığı bu
    temel top sürme ve pas verme antrenmanlarının Tim'in
    fundementalının gelişimindeki etkisini fark edebilirsiniz) Sürekli
    kısa oyuncu hareketlerini çalışan Duncan'ın boyu, St.Dunstan
    Episcopal lisesinden mezun olduğunda artık hiç de kısa oyuncu
    olarak oynamasına müsaade edecek cinsten değildi
    çünkü Tim, lise birinci sınıftan mezun olduğu yıla
    kadar yaklaşık 16-17 cm. uzamıştı.

    "Chris'ten çıktıkları bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla
    karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe
    akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir velet var. Neredeyse
    Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi
    Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in
    “evet” demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu."
    Dave Odom-Eski Wake Forest Coach'u

    Bildiğin Alonzo işte Yaw!!
    Basketbol; önceleri Tim'in hayatındaki bir boşluğu doldurmak ve
    keyif almak için başladığı bir hobiydi ama bu
    büyülü spor, hiç tahmin etmediği bir anda bir kez
    daha hayatının tümüyle değişmesine neden oldu. 1992 yılında
    NBA'deki bir grup çaylak oyuncu, NBA'i tanıtmak ve insanlara
    sevdirmek amacıyla Karaip adalarına ufak bir tura çıkmıştı. Ve
    gittikleri her yerde gençlerle küçük
    gösteri maçları düzenliyorlardı. Bu maçlardan
    birinde oynayan Duncan'ın Alonzo Mourning gibi bir dev karşısından
    ortaya koyduğu inanılmaz oyun, çaylaklar takımındaki (kısa bir
    NBA kariyerinden sonra, ülkemizde Mavi Jeans Ortaköy de dahil
    olmak üzere, Malaga, Aris, Le Mans ve Hapoel Tel Aviv gibi bir
    çok Avrupa takımının formasını giyen) Chris King'in
    oldukça ilgisini çekmişti. King eline geçen ilk
    fırsatta kendisinden Karaip'lerde ufak çapta bir scouting
    yapmasını rica eden Wake Forest'taki, eski antrenörü Dave
    Odom'u aradı ve Duncan'dan bahsetti. Odom bu ilginç olayı
    şöyle anlatıyor: "Chris'ten çıktığı bu tur sırasında
    yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini
    istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz
    bir veled var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an
    duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum.
    Chris'in evet demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu."
    Mourning'in ismini duyunca iştahı kabaran Odom ertesi gün
    asistanlarından bu çocukla ilgili her şeyi olabildiği kadar
    çabuk öğrenmelerini istedi. Ama Duncan'la ilgili duyumları
    alan tek coach Odom değildi. Georgetown ve Providence gibi takımlar da
    Duncan'ın peşine düşmüştü. Bu yüzden elini
    çabuk tutan Odom, asistanların Duncan'ın adresini ve telefon
    numarasını bulup kendisine getirmesinden bir iki gün sonra
    St.Croix'e giderek Tim Duncan'la görüşüp ondan söz
    aldı. Artık Duncan'ın hayatında yepyeni bir sayfa açılmıştı.

    "31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci
    bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister
    maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini
    izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez her
    defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." Dave
    Odom

    Duncan-Dream Team'e karşı
    Tim Duncan, ACC (Atlantic Coast Conference) liginin köklü ve
    kuvvetli takımlarından Wake Forest'ın formasını giydiği ilk maçı
    bir tek sayı bile atamadan tamamladı. Sonuçta Duncan, ne kadar
    yetenekli olursa olsun doğru düzgün bir basketbol salonunun
    bile olmadığı, basketbol kültürünün hiç
    gelişmediği küçük bir adadan gelmekteydi. Bu
    yüzden başta NCAA Division I seviyesinde mücadele etmeye
    alışmakta biraz zorlansa da kısa zamanda double-double'lık klasik
    performansını yakamaya başladı. Freshman sezonunda (1993-94) sahaya
    çıktığı 33 maçın 32'sinde kendisine ilk beşte yer bulan
    Duncan, ortalama olarak oyunda kaldığı 30.2 dakikada 9.8 sayı ve 9.6
    ribaundla oynadı. Bu arada takımı Wake Forest da NCAA turnuvasına
    katılma başarısını gösterdi ama Demon Deacons, daha ikinci turda
    güçlü Kansas'a yenilerek turnuvaya veda edecekti
    (69-5. Duncan, NCAA'deki ilk yılında kariyerinin geri kalanına kıyasla
    oldukça sönük bir sezon geçirse de İyi Niyet
    oyunlarına (Goodwill Games) katılacak Amerikan milli takımına
    seçildi. Amerikan Goodwill Games takımı formasıyla Dream Team
    II'ye karşı da mücadele eden Duncan, Shaq ve Mourning klasındaki
    uzunlar karşısında verdiği ilk ciddi sınavda 8 sayı ve 5 ribaundla
    oynayarak 18 yaşındaki bir oyuncu için gerçekten başarılı
    oldu.
    Tim, NCAA'deki ikinci yılında (sophomore season) oldukça
    büyük bir gelişim göstererek ortalamalarını 16.8
    sayı,12.5 ribaund'a yükseltti ve onun bu performansı sayesinde
    Wake Forest Demon Deacons, Duke ve North Carolina gibi
    güçlü takımlara rağmen ACC Turnuvası şampiyonluğuna
    ulaştı. NCAA turnuvasında ise, Sweet16'e kadar gelmesine rağmen o yıl
    Final Four'da mücadele edecek Oklohoma State'e 71-66 yenilerek bir
    kez daha evinin yolunu tutmak zorunda kaldı. Duncan sayı ve ribaund
    potansiyelinin yanında yaptığı inanılmaz bloklarla pota altını
    rakipleri için adeta bir cehenneme çevirmesinin
    semeresini NCAA yılın savunmacısı ödülüne ulaşarak da
    fazlasıyla aldı.
    Tim, NCAA'deki üçüncü (junior) yılında da
    kendisini geliştirmeye devam ederek sayı ortalamasını 19.1'e
    çıkardı. Basketbola geç başlamanın verdiği dezavantajı
    inanılmaz derecede disiplinli ve sıkı çalışarak kapatan Duncan,
    böylece NCAA'in neredeyse tartışmasız en iyi uzunu konumuna
    gelmişti. Coach Odom, Duncan'ın ortaya koyduğu performansı,
    çalışma disiplinini ve mücadeleci yapısını "31 yıllık
    antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu
    daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister
    maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini
    izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez; her
    defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi."
    sözleriyle oldukça iyi bir şekilde ifade etmekte.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:30 pm

    "Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu
    eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan
    daha önemlidir." Tim Duncan

    1995-96'da Tim takımını bir kez daha ACC Turnuvası'nda şampiyonluğa
    taşırken ACC'de yılın oyuncusu ve NCAA yılın savunmacısı
    ödüllerine de ulaşıyordu. Artık Tim, takımını NCAA
    turnuvasında da Final Four'a taşımaya kararlıydı ama bu kez de Wake
    Forest'ın karşısına -daha sonra şampiyon olacak- Kentucky
    çıkınca 20 sayılık mağlubiyetin tesellisi Elit Eight'e kadar
    yükselmekle sınırlı kalacaktı. 1996 yazında Tim bir kez daha milli
    takımlara çağrılarak Dream Team III yıldızlarına karşı kendisini
    deneme fırsatını yakaladı. Duncan bu kez pota altında Shaq, Hakeem
    Olajuwon ve "Amiral" David Robinson üçlüsüyle
    cebelleşirken sahadan 9 sayı ve 6 ribaundla ayrıldı. Artık Duncan'ın
    bir sene daha NCAA'de oynamasına gerek yoktu çünkü
    drafta katıldığı an birinci sıradan seçilmemesi draftın en
    büyük sürprizi olacaktı. Ama Duncan herkesi şaşırtan bir
    karar alarak üniversiteyi bitirip psikoloji diplomasını almaya
    karar verdi. Her ne kadar önceleri Drafta erken katılmamasının
    nedenini "Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim
    var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı
    şeyler paradan daha önemlidir." diye açıklasa da
    gerçekte Tim'i drafta katılmaktan alıkoyan şey, ölmeden
    önce annesine verdiği bir sözdü. Delysia Duncan'ın
    çocukları için en büyük hayali hepsini
    üniversite mezunu olarak görebilmekti. Bunu bilen
    üç kardeş de ne pahasına olursa olsun üniversite
    eğitimlerini tamamlamak için kendi kendilerine söz
    verdiler. Sözünü sonuna kadar tutan Duncan, kolejdeki
    son yılında 14.7 ribaund ortalamasını yakalayarak tüm NCAA
    Division I oyuncuları arasında zirveye kuruldu. Buna ilaveten 20.8 sayı
    ortalamasını da tutturunca NCAA'in en prestijli ödüllerinden
    ikisi olan Wooden ve Naismith'in sahibini belirlemek de seçim
    komiteleri için fazla zor olmadı. Duncan, Wake Forest'tan mezun
    olduğunda NCAA tarihinde hem 2000 sayı+1500 ribaund toplamını
    geçen on oyuncudan biri; hem de 1500 sayı, 1000 ribaund, 400
    blok ve 200 asiste ulaşan da ilk oyuncu unvanını kazanıyordu. Ayrıca
    yaptığı 431 blok onu ACC rekoruna taşıdı. (Bu kategoride NCAA genel
    sıralamasında ise şu an Golden State'te oynayan Adonel Foyle'nın hemen
    ardından ikinci sırada gelmekte.)
    Duncan'ı Kapmak
    98 Draftında Duncan'ın Utah'lı Keith Van Horn ile çekişmesi
    beklense de kimse Van Horn'un Duncan'ı geride bırakarak birinci sıradan
    seçileceğine inanmıyordu. (Tabii o zamanlar kimse 9.sırada
    seçilen Tracy McGrady'inin de 30 sayı ortalamasıyla oynayacak
    bir süper star olacağını da tahmin etmiyordu.) Sonuçta
    biraz kader biraz şans Tim Duncan piyangosu San Antonio Spurs'ün
    başına vurdu.
    Spurs, NBA'e katıldığı 1976-1977 sezonundan beri playoff'larda olmasa
    bile normal sezonlarda (regular season) NBA'in en başarılı
    takımlarından biridir. Öyle ki Spurs, 26 sezon boyunca sadece 6
    kez %50'lik galibiyet yüzdesinin altına indi. Talihin şu oyununa
    bakın ki 1995-96'da Spurs, sezonu 59 galibiyet elde ederek %72'lik bir
    yüzdeyle tamamlamıştı. 1996-97'de üst üste gelen
    sakatlıklarla takım en büyük iki yıldızı "Amiral" David
    Robinson ve Sean Elliott'ın yanında Chuck Person ve Charles Smith'ten
    de tüm sezon boyunca hemen hemen hiç faydalanılamayınca
    kaçınılmaz olarak Spurs ancak 20 galibiyet alabildi. Hoş bir
    yerden sonra NBA'in en kötü takımı olarak Lottary'de
    avantajlı konuma geçeceğiniz için yenilgiye pek ses
    çıkartmazsınız hatta yenilmek öncelikli hedefiniz haline
    bile gelebilir hele bir de işin ucunda Tim Duncan gibi bir yetenek
    varsa!!..
    İkiz Kuleler
    Amerikan basketbol medyası 1980'lerde Houston'ın iki dev pota altı
    oyuncusu Hakeem Olajuwon ve Ralph Sampson'a yakıştırmış olduğu ikiz
    kuleler lakabını o kadar çok beğenmişti ki yetenek ve sahada
    sergiledikleri performansla onlardan çok da aşağı kalmayan
    Duncan ve Robinson ikilisi bir araya geldiğinde bu lakabı bir kez daha
    kullanmakta tereddüt bile etmediler. Tabii Samuel Huntington'ın
    Medeniyetlerin çatışması tezinin popülerleştiği 11
    Eylül saldırılarından sonra kimse bu lakabı bir daha kullanmak
    istemedi ama Amiral ve Duncan her zaman için ikiz kuleler olarak
    hatırlanmaya devam edecek tıpkı Hakeem ve Sampson'ın da hatırlanacağı
    gibi. Duncan ve yaşlı kurt Robinson'ın ne kadar etkili ve uyumlu bir
    ikili olacağı beraber geçirdikleri ilk sezonda kendisini belli
    etti. 4 numaraya kaydırılan Duncan, daha efektif olduğu bu pozisyonda
    ligdeki hemen hemen tüm power forvetlerden daha uzun ve daha
    hareketli olduğundan her takım Duncan'ı savunmakta önemli zaaflar
    yaşadı. Duncan, bir çaylak için inanılmaz olarak
    adlandırabileceğimiz 21.1 sayı, 11.9 ribaund, 2.7 asist ve 2.51 blok
    ortalamalarını yakalayıp sezon boyunca her ay, “ayın rookie
    oyuncusu” olarak sezon sonunda “yılın en iyi
    çaylağı” ödülünü aldı hem de sezonun
    sonunda All-NBA takımına seçilerek, 1979-80 sezonunda Larry
    Bird'den bu yana çaylak sezonunda bu şerefe erişen ilk NBA
    oyuncusu oldu. Ayrıca Duncan 57 double-double'la bu kategoride de NBA
    lideriydi. Sonuçta San Antonio, o güne kadar bir NBA
    takımının sezon içinde gösterdiği en büyük
    yükselişi gerçekleştirerek önceki sezona kıyasla tam
    36 galibiyet daha fazla aldı. Sıra playoff'lara geldiğinde Spurs, ilk
    turda Suns'ı 3-1 ile kolay geçerken, ikinci turda
    karşılaştıkları Malone&Stockton biraderlerin liderliğindeki Utah
    Jazz, serinin ikinci maçında Duncan'ın da sakatlanması sonucu
    Spurs'u ezip geçti.(4-1) Ama bu sadece şampiyonluğun bir yıl
    için erteleneceği anlamına geliyordu.
    NBA tarihinde şampiyon olan ilk eski ABA takımı, Spurs…
    NBA ve oyuncular sendikası arasındaki sorunlar nedeniyle ligin
    oldukça geç başladığı 1998-99 sezonunda Duncan'ın 21.7
    sayı, 11.4 ribaund, 2.4 asist, 2.52 blok'luk performansı onu ikinci kez
    üst üste All-NBA yaparken defansif performansıyla da NBA
    All-defensive first team'e seçildi. Ayrıca 37 double-double'la
    bir kez daha bu kategoride zirvede yer aldı. Şampiyonlukla
    sonuçlanacak bu sezon aslında Spurs için o kadar da
    parlak başlamadı ama takıma deneyimli veteran Mario Elie'nin katılımı,
    böbreklerinden çok ciddi problemler yaşayan All-Star forvet
    Sean Eliott'ın inanılmaz fedakarlığı, Avery Johnson'ın zekası ve Tim
    Duncan'la David Robinson'ın mükemmel uyumu da eklenince 31-5'lik
    bir seri yakalayan San Antonio, Play-off'larda fırtına gibi eserek
    tarihindeki ilk şampiyonluğa ulaştı. Tim Duncan, New York Knicks
    karşısındaki final serisinde 27.4 sayı,14.0 ribaund ve 2.2 blok
    ortalamalarıyla takımını tarihindeki ilk NBA şampiyonluğuna ulaşmasında
    en önemli rolü oynayan oyuncuydu. Bu şampiyonluğun bir başka
    özelliği de Spurs, NBA'de şampiyon olan ilk eski ABA takımı
    olmasıydı.
    1999-00 sezonu ise Tim için oldukça iyi başlamasına
    rağmen başladığı gibi bitmedi. Sayı ortalamasını 23.2'ye, ribaund
    ortalamasını da 12.4'e çıkaran Tim Duncan, Cleaveland karşısında
    17 sayı, 17 ribaund ve 11 asistlik bir oyun ortaya koyunca 1994'te
    David Robinson'dan sonra triple-double yapan ilk Spurs oyuncusu
    oluyordu. Ayrıca All-Star maçındaki 24 sayısı ve 14 ribaundu
    sayesinde All-Star MVP ödülünü Shaq ile beraber
    paylaştı ve adet edindiği üzere bir kez daha All-NBA ve
    All-Defensive takımlarına seçildi. MVP oylamasını ise 5. sırada
    bitirdi. Ama ligin sonunda Sacramento karşısında sakatlanınca ligin
    geriye kalan birkaç maçını ve playoff'ları
    kaçırdı.
    2000-01 sezonunda San Antonio Spurs ligin en çok galibiyet elde
    eden takımı olurken (5 Tim Duncan da bir yıl önce Shaquille
    O'Neil'a kaptırdığı double-double krallığını geri alıyordu (66).
    Oynadığı 82 maçın 81'inde çift haneleri sayılara ulaşan
    Duncan, 52 kez 20'li, 10 kez de 30'lu sayıların üzerinde skor
    üretti ve her zamanki gibi adını All-NBA ve All-Defensive team'e
    yazdırdı. (22.2 sayı,12.2 ribaund, 3.0 asist ve 2.34 blok) Spurs'un son
    12 yılında çıktığı 11. playoff yolculuğunun ilk turunda Spurs,
    Minesota'yı 3-1, ikinci turda ise Dallas Mavericks'i 4-1 ile rahat
    geçerken tekrardan yeşeren şampiyonluk umutları LA Lakers
    önünde süpürülerek son buldu (4-0).
    2001-2002 sezonunda San Antonio'nun yine bir parlak normal sezon ve
    kötü biten playoff macerasına daha şahit olduk. Spurs, 58
    galibiyet 24 mağlubiyet alırken Duncan oyununu bir üst seviyeye
    çıkartmayı başararak 5.profesyonel sezonunda lig MVP'si
    ödülüne ulaştı. (25.5 sayı, 12.7 ribaund, 3.7 asist ve
    2.48 blok) 70 maçta Spurs'un skor yükünü
    çeken Duncan, 69 maçta da takımın en çok ribaund
    alan ismi oluyor ve bir kez daha kendisine All-NBA ve All-Defensive
    takımlarında yer buluyordu. Ayrıca Kareem Abdül-Jabbar, Patrick
    Ewing, Hakeem Olajuwon ve Shaquille O'Neil'dan sonra sayı, ribaund ve
    blok kategorilerin her birinde ilk beş sırada bulunan 5.NBA oyuncusu
    olarak ismini rekor kitaplarına yazdırırken bir sezonda 2000 sayı, 1000
    ribaund barajını geçen 14. NBA oyuncusu oluyordu. Tabi birde Bob
    Mc Adoo'dan sonra ilk kez double-double'larda 4 kez ligi zirvede
    tamamlayan forvet oyuncusu unvanını alıyordu. Playoff'ta ise San
    Antonio, Seattle Super Sonics karşısında oldukça zorlanırken
    çaylak Fransız guard, Tony Parker'ın inanılmaz oyunuyla turu
    geçmesini bildi. İkinci turda bir yıl önce elendikleri
    Lakers'la karşılaşan Spurs, bu kez de Lakers karşısında fazla bir
    varlık gösteremeyerek 4-1 elenmekten kurtulamadı. Bu arada Tim,
    kolejden beri beraber olduğu ve eskiden Wake Forest'ın da
    cheerleader'larından biri olan Amy ile dünya evine girdi.

    "Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza, zaten
    gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Charles Barkley

    San Antonio Spurs, bugünlerde önemli bir değişim süreci
    içinde. Şu anda şampiyon kadronun ilk beşinden geriye kalan
    sadece iki oyuncu bulunmakta.(Duncan&Robinson) Bu yüzden son
    iki sezonda Duncan takımdaki liderliği oldukça belirgin bir
    şekilde devraldı. Mesela geçtiğimiz yıl bir Minnesota
    maçında Kevin Garnett trash-talk'la Duncan'ı sindirmeye
    çalışınca Duncan, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde
    KG ye karşılık verdi ve olay her iki oyuncunun da diskalifiye
    edilmesiyle sonuçlandı. Bu konuda son günlerde dili iyice
    uzayıp önüne gelen oyuncuya sataşan ve en sonunda da
    mecburen, benim tabirime göre, bir eşek ile yaşayabileceği en
    ilginç tecrübeyi yaşayan Charles Barkley, şu yorumda
    bulunmuştu: "Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk
    yapmanıza zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Houston
    coach'u Rudy Tomjanovic ise Duncan'ın bu tür hilelerle
    durdurulamayacağını belirterek ekliyor: "Duncan kesinlikle durdurulması
    mümkün olmayan bir oyuncu sizin yapabileceğiz tek şey onun
    veya pas vereceği oyuncunun şutunu kaçırması için dua
    etmek olabilir." Duncan ise hayat ve basketbol felsefesini şu
    sözlerle açıklıyor: "Hiçbir zaman havalı
    gözükmeye çalışmadım. Böyle şeyler yapmaya
    çalıştığımda kendimi küçük
    düşürdüğümü düşünüyorum. Şu
    yaşıma kadar öğrendim ki eğer çok yüksekten
    uçup ayaklarınızı yere basmazsanız ya da durum
    kötüleştiğinde bunalıma girecek hale gelirseniz yine de
    kendinizi bir şekilde dengede tutmak zorundasınız. Ben bunu yapmaya,
    rahat olmaya çalışıyorum. Benim için son moda giyinmek
    önemli değil. Kıyafetimin rahat olması önemli. Olduğu kişiden
    başkası olmaya çalışmak veya bunun nasıl bir duygu olacağını
    denemek istemiyorum. Benim istediğim tek şey görevimi yapıp
    takımım için üretken bir oyuncu olmak. Bazı insanların
    benim için aşırı sakin veya tepkisiz demesi umurumda değil
    aslından bu tür sözleri kendim için bir iltifat olarak
    kabul ediyorum. David bana bir lider ve winner olmak konusunda
    çok şey öğretti. Ama aynı zamanda bunları yaparken gururumu
    ve onurumu korumam gerektiğini de öğrendim."
    Bu sezon Amiral Robinson'ın son sezonu, hatta belki free agent olacak
    Tim Duncan'ın da Spurs'teki son sezonu olabilir ama çoğu kişi
    gibi ben de Tim'in çok mutlu olduğu San Antonio'dan kolay kolay
    kopabileceğini sanmıyorum tıpkı Jason Kidd'in kendi yarattığı Nets
    fenomeninden kopamayacağını düşündüğüm gibi. Yine
    de kuşkusuz GM'ler bu yaz Payton, Stackhouse, Olowokandi, Kidd ve
    Duncan gibi serbest kalacak yıldız oyuncular için kıyasıya bir
    yarışa girişecekler. Artık kimlerin takım değiştireceğini ölü
    sezonda göreceğiz ama sezon sonunda değişmeyecek bir şey var ki, o
    da Tim Duncan’ın muazzam istatistikleri ile All-NBA ve
    All-Defensive takımlarında bir kez daha yer alacağı…
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:31 pm

    (Bu yazı pivot dergisinin 45.sayısında yayınlanmıştır.)

    “ONLY GOD CAN JUDGE ME”
    (BENİ SADECE TANRI YARGILAYABİLİR)

    KRALLARIN BEYNİ; MIKE BIBBY “DIME” # 10

    Yıl 1997, 14-15 yaşlarındayım. Odamın duvarlarının boydan boya NBA
    yıldızlarının posterleri ile kaplayarak annemi çıldırttığım, her
    yerde Fleer koleksiyon kartlarını fellik fellik aradığım yıllar. O
    sıralarda da Harun, Orhun ve Naumoski’yle yeşermiş basketbol
    sevgim giderek NBA’e kanalize olmakta. Ama bir gün evde
    televizyon seyrederken tuhaf bir basketbol maçına şahit
    oluyorum. Takımlardan biri sürekli koşuyor, pres yapıyor, fast
    break atıyor, üst üste gelen smaçlar ardından
    üçlük bombardımanları. NBA’de bile bu hızda
    basketbol görmediğim için duraklıyorum ve takımın point
    guardına içimden helal olsun buna can dayanmaz diye
    geçiriyorum ve takımın ismini merak ediyorum. Allah’tan
    spiker bir süre sonra isteğimi kırmayıp: “Arizona farkı 20
    sayıya çıkarttı” diyerek beni rahatlatıyor. Ama bu sefer
    de aklıma bu mükemmel oyun kurucunun kim olduğu takılıyor işte tam
    o sırada da yapılan bir faul imdadıma yetişiyor: Mike Bibby...

    KRALLARIN BEYNİ, JASON KIDD’İN VARİSİ Mİ?
    Basketbolda benim çok beğendiğim bir söz vardır: “Bir
    takım sahada oyun kurucusu kadar konuşur” Kimi yazarların bu
    tür sözleri fazlasıyla klişe ve klasik bulmalarına rağmen
    bence doğruluğu kesinlikle tartışılmayacak bir ifade.
    Çünkü iyi bir oyun kurucu gerçekten takımının
    çehresini bir anda değiştirebilir. Jason Kidd ve New Jersey Nets
    örneğinden yola çıkarsak yıllarca NBA’in vasat
    takımlarından biri olan Nets, Kidd’in gelişi ile beraber vites
    atlamak bir yana adeta turbolarını çalıştırarak NBA finaline
    kadar ulaştı. Triple-double canavarı sayın abimiz, sanırım siz de bana
    katılacaksınız ki, şu an NBA’in tartışmasız en önemli point
    guard’ı. Dallas’taki 3 J’li (Jason Kidd, Jim Jackson,
    Jamaal Mashburn) günlerden beri sürekli kendisini geliştiren
    Kidd, önce Suns’ta gerçek performansını
    gösterdi, sonra da New Jersey’de MVP adayı bir oyuncu
    olduğunu herkese kanıtladı. Maalesef takım arkadaşları onu
    Kobe&Shaq biraderler karşısında yalnız bırakınca 2002 NBA
    finallerinde şampiyonluğa ulaşan taraf, 4-0’la başını hiç
    ağrıtmadan Nets’i süpürüp geçen, Los
    Angeles Lakers oluyordu. Jason ve arkadaşları bu iş için yeterli
    olmasa da Kidd’e benzer ekolde basketbol oynayan genç bir
    oyuncu kurucu ve onun takımı konferans finalinde Lakers’ın canını
    bayağı sıktı: Mike Bibby ve Sacramento Kings!!

    BABA-OĞUL VE KUTSAL OYUN
    Evvel zaman içinde Henry Bibby adında bir oyuncu varmış. John
    Wooden’ın efsane UCLA’inin yıldız guard’ı olan bu
    çocuk, gün gelmiş NBA’e seçilmiş. 1973
    Şampiyonu New York Knicks’le geçirdiği çaylak
    sezonunda gel zaman git zaman bir maç sonrasında Virginia isimli
    Trinidad’lı güzel bir bayan görmüş ve
    görür görmez ona aşık olmuş. Henry ile Virginia
    çok geçmeden evlenmiş. Çiftin dört
    çocuğu olmuş. Hep beraber sıcak sevgi dolu evlerinde sonsuza
    kadar mutlu yaşamışlar. Gökten iki elma ve bir basketbol topu
    düşmüş. Evin küçük oğlu topu kapmış ve
    driplinge başlamış. Onu keşfeden scoutlar sayesinde de çocuk
    kapağı NBA’e atmış. Ne yazık ki bizim gerçek hikayemiz bu
    kadar pembe değil. Hatta biraz sonra bir baba ile oğlun
    düşebileceği en üzücü durumlardan birini
    okuyacaksınız.

    “Benim hayatımda bana babalık yapmamış birine yer yok ne kadar ünlü olursa olsun.” M.B

    Yoğun maç temposu ve takımların yaptığı takaslar
    yüzünden Henry Bibby de çoğu oyuncu gibi şehir şehir
    dolaşmak zorunda kalır. Bibby önce çaylak sezonunda
    Knicks’te şampiyonluk kazanır. (NBA kariyer ortalamaları 8.6 sayı
    ve 3. 4 asist) Oradan şu anın Utah’ı bir zamanların ise New
    Orleans’ı olan Jazz’e gider. Bir sonraki durak ise 2 kez
    NBA finali oynayacağı Philadelphia 76’ers dır. Ardından NBA, CBA
    dolaşır durur. Ta ki 1980’de ailesiyle beraber Arizona’ya
    yerleşene kadar. Bu tercihlerindeki en önemli etken
    Virginia’nın annesinin sağlık sebepleri dolayısıyla
    Arizona’da tedavi görmek zorunda olmasıdır. Oyunculuğu
    döneminde NCAA, NBA ve CBA şampiyonluğu yaşayan yegane isim olan
    Henry Bibby, Arizona’da öncelikle birkaç minikler
    ligi takımı çalıştırarak antrenörlüğe adım adar. Daha
    sonra ise kendisine Arizona State Üniversitesi’nde asistan
    coach olarak iş bulur. Skandallar eyaleti Arizona’da 1985 yılında
    meydana gelen ve takımı karıştıran bazı olaylardan sonra Bibby
    istifasını verir. Hatırlayacaksınız ki Arizona State, 1997 yılında da
    iki oyuncusunun kendi maçlarının skorları için 250.000
    $‘lık bahis oynadıkları yolunda ortaya atılan skandalla
    sarsılmıştı. Henry Bibby Arizona State’ten ayrıldıktan sonra
    kendisine genelde CBA takımlarında iş bulur. Sırasıyla Baltimore,
    Maryland, Savannah, Georgia, Tulsa, Oklohoma’da
    çalıştıktan sonra Venezuella’ya antrenörlük
    yapmak üzere gider. Bu sırada sizin de tahmin edebileceğiniz gibi
    karısı ile ilişkisi iyice bozulmuştur. Çocuklarını görmek
    için eve yaptığı ziyaretler de gittikçe azalır ve en
    sonunda yılda sadece ikiye ya da üçe düşer.

    “Beni elimden tutup antrenmanlara götüren ya da
    istemediğim halde ipe tırmanmam için beni zorlayan annemdi bir
    başkası değil!” M.B

    13 Mayıs 1978’de Bibby ailesinin üçüncü
    çocuğu olarak dünyaya gelen Michael (Mike), çocukluk
    ve ergenlik yıllarının büyük bir kısmını babasız
    geçirir. Doğum günlerinde, yılbaşlarında, şükran
    günlerinde yani bir çocuğun babasının yanında olmasını
    bekleyeceği çoğu zamanda Henry, çeşitli bahaneler
    dolayısıyla ortada yoktur. Dört kardeş de babalarından gelen
    kartlar, ufak hediyeler ve telefon konuşmaları ile kendilerini avutmak
    zorunda kalır. Kardeşler içinde belki de babasıyla ilişkisi en
    kötü olan ise Mike’tır. Kendisini, kardeşlerini ve
    annesini öylece bırakıp gittiği için babasına neredeyse
    nefrete dönüşen bir öfke duyar. Mike’ın gelişimi
    sırasında babasının yapması gereken vazifeleri bir noktaya kadar en
    büyük kardeşi Dane üstlenir. Zaten Mike oğlunun ismini
    de bu yüzden Michael Dane koyacaktır. Bu sırada
    küçük Mike, ağabeyleriyle arka bahçede
    oynayarak başladığı basketbolda bir anda eyaletin en çok gelecek
    vadeden yıldız adayı haline dönüşür. Özellikle
    Shadow Montain Lisesi’nde geçirdiği son sezonunda 34.0
    sayı ortalaması tutturup takımını da eyalet şampiyonluğuna ulaştırınca
    yıldızı iyice parlar. Lisede 3 kez Arizona Eyaleti yılın en iyi
    oyuncusu seçilmesini bir tarafa bırakırsak Mike, attığı 3002
    sayıyla da hala kırılamayan bir rekora sahip bulunmakta. Haliyle
    böylesine parlak bir performans sayesinde her yıl geleneksel
    olarak düzenlenen ve Amerika’nın en iyi lise oyuncularını
    bir araya getiren Mc Donald’s All American maçına davet
    edilir.
    Aslında Mike’ın ailesine baktığımızda basketbolun genlerine
    işlemiş olduğunu düşünmemek elde değil. Babasının kariyeri
    ortada, Amcası Jim de lisede başarılı bir oyuncuydu ama onun başarısını
    sadece genlere bağlamak da biraz yanlış olur. Çünkü
    annesi Virginia’nın da Mike’a öğrettiği ve onun
    liderlik yeteneklerinin gelişmesin de çok önemli yer tutan
    bir sözü vardır: “Her zaman önce zekana güven
    ve aklını kullan.”

    “Bir ara kontrol edemediğim tuhaf bir öfkeye sahiptim.
    Herkesle ama herkesle dalaşıyordum. Oyuncularla, coach’larla,
    rakip takımın bench’i ile tribündeki seyircilerle yani
    salondaki herkes bir şekilde benden nasibini alıyordu.” M.B.

    MİCHAEL TİTRE VE KENDİNE GEL!!
    Mike büyüdükçe babasına karşı olan öfkesi
    öylesine bilenmiştir ki artık babası evi aradığı zaman
    kardeşlerine evde yok dedirtir, babasının kendisine yazdığı
    hiçbir karta ya da mektuba cevap vermez.
    Bu öfkesini kontrol etmekte artık o kadar zorlanıyordur ki Bibby sahada bile agresif davranışlar sergiler:
    “Bir ara kontrol edemediğim tuhaf bir öfkeye sahiptim.
    Herkesle ama herkesle dalaşıyordum. Oyuncularla, coach’larla,
    rakip takımın bench’i ile tribündeki seyircilerle yani
    salondaki herkes bir şekilde benden nasibini alıyordu. Tabii ki biraz
    itiş kakış oldu ama hiçbir zaman kimseyle kavga etmedim. Sonra
    bir gün annem beni kenara çekti ve azarlamaya başladı:
    {Michael sen ne yaptığını zannediyorsun?? Sahada laf atmadığın adam
    yok!! Bundan sonra çeneni kapat ve adam gibi oyununu oyna!!}
    diye beni bir güzel fırçaladı o günden sonra da sahada
    Trash Talk hiç yapmadım.”
    Tam bu dönemlerde Henry Bibby Univesity Of Southern
    California’nın başına getirilir (USC). Oğlu Mike belki de
    kendisinden bile iyi bir point guard olmuştur. Bu yüzden Mike
    liseden mezun olduğu zaman Henry ona USC’den burs sağlayarak bir
    taşla iki kuş vurmak ister. Hem iyi bir oyun kurucuya sahip olacaktır
    hem de oğluyla ilişkilerini düzeltme fırsatı doğacaktır. Henry
    oğluyla konuşmaya gider, ona baba-oğul çok iyi bir ikili
    olabileceklerini ve bazı şeyleri düzeltebilecekleri söyler.
    Mike’ın Henry’e bir baba olarak saygı duymamasını saymazsak
    bile Henry Bibby coach olarak aşırı disiplinli olması ile
    ünlüdür. Kısa bir süre düşündükten
    sonra babasına kesin cevabını verir: “Teşekkür ederim ama
    olmaz!!” Mike, Arizona Üniversitesi’nden çok
    cazip bir burs teklifi almıştır. Bu sayede hem ailesinden
    uzaklaşmayacak hem de NCAA tarihinin en iyi 10 antrenöründen
    biri olan Lute Olson gibi deneyimli hem de point guard yetiştirmesi ile
    ünlü kurt bir hocayla beraber çalışarak kendisini
    geliştirebilecektir.

    BİBBY-BİBBY’E KARŞI
    Mike babasının teklifini reddedip Arizona’nın bursunu kabul
    etmekle sadece USC’yi iyi bir oyun kurucudan mahrum etmekle
    kalmamıştı, artık Mike ACC’den sonra en güçlü
    NCAA ligi olan Pac-10’de USC Trojans’ın ezeli rakiplerinden
    Arizona Wildcats formasıyla babasına karşı mücadele edecektir.
    Herkesin beklediği de gerçekleşir Mike, USC’ye karşı
    oynadığı maçlarda olayı bir gurur meselesine
    dönüştürerek sahada babasının canını en çok yakan
    oyunculardan biri olur. Arizona’nın USC deplasmanlarından birinde
    Mike, Offspring ve Greenday gibi grupların vatanı, Punk’ın
    başkenti Orange Country-California’dan gelen muhabirlerle yaptığı
    röportaj sırasında söyle der: “Biliyorsunuz annem babam
    gibi ünlü biri değil. Ama her defasında biri “Mike
    Bibby var ya, hani şu Henry Bibby’ni oğlu” dediğinde keşke
    insanlar: “Mike Bibby, Virginia Bibby’nin oğlu”
    deseler diye içimden geçiriyorum. Benim her maçımı
    hem de hiç kaçırmadan seyretmeye gelen annem. Benim şu an
    burada olmamın nedeni de annem. Babam değil!! Ben işte buyum artık
    değişemem.” Oğlunun bu söyledikleri kendisine iletilince
    Henry Bibby de şu cevabı verir: “Bana oğlumla ilgili soru
    sormayın, duyduğunuz her şey tek taraflı. Ailemizin kirli
    çamaşırlarını tüm medyanın karşısında ortaya dökecek
    değilim.” Herhalde bir baba-oğul ilişkisi ancak bu kadar
    “ayvayı” yiyebilir.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:32 pm

    Bir Lute Olson Klasiği: Çabuk hücum, baskılı sert savunma,
    rakip yarı sahayı geçerken rakibe kurulan tuzaklar ve ardından
    bolca gelen fast breakler…

    MAHŞERİN ATLILARI: MİLES SİMON&MİKE BİBBY
    NCAA’de bazı coach’lar freshman oyuncuları özellikle
    de oyun kurucu olarak oynuyorlarsa ilk yıllarında tecrübeli
    guard’ların arkasında bekletmeyi tercih ederler. Ama Lute Olson,
    Bibby’i ilk seyrettiği andan itibaren bu çocuğun
    potansiyelinin farkındaydı. Zaten kafasında planlayıp sahaya yansıtmak
    istediği oyun tarzında Bibby kilit bir noktadaydı. Bibby’i
    Kentucky’e getirtmeye çalışan zamanın Kentucky
    antrenörü Rick Pitino, Bibby’nin oyununu şu şekilde
    değerlendiriyor: “Bazı birinci sınıf oyuncuları kolejde ilk
    maçlarına çıktıklarında bile öyle oynarlar ki onlara
    çaylak ya da acemi demeye diliniz varmaz. İşte Mike da onlardan
    biri. Fevkalade bir oyuncu, sadece fiziksel olarak değil beyninde de bu
    oyunu çok iyi oynuyor. Fikrimi sorarsanız ben bir NBA yıldız
    adayı görüyorum. Onu mükemmel bir gelecek bekliyor. Beni
    çok etkiledi. Arizona böyle bir guard’a sahip olduğu
    için çok şanslı. Keşke Arizona yerine bizi tercih
    etseydi.” Mike hakikaten Pitino’yu haksız çıkartmadı
    ve çaylak sezonunda ortalığı toz duman etti. Özellikle
    Olson’ın istediği oyun tarzına tam olarak uyuyordu. Çabuk
    hücum, baskılı sert savunma, rakip yarı sahayı geçerken
    rakibe kurulan tuzaklar ve ardından bolca gelen fast breakler. Open
    Court hücum etmeyi çok iyi beceren guardlar ve ileri
    çabuk koşan uzunlar sayesinde Arizona, NCAA tarihinin en
    çok seyir zevki veren basketbollarından birini oynamaktaydı.
    Mahşerin atlıları: iki deli fişek, Miles Simon ve Mike Bibby, bu
    ikiliyi benchten mükemmel destekleyen ama sahada rakibinden
    çok batıl inançlara yenilen çaylak Jason Terry,
    (Şu an Atlanta’da oynayan bu abimizin öyle tuhaf
    ritüelleri var ki; mesela maçtan evvel rakip takımın
    şortuyla ısınmaya çıkar ya da uğurlu gelen marka
    çorapları olmadan şut atamayacağına inanır.)
    Galatasaray’dan da hatırlayacağımız atletik forvet Benneth
    Davison, süper skorer Michael Dickerson (Memphis Grizzlies) ve A.j
    Bramlet gibi fiziksel yetenekleri üst düzeyde, çabuk
    oyunculardan oluşan kadrosuyla Arizona 1996-97 sezonunda fırtına gibi
    esti. Önüne geleni deviren “Vahşi kediler”, Bibby
    ve Simon ikilisinin liderliğinde önce Elit Eight’te Paul
    Pierce ve Raef La Frentz’in Kansas’ını 85-82’lik
    skorla saf dışı ederek final-four’a kaldı. Bibby ve Simon
    ikilisinin sıradaki kurbanı Vince Carter ve Antawn Jamison olacaktı.
    Simon, North Carolina coach’u Dean Smith’e kendisine burs
    vermediği için öfkeliydi ve bu sayede intikamını da bir
    nevi almış oluyordu. Arizona takımı iki guardı üzerine kurduğu ve
    onlarla klasikleşen ön alanda baskı kur, top çal, fast
    break at tarzı oyunu ile Tar Heels’ı tam 17 top kaybına zorlar.
    A.j Bramlett içerde Vince ve çetesini blok manyağı
    yaparken Bibby, topu olabildiği kadar çabuk karşı tarafa
    geçirerek takımın top kayıpları yapmasını engellemekte, skor
    yükünü ise yine takımın muhteşem guard ikilisi Bibby ve
    Simon sürüklemekteydi. Zaten 1997 NCAA turnuvasında Arizona
    takımının skor gücüne baktığınız zaman takımın bulduğu
    sayıların büyük bir kısmını Bibby-Simon ikilisinin attığı
    görürsünüz. Bibby, North Carolina maçında
    potalara 20 sayı bırakırken aldığı 7 ribaund, 4 asist ve 3 top
    çalmayla galibiyette baş rolü üstlenen isim oluyordu.
    Kankası Simon da rakibi sayı bombardımanına tutarak istatistik kağıdına
    tam 24 sayı yazdırmıştı. Finaldeki rakip ise Rick Pitino’nun Ron
    Mercer’lı ve Nazr Muhammed’li Kentucky’siydi. İşte
    şimdi sıra Pitino’yu Bibby konusunda haklı çıkarmaya
    gelmişti. İnanılmaz tempoda oynanan maçta Arizona, bilinen
    oyununu daha da sertleştirirken final oynamanın stresiyle biraz da
    paniğe kapılıyordu. Sahalarından çabuk top çıkartalım
    derken yapılan hatalar kendi potalarına sayı olarak geri dönmesine
    rağmen Arizona da yaptığı savunma ve kaptığı toplarla rakibi aynı
    şekilde cezalandırmaktaydı. Olson ve Pitino’nun taktik savaşında
    maçın normal süresinde iki taraf da yenişememişti (74-74).
    Uzatmalarda ise gülen taraf Arizona olacaktı (84-79). Simon 30
    sayı atarak tamamladığı bu maçta, sahada yapması gereken her
    şeyi yaparak belki de kariyerinin en iyi performansını ortaya koyuyor
    ve haliyle de MVP ödülüne ulaşıyordu. Bibby ise 19 sayı
    bulmasının yanında 7 ribaund, 4 asist ve 3 top çalmalık
    performansıyla izleyenleri büyülemişti. Böylelikle Bibby
    turnuvada 18.0 sayı, 4.8 ribaund ve 3.3 asist ortalamalarına ulaşarak
    freshman bir oyuncunun takımına ne denli büyük bir katkı
    sağlayabileceğini gösteriyor ve sezon istatistikleriyle (13.5
    sayı, 5.2 asist ve 3.2 ribaund) de haklı olarak Pac-10 Freshman of the
    Year seçiliyordu. Bibby ve “Vahşi Kediler” 97-98
    sezonuna da hızlı girmesine rağmen, bu kez Elit Eight’le yetinmek
    zorunda kalacaktı. Bibby ise ortalamalarını daha da arttırarak (17.2
    sayı, 5.7 asist ve 3.0 ribaund) bu kez Wooden ödülüne
    gözünü dikmişti ama oylamada 3. olarak ancak Pac-10
    yılın oyuncusu ödülüyle avunacaktı.

    HAYALLERDEN GERÇEĞE
    Mike çevresinin de telkiniyle artık NCAA’de yapabileceği
    her şeyi gerçekleştirdiğine ve artık hazır olduğuna inanmaya
    başlamıştı. Annesine bu düşüncelerini açtıktan sonra
    annesi biraz duraksar ve bu kararı Olson’la beraber alması
    gerektiğini söyler. Çünkü oğlunun fazla aceleci
    davranacağından endişelidir. Olson genelde oyuncularının ve
    özellikle de oyun kurucularının erken profesyonel olmasına sıcak
    bakmaz ama Bibby gerçekten NBA’e hazırdır ve Olson
    dayanamayarak NBA Draftlarına katılması gerektiğini söyler.
    Olson’ın Arizona kariyerinde Brian Williams’tan sonra erken
    profesyonel olan ilk oyuncusunun Bibby olduğunu söylersem
    Olson’ın bu tutumunda ciddi olduğunu sanırım hepimiz
    görebiliriz. Üstelik Olson’ın geçtiğimiz yıl
    Jason Gardner’ı takımda tutmak için yaptıklarını da
    biliyoruz. Hatta kimi iddialara göre Olson’ın scoutlara para
    vermiş ve bu scout’lar yaz liginde oynayan Gardner’a
    bilinçli olarak ilk turda seçilemeyeceğini sızdırmıştır.
    Sonuçta Bibby biricik annesi Virginia ve Coach Olson’ın da
    katılacağı bir basın toplantısı düzenler. Öncelikle
    Olson’a üzerindeki emekleri için teşekkür
    ettikten sonra toplantının gerçek nedenini açıklar:
    “Çocukken iki rüyam vardı. Birincisi NCAA şampiyonu
    olmak. İkincisi ise NBA’de oynamak. İlkini gerçekleştirdim
    sanırım sıra artık ikincisine geldi.” Basın toplantının sonunda
    Lute Olson şöyle der: “Bu çocukla ilgili en
    çok özleyeceğim şey onunla saha dışındaki ilişkimiz olacak.
    O, olağanüstü bir genç. Ahlaki değerlere önem
    veriyor. NBA için gereken her şeye sahip üstelik herkesin
    tanıdığı biri olmasına rağmen hala arkadaşlarıyla Burger King’e
    gidip takılıyor. Şöhret bu çocuğu bozamaz. Onun gibi bir
    oyun kurucuyla iki yıl beraber çalışmış olmaktan dolayı gurur
    duyuyorum.”

    Scoutların da Mike hakkındaki raporları oldukça olumdur; Mesela
    Gregory Romeno’nun raporunda aynen şunlar yazmaktadır:
    “Gary Payton’dan sonra gördüğüm en iyi oyun
    kurucu. Olson ekolü guardlarından Damon Stoudemire’dan
    çok daha yetenekli. Kimse 20 sayı 10 asist ortalaması ile
    oynarsa şaşırmasın . Bence birkaç yıl içinde NBA’in
    tartışmasız en iyi oyun kurucusu olacak.”

    98 NBA DRAFT’I
    1998 Draft’ı gelip çattığında Mike’ın birinci ya da
    ikinci sıradan seçilmesine neredeyse kesin gözüyle
    bakılıyordu ki bunu gerçekleştirdiği takdirde bir zamanlar San
    Antonio’nun süper forveti -günümüzün ise
    maç anlatıcısı- Sean Elliot’tan (1989-3.sıra) sonra ilk 3
    sırada seçilen ilk Wildcat olacaktı. 1998 yılı gerçekten
    çılgın bir drafta şahit oluyordu . Bizim de Houston tarafından
    18.sırada seçilen Mirsad’la ilk Türk oyuncusunu
    NBA’e göndermenin sevincini yaşadığımız bu draftta, Vince
    Carter, Antawn Jamison, Dirk Nowitzki, Paul Pierce, Jason Williams gibi
    bir çok yıldız oyuncu seçilecekti. Bibby ise hayal
    kırıklığına uğrayacak ve seçilmeyi beklediği ilk sırayı Michael
    Olowokandi’ye kaptırarak ikinci sırada Vancouver Grizzlies
    tarafından seçiliyordu.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:32 pm

    MUHTEŞEM GUARD İKİLİSİNİN DİĞER FERDİ: MİLES SİMON
    Bu noktada biraz da Bibby’nin takım arkadaşı Miles
    Simon’dan bahsetmek istiyorum. Final Four MVP
    ödülüne rağmen Simon ancak 42. sırada Orlando tarafından
    seçilerek büyük bir düş kırıklığına uğrayacaktı.
    42 sırada draft olmak bir oyuncu için ilk turun başlarında
    seçilmek kadar avantajlı olmasa da unutmayalım ki Simon’ın
    bir sıra üstünde kendisine yer bulan oyuncunun ismi Cutino
    Mobley’dir!! Simon biraz da kendi hatalarının kurbanı oldu.
    Kendisine fiziksel olarak zayıf kaldığını kilo alması gerektiği
    söylendiğinde hangi süpersonik zekanın tavsiyesine uyduysa
    adamımız sabah-akşam Junk food yer. Hatta McDonalds’ta 10
    hamburger sipariş ettiğine dair espriler yapılmaktaydı. Doğal olarak ki
    arkadaşımız kas yerine yağ depolar ve bir de bunları eritmekle uğraşır.
    Kendisini seçen takım da onun bir başka şanssızlığıdır. Orlando,
    Anfernee “Penny” Hardaway’e sahipken tutup da Miles
    Simon’ı oynatmayacaktır. Toplam 5 maçlık NBA macerasında
    Simon ancak 2 sayı bulabilir ve çoğu haftayı da sakat olsun ya
    da olmasın injured list’de geçirir. Bibby ve Simon
    telefonda dertleştiklerinde Bibby, Vancouver’da sosyal hayatın
    olmamasından ve soğukta donduğundan yakınır. Florida’nın sıcak
    kumsallarında gezmek için bolca fırsatı olan Simon ise plaj ve
    kızlar dışında Orlando’da hiçbir şeyin beklediği gibi
    gelişmediğinden dert yanar. Simon’ın hikayesinin gerisi CBA ve
    Avrupa’da devam eder. Maccabi Ironi Raana’da tutunamaz.
    Oradan İtalya ikinci lig takımlarından Livorno Basket’e gider,
    oradan kısa bir Palacanesto Varese macerası ve tekrar CBA’e geri
    dönüş. Potansiyeli olan bir oyuncuyu bu halde görmek
    gerçekten üzücü.

    NBA’DEKİ İLK YILLAR: “GRİZZLİES MACERASI”
    Konumuza geri döndüğümüzde soğuk iklimi saymazsak
    Bibby, Grizzlies’teki halinden oldukça memnundur. Tabii ki
    o zamanlarda Grizzlies, Elvis’in şehri Memphis yerine
    Kanada’nın güzide ama soğuk şehri Vancouver’da
    bulunmakta. Burada Bibby için en olumlu durum çaylak bir
    oyuncunun isteyebileceğinden de fazla süre alacak olmasıdır. Tam
    bu sırada, özellikle Patrick Ewing sağolsun, profesyonel
    basketbolcular, salonların girişine “Bu iş yerinde grev
    vardır.” yazısı asarak halay çekmeye gider. Sezonun
    başlaması da geciktikçe gecikir. Ewing-Stern
    görüşmeleri tüm şiddetiyle devam ederken oyuncular da ne
    yapacaklarını bilememektedir. Bu sırada sezona hazır girmek isteyen
    Bibby’nin aklına bir fikir gelir ve idolü Jason Kidd’i
    arar. Jason’a sezona beraber hazırlanıp hazırlanamayacaklarını
    sorduğunda Mike kendisini çok mutlu eden bir cevapla karşılaşır.
    Sahada kendisine örnek aldığı oyuncuyla birlikte yeni sezona
    hazırlanacaktır. Bu çalışmalar Bibby için verimli
    geçer. Bu arada herhalde Pat, Jay Leno’nun kendisi
    hakkındaki esprilerinden sıkılmış olacak ki David Stern’le
    anlaşır. Bibby’nin kendisini NBA tanıtma zamanı gelmiştir. 13.2
    sayı ve 6.5 asist ortalamalarını tutturup sahada maç başına
    yaklaşık 35 dakika kaldığı başarılı çaylak sezonunun ardından
    Bibby Çaylak ilk beşine seçilir. Ayrıca yakaladığı 6.5
    asist ortalamasıyla çaylaklar arasında bu kategorinin lideri
    olmakla kalmaz ayrıca NBA’in de en iyi 15 ismi arasına girer.
    İkinci sezonunda ise hem şut isabet yüzdelerini hem de
    ortalamalarını yükseltir (14.4 sayı, 8.1 asist), Dallas’a
    karşı ustası Kidd’e özenerek 14 sayı, 11 asist ve 11
    ribaund’la kariyerinin ilk triple-double’ını yapar. Ayıca
    All-Star haftasonunda Schick Rookie Challenge’da forma giyer.
    Vancouver’daki son sezonunda ise istatistiklerini biraz daha
    düzeltir ve sayı ortalamasını 15.9’a, asist ortalamalarını
    da 8.4’e çıkartır.

    J-WİLL / BİBBY TAKASI; SACRAMENTO GÜNLERİ
    1998-99 sezonunda Vlade Divac, Chris Webber ve Jason Williams
    katılmadan evvel Kings şehrin tek profesyonel spor takımı olması
    nedeniyle müthiş seyirci desteğine sahip ama başarıdan yoksun bir
    takımdı. Mitch Richmond, Mahmoud Abdul Rauf, Billy Owens gibi oyuncular
    artık kariyerlerinin sonuna gelmişti. 98 yazında takımda yapılan
    operasyonla kadrosunu yenileyen Kings, o müthiş seyirci desteğini
    de arkasına alarak iddialı bir takım haline
    dönüşmüştü. Her ne kadar Kings maçları
    ülkemizde o zamanlarda sıkça yayınlanmasa da hepimiz
    jeneriklerdeki Webber’in smaçlarını ve Williams paslarını
    ezberlemiştik. Hele Williams’ın sanki bir sihirbaz edasıyla
    yaptığı hareketler çoğumuzun nefesini kesmişti. Ama
    özellikle Hidayet’in Sacramento tarafından draft’ta
    seçilmesi sonucu daha da sık izlediğimiz maçlar sonrası
    gördük ki J-Will aslında sadece iyi bir şovmendi. Maç
    boyunca sahada kafasına göre takılan, ara sıra jeneriklik, NBA
    action’lık birkaç pas vermesini saymazsak takımını iyi
    oynatmıyordu ve şutu çok zayıftı. Buna rağmen yaptığı bazı
    hareketlerin yenilir yutulur cinsten olmaması nedeniyle de taraftarın
    en çok sevdiği oyuncuların başında geliyordu. İşte tam bu sırada
    gelen Lakers hezimetinin ardından Kings, çok cesur bir karar
    alarak NBA tarihinin en önemli takaslarından birine imza attı.
    Jason Williams koluna Nick Anderson’ı takarak Memphis yollarına
    düşerken karşılığında Kings, Mike Bibby ve Brent Price’ı
    kadrosuna kattı. Duygusal davranılmadığı zaman çoğu otoritenin
    bu takasla ilgili görüşleri benzerdir: Kings çok iyi
    bir iş yapmıştır çünkü Williams sadece
    spektaküler bir oyuncuydu ama Bibby sonuca giden sade bir
    basketbol oynuyordu. Ve otoriteler bu sezon haklı çıktılar.
    Kings bu takastan çok karlı çıktı ve 60 galibiyet
    barajına ulaştı. Ben J-Will‘e sempati duymama rağmen yaptığı bir
    iki hareketle tüm maçı geçiştirmesine
    sinirlenenlerdenim sonuçta bu “Nike Free Style”
    yarışması değil. Skora etki etmediği sürece ne yaparsa yapsın
    fazla bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Üstelik
    Bibby her yıl kendisini geliştirirken. Williams ise gerilemekteydi. %30
    gibi kötü bir 3 sayılık atış yüzdesine sahip olmasına
    rağmen NBA’in en fazla üçlük kullanan
    oyuncularının başında geliyordu. Bu arada orta mesafe şutları azalmış
    ve asist ortalaması ise 7.3’ten 5.4’e, sayı ortalaması ise
    12.3’ten 9.4’e gerilemişti. Bu takas aslında Williams
    için de yararlı oldu çünkü genç ve deli
    dolu Grizzlies siteminde kendini toparlamış bir Jason Williams
    çok büyük işler yapabilir. Bu yıl özellikle
    beklenen karşılaşmalardan biri de Kings-Grizzlies maçıydı.
    Herkes Bibby/Williams düellosundan kimin galip çıkacağını
    merak ediyordu. Maçı kendi evinde Grizzlies kazanırken bizim
    guard’ların savaşının beraberlikle sonuçlandığını
    rahatça söyleyebiliriz. Bibby maçı 20 sayı, 11
    asist, 6 ribaund ve 1 top çalma ile tamamlarken J-Will ise 19
    sayı, 13 asist, 3 ribaund ve 4 top çalma
    gerçekleştiriyordu. Bibby’nin bu seneki performansına
    göz attığımızda top kayıplarını inanılmaz derecede azalttığını
    görüyoruz. Hele playofflara gelindiğinde Bibby’e ayrı
    bir paragraf açmak zorundayız. Mike birinci turda John
    Stockton’ı sahaya gömerken (Eğer Jazz yönetimi bu adamı
    birkaç sene daha oynatırsa gerçekten Stockton’ı
    sahaya gömmek zorunda kalabilirler.) 21.8 sayı ortalaması
    yakaladığı ikinci turda NBA’in bir başka üst düzey oyun
    kurucusu olan Steve Nash’i sahadan siliyordu. Lakers’a
    karşı ise Kobe’den sürekli yumruk, dirsek, omuz yemesine
    rağmen 22.7 sayı ortalaması ile oynadı.

    Bibby artık bir NBA yıldızı, kendi ailesini kurdu ve babasıyla da yavaş
    yavaş arasını düzeltiyormuş. Geçen ay Sacramento ile 7
    yıllığına 80 milyon $’lık bir anlaşma imzalayan Bibby her şeyiyle
    medyatik bir şahıs ama kendi özel hayatına müdahale eden
    herkes için koluna yaptırdığı çok anlamlı bir dövme
    var! Reggie Miller düşmanı Knicks’li yönetmen Spike
    Lee’nin filmlerindeki kötü adam olan ve birkaç
    yıl evvel şaibeli bir cinayete kurban giden ünlü rap
    şarkıcısı Tupac’in bir şarkısından alınıp Bibby’nin koluna
    kazıdığı sözler aynen şöyle: “Only God Can Judge
    Me”: Beni sadece Tanrı yargılayabilir
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:33 pm

    NBA YENİ SÜPERSTARINI YARATIYOR; LEBRON JAMES
    (Bu yazı pivot dergisinin 52.sayısında yayınlanmıştır.)

    Şu anda Amerika’da NBA Playoff’larının heyecanı yaşanıyor
    yaşanmasına ama çok değil sadece bir ay sonra, playofflarda
    Konferans finalistlerinin veya şampiyonlarının belirleneceği
    maçlar oynanırken, 22 Mayıs’da draft lottery’si
    çekilip, 26 Hazirandaki 2003 NBA Draftında ilk sıradan
    seçim yapacak takım belirlendiğinde, gündeme oturacak tek
    konu, seneye bu şanslı takımın kadrosuna katacağı 18 yaşındaki LeBron
    James olacak.

    NBA aslında sadece bir basketbol ligi değil. Müthiş pazarlama
    stratejileri ile milyarlarca doların aktığı, bir çok iş sahası
    yaratan, inanılmaz büyüklükte, muazzam bir pazar. Yani,
    sadece 3-4 takımın şampiyonluk mücadelesi verdiği, 20-25 oyuncu
    üzerinde dönen sıradan bir lig değil NBA. Ligde yer alan
    çok oyuncunun kullandığı ayakkabıdan formaya, banttan bilekliğe
    kadar basketbol severlere parlak spotlar altında yeni alışveriş ve
    tüketim sahası yaratan, büyük bir pazarlama şirketi
    aslında. Ve bu şirket üzerindeki ilgiyi kaybetmemek, yayılma ve
    pazarlama alanını daha da genişletmek için, eski yıldızların
    süresi dolduğunda yenilerini ortaya çıkartmak adına
    büyük çalışmalar da yapmakta. (Magic Johnson, Michael
    Jordan, Kobe Bryant gibi oyuncuların tüm dünyaca tanınması,
    Yao Ming’i lige dahil edilerek Çin pazarına Amerikan
    ürünlerinin sokulması gibi.)

    Dr.J ve Kareem Abdul-Jabbar’la başlayan bu pazarlama ve
    gençlerin gözünde yeni starlar, örnek alınacak
    fenomenler yaratma projesinin ürünleri daha sonra Magic
    Johnson ve Larry Bird olmuştu. Bu iki yıldız yaşlanınca ise yerlerini
    Michael Jordan, Charles Barkley, Dennis Rodman gibi oyuncular aldı.
    Daha sonra Grant Hill’i piyasaya süren ama sakatlıklardan
    dolayı istediği verimi alamayınca tekrar Jordan’a dönen bu
    şirket şimdi ise Kobe, Iverson, Garnett, T-Mac gibi oyuncularla
    gündem oluşturmakta. Kobe, Iverson, T-Mac gibi
    günümüzün yıldızlarının yerini ise gelecek 3-5 yıl
    içindeki Carmelo Anthony ve LeBron James alacak.

    26 yıldır düzenlenen ülkenin lise son sınıf oyuncularını
    içeren en prestijli organizasyonu olan McDonald’s
    All-America maçı 26 Mart’ta Cleveland’da yapıldı. 2
    gün evvel yapılan Slam Dunk şampiyonasında birincilik
    ödülünü alan LeBron James, maçta da 27 sayı,
    7 ribaund, 7 asist üreterek Doğu takımına galibiyeti getirdi ve
    MVP ödülüne ulaştı. 5 gün sonra, Illinois
    Chicago’da yine gelenekselleşen EA Sports Roundball Classic
    maçına çıkan James, bu maçta da 28 sayı, 6 ribaund
    ve 5 asist ile takımına galibiyeti getirerek 2.MVP
    ödülünü aldı. 17 Nisan’da liseli olarak
    ülke çapında düzenlenen son maçına geleneksel
    Jordan Capital Classic maçıyla çıkan James, 34 sayı, 12
    ribaund ve 6 asist ile 3.MVP ödülünü alarak lise
    kariyerine veda etti.

    NBA’in, lise ve üniversite de yetenekleri ile sivrilen
    oyuncular arasından, aile yaşantısı, davranışları ve kişiliği ile
    hayranlık duyulan ideal model oyuncu yaratma yolunda, 5-10 yıllık
    dönemlerde ortaya çıkardığı, Dr.J ile başlayan Magic
    Johnson ve Larry Bird ile devam eden, Michael Jordan’la üst
    noktaya ulaşan, Grant Hill (sakatlıklardan dolayı istenilen verim
    alınamamış ve tekrar Jordan’a dönülmüştü),
    Kobe Bryant, Allen Iverson, Kevin Garnett ve Tracy McGrady gibi
    oyuncularla yürüttüğü bu stratejinin ortaya
    çıkardığı son oyuncu LeBron James, NBA’in ve basketbol
    dünyasının yeni süperstarı olma yolunda ilerliyor.
    Önümüzdeki aylarda uzun uzun kendisinden bahsedeceğimiz,
    draft döneminde hemen hemen her dergide görebileceğiniz
    LeBron James’i, size bu ay kısaca tanıtmaya ve özelliklede
    son oynadığı ve MVP ödüllerini kaptığı 3 geleneksel
    maça biz göz atalım istedim.
    LeBron çılgınlığı
    2003 NBA Draftına katıldığı taktirde (ki büyük bir ihtimalle
    katılacak) 1.numaradan seçileceği düşünülen ve
    özellikle geçen yazdan bu yana fenomen haline getirilen
    James, 30 Aralık 1984 doğumlu ve 2.03 boyunda. 16 yaşında lise
    2.sınıftayken, 25.3 sayı, 7.4 ribaund, 5.5 asist ortalamaları ile Ohio
    eyaletinde adını duyuran James, ilk olarak gündeme USA Today
    tarafından en iyi lise takımı ilk 5’ine seçilerek
    gelmişti. Yaz sezonunda adidas ABCD kampında yeteneklerini bir kez daha
    sergileyen James, kendisini takip eden bir çok Amerikalı
    basketbol otoritesi tarafından “Kobe ve T-Mac karışımı bir
    oyuncu” olarak tanıtılmış, lise 2.sınıfta olmasına rağmen
    “NBA’e şimdiden hazır, 3.sınıfın sonunda imkan yaratılsa
    rahatlıkla NBA’de oynar” denilerek basketbol severlerin
    aklına ve diline dolanmaya başlamıştı.
    Bu tip söylentilerin her yıl onlarca genç oyuncu
    için yayıldığı ve çoğu NCAA dönemine geldiğinde fos
    çıkan Amerika’da, James fırtınası 2002 yılının ortalarında
    tekrar hareketlendi. 2001-02 sezonunda James, Amare Stuodemire
    (NBA’de Suns forması ile harika bir çaylak sezonu
    geçirdi ve şu anda “Rookie of The Year
    ödülünün en büyük 3 adayından biri) ile
    birlikte Amerika’nın en iyi lise oyuncusundan biri olarak
    gösterilen Carmelo Anthony (Bu sezon Syracuse Üniversitesinde
    forma giydi ve freshman senesinde takımına tarihlerindeki ilk NCAA
    şampiyonluğunu getirdi) ile 10 Şubat günü oynadıkları
    maç ile adını bir defa daha tüm Amerika’ya duyurdu.
    Son sınıf öğrencisi Carmelo’nun sürüklediği Oak
    Hill Lisesi ile 3.sınıf öğrencisi LeBron’un okulu Akron
    St.Vincent-St.Mary Lisesi maçı iki oyuncunun şovu şeklinde
    geçti. Maçta iki takımın toplamda ürettiği 138
    sayının 70’ine bu iki oyuncu imza atarken, Carmelo 34 sayı, 11
    ribaund; LeBron 36 sayı, 10 ribaund ve 5 asist ile maçı
    tamamladı. Belki kazanan taraf 72-66’lık skorla Carmelo’nun
    okulu olmuştu ama daha zayıf oyunculardan kurulu Akron’un yıldızı
    LeBron kendini önemli oyunculara karşı göstermeye başlamıştı.
    Zaten bu maçta Carmelo’yu izlemeye gelen bir çok
    NBA scoutcusunun listesinin başına LeBron adı o gün yazıldı. Sezon
    sonunda LeBron eyaletin sayı krallığında ilk sırayı almıştı almasına
    ama asıl dikkati çeken istatistikler asist krallığında 2.,
    ribaund krallığında ise 4.olmasında yatıyordu.
    Son Lise yılı ve genç yaşta popüler olmanın getirdiği sorunlar
    Yazın bir çok spor dergisine kapak olan James, 30 Kasım’da
    ki sezonun ilk maçında oyundan atılarak tekrar gündeme
    geldi. Çok şişirildiği ve bu yaşta bu kadar
    büyütülmeyi kaldıramadığı konuşulurken, son derece iyi
    maçlar çıkartarak, tekrar basının ve halkın olumlu
    ilgisini toplayan James, Amerika tarihinde ilk defa bir lise
    maçının ulusal televizyonda naklen yayınlanmasına bile sebep
    oldu. Bu maçın uzun bir özetini gördüğümde
    (bu maç geçen sezon Carmelo’nun takımı olan Oak
    Hill Lisesiyleydi) ilk izlenimlerim aslında LeBron’un çok
    abartıldığı yolundaydı. Tamam fiziği kusursuzdu, T-Mac tarzında bir
    oyuncuydu ama çoğu şut seçimi yanlış ayrıca potadan
    uzaklaştıkça şut yüzdesi de oldukça
    düşüktü. Belki takımı skor üretemeyince sazı eline
    almış ve bir pivot gibi potaya sırtı dönük olarak kolay
    sayılar da üretmişti ama “bumu yani LeBron fenomeni
    dedikleri şey” diye düşünmeden de edememiştim. Fakat
    ard arda 2 pozisyonda topla içeri yüklenerek bulduğu
    sayıları, blokladığı bir topun ardından yaptığı muazzam smacı ve
    maçı çeviren basketleri attığını görünce
    “evet demek buymuş LeBron James” dedim.
    Hummer ve forma olayı!
    NBA scoutçıları tarafından oldukça yakından takip edilen
    ve bazı yazarlar tarafından “fiziksel olarak diğer oyunculara
    göre çok üstün olduğundan bu kadar
    başarılı” yorumları yapılan James, üstüne
    üstlük annesinin banka krediyle 100bin dolarlık Hummer H2 cip
    hediye alması ile yıpratılma çabaları içerisinde
    girilmesini ve şutu yeterli değil diyenlere cevabını 4 gün sonra
    14 Ocak’ta oynanan Mentor Lisesi maçında, 17/11
    üç sayılık ile oynayarak 50 sayılık performansı ile verdi.
    Bu maçın 1-2 gün ardından “Next Urban Gear and
    Music” mağazasının hediye ettiği 845 dolarlık değerindeki iki
    forma -biri 395 dolarlık Gale Sayers'in 40 numaralı Chicago Bears
    forması, diğeri ise 450 dolarlık Wes Unseld'in 41 numaralı Washington
    Bullets forması- yüzünden, ününü kullanarak
    maddi kazanç elde edip amatör ligler kuralını
    çiğnediği gerekçesi tekrar gündeme oturan ve bir
    süreliğine basketbol kariyeri durdurulan James, 1 maçlık
    aradan sonra bir üst mahkeme kararı ile tekrar basketbola
    dönüş yaptı ve 8 Şubat’ta L.A.Westchester Lisesi
    karşısında kariyerinin en yüksek rakamı olan 52 sayıya ulaşarak
    kendi deyimi ile “kendini basketboldan koparmaya
    çalışanlara” karşı en güzel cevabı verdi.
    Bilet fiyatları arttı ama O kendini izlemeye gelen seyirciyi mutlu etmeyi ihmal etmedi
    NCAA maçlarından daha yüksek bilet fiyatlarına rağmen
    maçlarda onu izlemeye gelen seyirciler gittikçe
    çoğaldı ve Akron St.Vincent-St.Mary Lisesinin maçları ful
    çekmeye başladı. James’de kendini izlemeye gelen ve
    üzerlerinde “King James” yazılı t-shirtler giyen
    hayran kitlesine gerçek bir basketbol resitali sergiledi. ESPN2
    kanalında naklen verilen Oak Hill Lisesi maçı ile başlayan
    seride, playoff’larda Talimadge Lisesi maçına kadar 18
    maçta 20 sayının altına düşmezken, 12 kere 30, 5 kere 40 ve
    2 kere 50 sayı barajını geçen James, maçların
    9’unda da double-double yaparken, takımı bütün sezonda
    sadece 1 kere (26 Ocak’ta 25 sayı, 15 ribaund ve 8 asist
    gerçekleştirdiği Buchtel Lisesi maçında) mağlup oldu.
    %56’lık şut yüzdesi ile 30.4 sayı, 9.7 ribaund, 4.9 asist,
    2.9 top çalma ve 1.9 blok ortalamaları ile sezonu tamamlayan
    James takımını şampiyonluğa taşırken, Yılın en iyi oyuncusu
    ödüllerini de topladı. Artık sezon bitmiş ve kendini
    Amerika’nın diğer liseli yıldızları karşısında gösterme
    zamanı gelmişti.
    Slam Dunk Şampiyonu
    26 yıldır düzenlenen ülkenin lise son sınıf oyuncularını
    içeren en prestijli organizasyonlarından biri olan
    McDonald’s All-America maçından 2 gün önce, 24
    Mart akşamı Cleveland'daki Woodling Gymnasium'da
    gerçekleştirilen POWERade Jam Fest Slam Dunk Şampiyonasına
    katılan LeBron James, spektaküler smaçları ile tanınan
    Shannon Brown'u geride bırakan 270 puan üzerinden 250 puan
    toplayarak rekor bir puan ile şampiyonluğa ulaştı. Daha önce Jerry
    Stackhouse, Vince Carter, Baron Davis, son 3 yılda da sırasıyla DeShawn
    Stevenson, David Lee (Florida Univ.) ve Carmelo Anthony’nin
    kazandığı şampiyonaya, 23 numaralı forma Michael Jordan adına emekliye
    ayrıldığı için 32 numaralı forma ile katılan James’i,
    Cavaliers’ın yıldız oyuncularından Darius Miles, Carlos Boozer,
    DaJuan Wagner, DeSagana Diop ve eski yıldız oyunculardan Larry Nance'da
    izlemeye gelmişti.
    McDonald’s All-America Maçı
    26 Mart’ta Cleveland Gund Arena'da oynanan ve 18.728 kişinin
    izlediği 26.McDonald's All-America maçında 27 sayı, 7 ribaund, 7
    asist, 2 top çalma ve 1 blok ile oynayan ve Doğu takımına Batı
    karşısında 122-107'lik galibiyeti getiren LeBron James MVP
    ödülüne ulaştı. Böylece LeBron, tüm
    Amerika’daki en iyi son sınıf lise oyuncularına karşı verdiği ilk
    sınavında gayet başarılı olmuştu. Geçen sene aynı maçta
    harikalar yaratması beklenen Amare’nin sadece 10 sayı, 7 ribaund;
    Carmelo’nun 19 sayı, 4 asist ürettiğini maçın
    MVP’sinin ise 26 sayı, 4 asist ve 3 top çalma rakamları
    ile şu anda Duke Üniversitesinde oynayan J.J.Redick olduğunu
    belirteyim.
    EA Sports Roundball Classic Maçı
    James’in McDonald’s maçındaki harika performansının
    yankıları devam ederken sadece 5 gün sonra Illinois
    Chicago’da yine gelenekselleşen EA Sports Roundball Classic
    maçına çıktı. Chicago Bulls’un efsane United Center
    Salonunda düzenlenen 19.678 seyircinin izlediği maçta 28
    dakika oyunda kalan James, 15/12 ikilik, 7/4 faul ve 6/0 üç
    sayı başarısı ile
    28 sayı, 6 ribaund ve 5 asist ile takımına galibiyeti getiren oyuncu
    oldu. Çok çekişmeli geçen ve 29 defa skorda
    liderliğin değiştiği maçta, son 39 saniye içinde
    çok kritik bir ribaund alıp ardından tüm sahayı
    geçerek attığı turnike ile Batı takımına 120-119'luk galibiyeti
    getiren James, birbirinden güzel smaçlarıyla 23 numaralı
    forması ile United Center'da onu izlemeye gelen seyircilere de ufak bir
    şov yaptı. James'in dışında Batı takımında en çok göze
    batan oyuncu McDonald's All-America maçında da James'den sonra
    NBA yolunda en hazır oyuncu izlenimini veren Charlie Villanueva
    olurken, genç oyuncu maçı 18 sayı, 5 ribaund ile
    tamamladı.
    McDonald's All-America ve EA Sport Roundball Classic maçlarından
    sonra şimdi herkes Nisan’ın 17’sinde düzenlenecek ve
    Amerika'nın en başarılı Liseli oyuncularını son defa karşı karşıya
    getirecek Jordan Capital Classic maçını beklemeye başlamıştı. Bu
    maç ile LeBron James son defa liseli olarak ülke
    çapında düzenlenen bir maçta forma giyecek ve
    ardından çok büyük bir sürpriz olmazsa NBA
    Draftını bekleyecekti.
    Lise’li olarak son maçı, Jordan Capital Classic
    17 Nisan’da liseli olarak ülke çapında
    düzenlenen son maçına çıkan LeBron, Jordan Capital
    Classic maçında 34 dakika forma giyerken 20/10 ikilik, 6/5 faul,
    10/3 üçlük başarısı ile 34 sayı, 12 ribaund, 6 asist,
    1 top çalma ve 1 blok ile siyah takımın MVP
    ödülünü alarak lise kariyerine veda etti.
    Maçı Gümüş takım 107-102 kazanırken, Shannon
    Brown’da 27 sayı, 8 asist ve 3 ribaund ile takımının MVP
    ödülünü aldı.
    Evet, henüz profesyonel olmadan peşinde adidas ve nike gibi iki
    büyük firmayı koşturan James, NBA’e adım atmadan
    büyük bir hayran kitlesi yaratmış durumda. Daha 18 yaşında
    olmasına rağmen 100bin dolarlık Hummer cipe binen, her hareketi basın
    tarafından izlenen LeBron James, şu anda Syracuse'u NCAA Şampiyonluğuna
    ulaştıran Carmelo'nin son dönemlerdeki başarısından ve
    sürekli manşetlerde kalmasından oldukça etkilenmiş durumda.
    Michael Jordan’dan “üniversitede tecrübe
    kazanmanın önemi” hakkında ayak üstü bir nasihatta
    alan James'in lise’deki not ortalamasının
    düşüklüğünden dolayı bir Üniversitede
    okuyabilme ihtimali şu an için bulunmuyor. Ama şu da bir
    gerçek ki, James üniversite deneyimi almak isterse ve
    herhangi bir üniversiteyi tercih ederse, herhalde o
    üniversitede yaz okulu veya notlarını yükseltecek sınav
    türü şeylerle işi kılıfına uyduracaktır. Bekleyelim ve
    NBA’in yeni süperstarını yaratmasını izleyelim…

    Lise İstatistikleri
    Maç Saha İçi Şut % Faul Atışı % 3 sayı % Rib. Ast. TÇ Blok TK Sayı Sayı Ort.
    1999-00 27 199 386 51,6 59 74 79,7 30 95 31,6 168 96 83,7 27 57 487 18,0
    2000-01 27 264 452 58,4 123 173 71,1 33 84 39,3 200 149 99,9 43 62 684 25,3
    2001-02 27 300 531 56,5 108 182 59,3 48 141 34,0 241 161 81 46 89 756 28,0
    2002-03 24 295 527 56,0 80 118 67,8 60 157 38,2 233 117 69,6 46 67 730 30,4
    Toplam 105 1058 1896 55,8 370 547 67,6 171 477 35,8 842 523 334,2 162 275 2657 25,3
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:33 pm

    NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ, DIRK NOWITZKI
    (Bu yazı pivot dergisinin 52.sayısında yayınlanmıştır.)

    NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ
    DIRK NOWITZKI # 41

    1930’lara doğru zamanda bir yolculuk yapıyoruz; Adolf
    Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi dünya
    siyaset tarihinin o güne kadar şahit olmadığı propaganda
    faaliyetleriyle iktidarı ele geçirmiş durumda. Tereyağı
    fabrikaları silah atölyelerine çevrilmiş;
    güçlenen III.Reich, Versailles’ı yırtıp atarak
    Hitler’in meşhur “lebensraum” yani Alman ırkı
    için Doğu’da hayat sahası yaratma projesiyle II.Dünya
    Savaşı’nı başlatmış ve Alman orduları yıldırım savaşlarıyla
    Avrupa’da hızla ilerlemekte. Müttefik ordularını gafil
    avlayan bu savaş tarzının en önemli parçası ise
    müttefik kuvvetlerin tanklarına göre çok daha uzun
    mesafeli atışlar yapabilen, çok daha hızlı, çevik ve
    üstüne üstlük daha güçlü olan
    Alman panzerleriydi!! Bugün yine bir “Alman yapımı”
    ortalığın tozunu atıyor. Tıpkı bir panzer gibi rakiplerini uzaktan
    yaptığı bombardımanlarla etkisiz hale getiriyor. Kuvvetinin yanında
    hızlı çevik ve yine bir panzer gibi neredeyse durdurulması
    imkansız: Onun adı Dirk Nowitzki!!

    Beyazlar Beceremez
    Basketbol her ne kadar beyazlar tarafından bulunduysa da
    Afro-Amerikanlar üstün fiziksel yetenekleri sayesinde bir
    süre sonra -çoğu sporda olduğu gibi- bu oyuna da damgasını
    vurdu. Öyle ki basketbolun beyazlara göre olmadığı
    çünkü beyazların sıçrayamadığı şeklinde
    düşünceler gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Aslına
    bakarsanız; George Mikan, Jerry West, Pete Mavarich, Rick Barry, Bill
    Walton, Larry Bird, Kevin McHale vb. isimler beyazların basketbolu ne
    kadar iyi oynayabileceğini gösterdiyse de siyahların hegemonyasını
    yıkmak kolay değildi. Hele Larry Bird ve Kevin McHale’li Boston,
    kadrosunda çok sayıda beyaz oyuncu bulundurduğu için
    şampiyonluğa doğru hakem desteği ile itildiği şeklinde iddialara
    sıkça maruz kalmaktaydı.

    Uluslararası ilişkilere giriş I: Drazen Petrovic
    O günlere bir kez daha dönüp baktığımızda bırakın
    Avrupalı oyuncuları beyaz oyuncular bile NBA’de oynamak
    için oldukça büyük zorlukları aşmak
    zorundaydılar. 80’li yılların sonu 90’ların başında NBA
    takımları NCAA dışında kendilerine yeni bir oyuncu kaynağı arayışına
    girerek gözlerini Avrupa’ya ve oradaki büyük
    yıldızlara çevirdi. 1986 draftında Drazan Petrovic, Alexander
    Volkov, 1987 draftında Sarunas Marculionis, ve 1989’da lige dahil
    olan Zarko Paspalj gibi Rus ve Yugoslav ekolünün başarılı
    temsilcileri kendilerine NBA’de yer buldu. Onların açtığı
    kapıdan, Vlade Divac, Dino Radja, Toni Kukoc, Sergei Bazarevich,
    Predrag Danilovic, Zan Tabak, Arvydas Sabonis gibi Avrupa’da
    büyük başarılara ulaşmış oyuncular da daha sonra NBA’e
    adım attıkları halde yukarıda saydığımız isimlerden sadece Petrovic,
    Marculionis, Divac, Sabonis ve Kukoc az çok kendilerini kabul
    ettirebildi. Rahmetli Petrovic belki de kendisini daha da lirik bir
    efsane haline getiren o acı trafik kazasıyla sadece 29 yaşında hayata
    gözlerini yummasaydı NBA’deki ilk Avrupalı süper yıldız
    mertebesine ulaşması işten bile değildi. Tabii bu arada rahmetlinin ilk
    iki senesi, Kevin Duckworth gibi “kalaslara” maksimum
    ilgiyi gösterip Petrovic’i kenarda unutan o zaman
    Portand’ın bugün de Sacramento’nun sevgili
    coach’u Rick Adelman’ın “garanticiliğine”
    kurban olmasaydı biz Petrovic’in o enfes basketbolunun keyfini
    Nets’teki günlerinden çok daha önce
    çıkartmaya başlayacaktık. Tabii ki Petrovic, Drexler gibi bir
    süper starı takımdan kesemezdi ama Adelman, Petrovic’in
    hücumdaki yüksek şut yüzdesi ve mükemmel top
    hakimiyetini farklı rotasyonlar deneyerek çok daha verimli bir
    şekilde kullanabilirdi. Böylelikle Drazen Petrovic’i de
    andıktan sonra dilerseniz konumuza geri dönelim. NBA’e gelen
    Avrupalıların en çok eleştirildikleri nokta az savunma
    yapmaları, çok yumuşak olmaları ve her şeyden önce skoru
    düşünmeleriydi. Örneğin hatırlayacaksınız Chicago-Utah
    final serilerinde Phil Jackson neredeyse eline geçen her
    fırsatta Karl Malone karşısında hücumda Toni Kukoc’u sahaya
    sürerken iş savunmaya geldiğinde Kukoc yerini hemen sevgili
    “savunma manyağımız” Dennis Rodman’a bırakıyordu.
    Majesteleri Michael Jordan da Kukoc’u her fırsatta savunma
    yapmadığı için eleştiriyor, maç içinde onu
    ateşlemek için kızdırmaya çalışıyordu. Hatta
    Kukoc’un daha çok et ve acılı yiyecekler yiyerek agresif
    bir ruh haline bürünebileceğini iddia ederek beslenmesini
    bile eleştiriyordu!.

    Uluslararası ilişkilere Giriş II: Avrupalıların Yükselişi
    Avrupalıların ilk NBA çıkartması beklenen başarıyı
    gösteremezken 90 yılların sonunda 2000’lerin başında ikinci
    dalga da taarruz’a geçti. Peja Stojakovic, Dirk Nowitzki,
    Zelijko Rebreca, Zydrunas Ilgauskas, Jiri Welsch, Gordon Giricek, Tony
    Parker, Nikoloz Tskitisvilli, Bostjan Nachbar, Jake Tsakadilis, Vitally
    Potapenko, Radoslav Nestorovic, Marko Milic, Frederic Weis, Tarıq-Abdul
    Wahad, Stanislav Medvedenko,Tony Parker, Mirsad Türkcan, Hido,
    Memo, Pau Gasol, Marko Jaric, Andrei Kirilenko gibi oyuncular
    kendilerini kanıtlamak için NBA’deki parkeleri aşındırdı.
    Peja ve Nowitzki şu anda All-Star seviyesine gelerek süper starlık
    mertebesine ulaşmış oyuncular. Ilgauskas’ın All-Star deneyimi 5
    dakikada Beşiktaş olarak özetlenebilirse de Ilgauskas da giderek
    kendini geliştirmekte. Tony Parker, Pau Gasol, Andrei Kirilenko ve
    Gordon Giricek ise çok büyük bir ihtimalle yakında
    Peja ve Dirk’ün yanında kendilerine yer bulacak. Bunlar
    sadece NBA’deki Avrupalı oyuncuların bir kısmı. Eğer tüm
    uluslararası oyuncuları göz önüne alırsak bu hızla NBA,
    oyuncuların milletleri itibari ile BM’lerdeki ülke sayısını
    yakın bir zamanda yakalayacak. Eskiden özellikle oyun tarzı ve
    fiziksel güç açısından Avrupa ile NBA arasında
    büyük bir uçurumun varolduğu bir gerçekti. Ama
    Indianapolis’teki son dünya şampiyonası gösterdi ki
    Avrupa ve NBA arasındaki fark gittikçe azalmakta. Hele Dirk
    Nowitzki MVP ödülünü kucakladığı zaman Larry
    Bird’ün emekli olurken yaptığı konuşmayı hatırladım:
    “Bir gün mutlaka yeni bir Larry Bird, NBA’e
    gelecektir!!..”

    Pippen aşkı
    Dirk Werner Nowitzki, 19 Haziran 1978 Wurzburg-Almanya’da
    dünyaya geldi. Dirk’ün annesi Helen Alman milli
    takımına kadar yükselmiş bir basketbolcu, babası Joerg ise
    profesyonel bir hentbol oyuncusuydu. Herhalde Nowitzki’nin spora
    olan yatkınlığını biraz da genlere bağlarsak çok da yanılmış
    olmayız. Dirk’ün ailesiyle yaptığı küçük
    basketbol maçları zamanla bir tutkuya dönüştü.
    Nowitzki neredeyse kendisine işkence edercesine durmadan basketbol
    çalışıyordu. Ama limitlerini ne kadar zorlarsa zorlasın
    kendisine ilham veren bir isim vardı. Her akşam başarabileceğini
    düşünerek, bir gün onun gibi olabileceğini hayal ederek
    uykuya dalıyordu. Kim olduğunu merak ettiğiniz bu oyuncu
    çoğunuzun tahminlerimizin aksine ne Magic Johnson ne Larry Bird
    ne de Michael Jordan’dı. Dirk gençliğinde tam anlamıyla
    bir Pippen hayranına dönüşmüştü:
    “Almanya’da neredeyse haftada iki kez Bulls
    maçlarını gösterirlerdi. Ben de bu maçları
    sürekli izlerdim. İşte o zamanlarda Scottie’nin oyununa aşık
    oldum. Basketbolu o kadar zarif oynuyordu ki. Hareketleri,
    post’ta yaptıkları, mükemmel savunması ve ne zaman isterse
    dilediği yerden şut atabilmesi büyüleyiciydi.
    Geschwinder’den işkenceyi aratmayan antrenmanlar
    Eski Alman milli takımı oyuncusu ve manevi babası Holger
    Geschwinder’in koruyucu kanatlarının altında olgunlaşan Nowitzki,
    kendisini günden güne geliştirdi. Geschwinder, 15 yaşından
    beri Dirk’ün hem kişisel antrenörlüğünü
    hem de akıl hocalığını yapmakta: “O olmasaydı bugün
    bulunduğum yerde olamazdım. Bana nasıl şut atmam, nasıl hareket etmem,
    nasıl oynamam gerektiğini öğretti. Her şeyimi ona
    borçluyum. O adeta benim ikinci babam gibi”. Geschwinder
    Nowiztki’yi eğitirken gerçekten çok farklı metotlar
    kullandı. Mesela geçen sezon playoff’ta Nowitzki’nin
    savunmasını beğenmeyince hemen ona özel bir eskrim kıyafeti
    diktirip bir Alman eskrimciden dersler aldırdı. Zavallı
    Nowitzki’nin yaşadıkları bu kadarla kalsa yine iyi. Geschwinder
    onu amuda kaldırıp tüm sahada yürütmekten tutun da tek
    ayağı üzerinde dakikalarca sıçratmaya kadar bir çok
    değişik antrenman metodu uygulamakta. Her ne kadar Geschwinder’in
    metotları ilk başta tuhaf gözükse de yaptığı her şeyin bir
    nedeni var. Eskirim çalışmasının nedeni Nowitzki’nin ayak
    hareketlerini çabuklaştırarak savunmada çabuk yer
    almasını sağlamaktı. Tek ayak üzerinde sıçrama ve amuda
    kalkma hareketlerinin nedeni ise Dirk'ün eklemlerini daha sonra
    ağırlık çalışırken alacağı kilo için hazırlamaktı. Holger
    Geschwinder’e göre önce oyuncu çeşitli
    tekniklerle güçlenmek zorunda ancak bundan sonra kaslar
    geliştirilebilir. Ve NBA’de çoğu coach bunun tersini
    uyguluyor. Bu yüzden de oyuncular dengesiz gelişimleri nedeniyle
    sakatlanmakta. Geschwinder çoğu kez Dirk’e ağırlık
    çalıştırmak isteyen coachlarla kapışarak onun fiziksel
    gelişiminin baltalanmasını engelledi. Belki de Dirk, bugün hantal
    bir pivot değil de adeta Bird’ün “millenyum
    versiyonu” olmasını buna borçlu. Geschwinder’in bir
    diğer amacı da Nowitzki’nin sadece fiziksel olarak değil aynı
    zamanda da zihinsel olarak gelişmesiydi. Bunun için Dirk’e
    lisedeyken önce özel matematik öğretmenleri ayarladı.
    Nowitzki fiziksel olarak yorulup antrenman yapmak istemediği zaman da
    Geschwinder hemen satranç tahtasını kaparak
    küçük “çekirgesine” rakiplerinin
    hamleleri karşısında nasıl düşünmesi gerektiğini felsefi
    yaklaşımlarla öğretti. Nowitzki’nin yükselişi ise
    1958’den beri dünyanın en yetenekli genç oyuncularını
    karşı karşıya getiren uluslararası Albert Schweitzer
    Turnuvası’nda (1996) oldu. Jermaine O’Neal ve Baron
    Davis’in şov yaptığı, Kevin Freeman’ın ise skorer oyunu ile
    MVP seçildiği bu turnuvada sıska, uzun boylu bu Alman da
    dikkatli gözler tarafından yakın takibe alınmaya başladı.

    Dirk, just do it!
    Kendi şehrinin takımı DJK Wurzburg’da kariyerini başlatıp
    geliştiren Dirk, 1997-98 sezonunda takımını Alman 2.liginde şampiyon
    yaparak 1.lige çıkarttı. Aynı yılın yaz aylarında ise Nike
    Summit-Hoop turnuvasında genç uluslararası yıldızların
    oluşturduğu karma takıma davet edilerek Amerikan karmasına karşı
    mücadele etti. Eminem üstadımızın da dediği gibi “Şans
    insanın karşısına belki hayatı boyunca bir kez çıkar”.
    Nowitzki işte karşısına çıkan bu şansı en iyi şekilde kullanarak
    San Antonio’da oynanan maçı 33 sayı, 14 ribaund ve 3 top
    çalma ile tamamlarken karşılaşmayı izleyen tüm scoutları
    kendisine hayran bırakıyordu.

      Forum Saati Paz Kas. 17, 2024 6:42 pm