Dua;
bir çağrı, bir yakarış ve küçükten
büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar
ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç
dökmedir. Dua eden, kendi
küçüklüğünün ve yöneldiği kapının
büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde
bir tevazu içinde ve istediklerine cevap verileceği inancıyla el
açıp yakarışa geçince, bütün çevresiyle
beraber semâvîleşir ve kendini
rûhânîlerin “hay-huy”u içinde
bulur. Böyle bir yönelişle mü’min, ümit ve
arzu ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe
duyduğu şeylere karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir
kaleye sığınmış bulunur.
Bizim
ümit ve arzularımız birer başarı ve muvaffakiyet sâiki,
korku ve endişelerimiz de olumsuz davranışlarımıza karşı birer temkin
ve teyakkuz vesilesidir. Biz, Allah’ın geleceğimizle
alâkalı takdir buyurduğu şeyleri bilmesek de, her zaman ümit
ve endişelerimizi, azim ve kararlılıklarımızı o takdirin birer
emâresi ve kavlî, fiilî, hâlî dualarımızı
da –şart-ı âdî plânında– onun bir
vesilesi sayarız. Zira, Hazreti Sâdık u Masdûk’un
beyanıyla; sonuçta herkesin elde edeceği netice, büyük
ölçüde o kimsenin davranışlarına bağlı olarak
gerçekleşmektedir. Ne var ki, duada Hakk’a
teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi arzularımızı
öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, bir kulluk
şuuruyla Hakk’a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde,
acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na
arzıhâlde bulunmaktır.
Aslında
dualarımızla biz, beşerî isteklerimizin
gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimiz’e
saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her
şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla,
bazen de –esbâba tevessül mülâhazası
mahfuz– her şeyi O’ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu
vurgulama adına: “Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân
/ Dua, kapı kullarından miskince bir beyan..”
mânâsına hâl-i pür-melâlimizi dile
getiririz. Evet, bazen Kur’ân-ı Kerim, bazen de
sözleri lâl ü güher Söz Sultanı’ndan
alıntılarla istediklerimizi Hakk’ın dergâhına sunar ve
ebedî mihrabımız olan O’nun kapısına yönelerek, ruh
dünyamızı şerh eder, içimizi O’na döker ve
“huzurun edebi” diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak
sükût murakabesine geçeriz ki, bazılarınca böyle
bir hâl –ihlâs ve samimiyetin derecesi
ölçüsünde– en belâgatlı
sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan
ve bir arzıhâl sayılır. Allah, gizli-açık her
hâlimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade
öz önemli olsa gerek.. zaten Cenâb-ı Hak da:
“Kullarım beni Sen’den sorarlarsa; bilmeliler ki, Ben
onlara çok yakınım; Bana dua edenin duasına icabet
ederim.” mazmununca O, arzu ve isteklerimizi bilmede, bize bizden
daha yakındır. Bu itibarla da, istek ve dileklerimizi huzur
mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle
de o seviyenin insanları için ayn-ı edebdir. İster gayb
telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha
yakın olan Rabbimiz: “Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip
karşılık vereyim.” buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua
etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.
Dua
eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah’a
yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine her şeyden
daha yakın olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden
kaynaklanan uzaklığını aşarak O’nun her zaman var olan
yakınlığına saygısını ifade etmiş ve kendi uzaklığının vahşetinden
kurtulmuş olur. Cenâb-ı Hak da ona, duyması gerekenleri duyurur,
görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden
şeyleri söyletir ve yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya
muvaffak kılar. Bu paye aynı zamanda nafilelerle ulaşılan öyle
hususi bir yakınlık (kurb) payesidir ki, artık böyle bir
mazhariyetle şereflendirilen “kurb” kahramanının
görmesi, gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar
ötesi bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin
üstünde farklı bir kimlikle gerçekleşmeye başlar;
başlar da bir hamlede gider, ayrı bir buudun insanı olma seviyesine
yükselir; derken, her fırsatta Rabbi’yle dua ve icabet
alış-verişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa, O’nun sonsuz
kudretine itimadın ifadesi olarak sımsıkı sarılır ve sırtını
sarsılmayan bir güce dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua
yürür en olumsuz gibi görünen şeylerin üzerine.
Bu
itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve ibadette hassaslaşmış ruhlar,
kat’iyen duada kusur etmezler. Aksine böyleleri, ibadeti
varlıklarının gayesi gibi duyar ve duaya da fevkalâde önem
verirler.. maddî-mânevî sebeplere riayetin yanında
gönüllerini Rabbilerine açıp yalvarmayı, O’na
yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve dualarını bir
ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler. Böyle bir
yakınlık atmosferinde, çok defa ümit ve beklenti
neşvelerinin yanında, bazen de mehabet ve endişe esintileri
hissedilebilir. İnsan, her şeye O’nun sonsuzluk ve sınırsızlığı
içinde baktığı aynı anda, kalbinin râşelerle
ürperdiğini duyar gibi olur ve hemen temkin ve teyakkuza
geçer. Duada, her zaman iç içe yaşanan bu iki
hâl, insanın mârifet ufkunun vüs’atiyle mebsuten
mütenasip (doğru orantılı) inkişaf eder. Kur’ân,
mü’min tabiatındaki bu hisler halitasını: “Rabbinize
huşû ile ve içten içe duada bulunun.”
diyerek, kat’iyen O’ndan müstağni kalınamayacağını,
ululuk, azamet ve ceberûtuna rağmen, rahmet ve inayet kapılarının
da ardına kadar herkese açık bulunduğunu vurgular ve duanın
önemi üzerinde ısrarla durur.
Bizim
acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarımıza karşılık O’nun, bizi
var eden, besleyen, büyüten, arzu ve isteklerimizi
görüp-gözeten ve bizi asla başkalarına bırakmayan bir
engin rahmet sahibi olması, O’na karşı tavırlarımızı devamlı ince
ayara tabi tutmamız bakımından fevkalâde önemlidir. Bizler
aciz, zayıf ve muhtaç, O ise, her şeye hükmeden mutlak bir
Hâkim’dir. Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman,
küçüklüğümüzün şuurunda ve
O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep
iki büklüm yaşar ve isteyeceğimiz her şeyi, kavlî,
fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece
ve sadece O’ndan ister ve O’na karşı müstağni
davranmayı küstahça bir çalım; O’nunla dua ve
ibadet münasebetlerimizde lâubalî, gayriciddî
bulunmayı da bir saygısızlık kabul ederiz; ederiz de, O’na
teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe, mehabet ve
beklenti mülâhazalarımızı beraber götürmeye
çalışırız. O’nun bize çok yakın olduğunu ve
dualarımıza icabet edeceğini düşünürken, ululuk ve
azametini rahmetinin vüs’at ve ihtişamıyla iç
içe duyar.. haşyet ve râşelerle ürperir..
tavırlarımızı yeni baştan gözden geçirir.. ses tonlarımızı
ayarlar.. hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz
mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hisseder ve yaşarız.
Bu mânâda dua her zaman, Cenâb-ı Hakk’a
arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en
sâfiyâne ve en hâlisâne bir kulluk tavrıdır.
Aslında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya
fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na dua
ederler. O da bunların hepsine, belli bir hikmet
çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup ona icabet
ettiğini herkese ve her şeye duyurur.
Ne
var ki, dualarımıza cevap verilmesini, bizim isteklerimizin aynıyla
yerine getirilmesi şeklinde anlamak da doğru değildir. Biz bazen,
sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın
gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi
daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri
gözden çıkarmış olabiliriz. O ise, hem bizim için
hem her şey için, hem bugünümüzü hem de
uzak-yakın yarınlarımızı iç içe
görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları
açar, genişletir; dünya-ukba vüs’atine
ulaştırarak, merhamet ve hikmetinin derinliğine göre çok
buudlu cevaplarda bulunur.. evet O, hâlihazırdaki durumumuzu
aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz.. bugünün ışıklarını
yarınların zulmeti hâline getirmez ve bize iltifatlarda,
teveccühlerde bulunurken başkalarına kat’iyen mahrumiyet
yaşatmaz.. herkese ve her şeye çok derinlikli cevaplar verir,
dualarımızı duyduğunu, isteklerimizi nazar-ı itibara aldığını
gösterir.. ve huzuruyla gönüllerimize tasavvurlarımızı
aşkın ne inşirahlar, ne inşirahlar verir..
Bütün
bu mülâhazalara açık bir gönül, ellerini
açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını
duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini
değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini
istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten
birinin var olduğunu düşünür; O’nun merhameti,
iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği
inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur
yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu
çerçevede günde birkaç defa O’na
yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri
görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır
ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan
ayrılması düşünülemez. Bu mazhariyeti tam yakalayamasak
da, son bir kez daha o Yüce Dergâh’a yöneliyor ve
O’nun kapısının tokmağına dokunarak inliyoruz:
Ey,
varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin ziyası
Yüce Varlık! Sen tenlerimize can vermeseydin, bizim
çamurdan, balçıktan ne farkımız olurdu.! Sen
gözlerimize ziya çalmasaydın, kâinatları, eşyayı
nasıl değerlendirebilir ve Seni nasıl bilebilirdik.! Sen bizi önce
taştan–topraktan, sonra da iman ve mârifet bahşederek iki
kez var ettin. Sana kâinatın zerreleri adedince hamd ü
senâda bulunsak, yine de hakkıyla şükür vazifesini
yerine getirmiş sayılamayız...
Ey,
her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri örten
ve en çirkin görünen şeyleri dahi izâfî
güzelliklerle bezeyen Güzeller Güzeli!
Gönüllerimizi güzellik duygularıyla mamur kıl ve bize
her zaman güzel kalmanın yollarını göster!
Ey,
günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen cezalandırmayan, haddini
bilmezlerin ayıplarını görmezlikten gelerek onlara
mânevî kirlerinden arınma fırsatları veren Merhametliler
Merhametlisi! Bizi günahlarla, hatalarla kirlenmekten koru;
kirlendiğimizde de mağfiret ve merhametini bizden esirgeme! Biz, Senin
var etmenle var olduk ve Senin lütuflarınla ayaktayız. Her zaman
Senin cömertliğini soluklamakta ve Senin ihsanlarını
yudumlamaktayız. Dimağlarımıza aydınlık veren Sen;
gönüllerimizi iman zevkiyle mamur kılan da Sensin. Akıl Seni
buluncaya kadar şaşkınlıklar içinde bocalayıp duruyor, nefis de
bâğîlikler peşinde koşturuyordu. Aklı rehber hâline
getiren Sen, nefsin arzularını frenleyip, ona itminan ufkunu
gösteren de Sensin.. Senin lütuflarınla kendimizi bulduk ve
şurada-burada zayi olup gitmekten kurtulduk.
Gönüllerimiz
Senin mârifetinle itminana erip oturaklaştı..
düşüncelerimiz Sana teslim olmakla
öldürücü hafakanlardan sıyrılabildi. Bizler hemen
hepimiz, ellerimiz Senin kapının tokmağında boynu bükük
dilencileriz –Allah, bu dilenciliği sonsuza kadar devam
ettirsin–. Dualarımızla Seni mırıldanıyor, içlerimizi
çekiyor ve vereceğin cevabı bekliyoruz. Bugüne kadar Senden
başka bizi duyan, yüzümüze bakan ve şefkatle başımızı
okşayan olmadı. Ne bulduk, ne gördükse Sende bulduk, Sende
gördük ve Sana inancımız sayesinde hayretten, dehşetten,
gurbetten ve yalnızlıktan kurtulduk. Bütün benliğimizle son
bir kere daha Sana yöneliyor, af ve afiyet dileniyoruz.Kalp
katılığından, gafletten, başkalarına bâr olmaktan, aşağılıktan,
aşağılanmaktan, miskinlikten; cehaletten ve faydasız bilgiden;
ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten, kabul
edilmeyen duadan; nimetlerinin zeval bulmasından, lütuflarının
değişip başkalaşmasından; ansızın bastıran azabından, gelip
çatan gazabından Sana sığınıyoruz. Senden her zaman, yalvaran
diller, haşyetle ürperen gönüller istiyoruz.
Tevbelerimizi kabul buyur, bizi günahlardan arındır, dua ve
isteklerimize cevaplar lütfeyle! Delil ve bürhanlarımızı
hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç, dilimizi
doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle! Allah’ım,
Senden her işimizde sebat, Kur’ân yolunda kararlılık ve
nimetlerine karşı da duyarlılık hissi bekliyoruz. Kapına
yönelenleri boş çevirme, itaatte bulunanlara bol bol
karşılık ver, Sana baş kaldıranlara da doğru yolu göster..
muzdariplerin dualarını icabetle taçlandır, sıkıntıda
bulunanları lütfunla şâd eyle, hasta ruhlara hususi
muamelede bulun, küfür ve ilhad içinde bocalayanlara
da nurunu göster; göster de kalmasın hiçbir yanda
muzlim bir nokta..!
bir çağrı, bir yakarış ve küçükten
büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar
ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç
dökmedir. Dua eden, kendi
küçüklüğünün ve yöneldiği kapının
büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde
bir tevazu içinde ve istediklerine cevap verileceği inancıyla el
açıp yakarışa geçince, bütün çevresiyle
beraber semâvîleşir ve kendini
rûhânîlerin “hay-huy”u içinde
bulur. Böyle bir yönelişle mü’min, ümit ve
arzu ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe
duyduğu şeylere karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir
kaleye sığınmış bulunur.
Bizim
ümit ve arzularımız birer başarı ve muvaffakiyet sâiki,
korku ve endişelerimiz de olumsuz davranışlarımıza karşı birer temkin
ve teyakkuz vesilesidir. Biz, Allah’ın geleceğimizle
alâkalı takdir buyurduğu şeyleri bilmesek de, her zaman ümit
ve endişelerimizi, azim ve kararlılıklarımızı o takdirin birer
emâresi ve kavlî, fiilî, hâlî dualarımızı
da –şart-ı âdî plânında– onun bir
vesilesi sayarız. Zira, Hazreti Sâdık u Masdûk’un
beyanıyla; sonuçta herkesin elde edeceği netice, büyük
ölçüde o kimsenin davranışlarına bağlı olarak
gerçekleşmektedir. Ne var ki, duada Hakk’a
teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi arzularımızı
öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, bir kulluk
şuuruyla Hakk’a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde,
acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na
arzıhâlde bulunmaktır.
Aslında
dualarımızla biz, beşerî isteklerimizin
gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimiz’e
saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her
şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla,
bazen de –esbâba tevessül mülâhazası
mahfuz– her şeyi O’ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu
vurgulama adına: “Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân
/ Dua, kapı kullarından miskince bir beyan..”
mânâsına hâl-i pür-melâlimizi dile
getiririz. Evet, bazen Kur’ân-ı Kerim, bazen de
sözleri lâl ü güher Söz Sultanı’ndan
alıntılarla istediklerimizi Hakk’ın dergâhına sunar ve
ebedî mihrabımız olan O’nun kapısına yönelerek, ruh
dünyamızı şerh eder, içimizi O’na döker ve
“huzurun edebi” diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak
sükût murakabesine geçeriz ki, bazılarınca böyle
bir hâl –ihlâs ve samimiyetin derecesi
ölçüsünde– en belâgatlı
sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan
ve bir arzıhâl sayılır. Allah, gizli-açık her
hâlimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade
öz önemli olsa gerek.. zaten Cenâb-ı Hak da:
“Kullarım beni Sen’den sorarlarsa; bilmeliler ki, Ben
onlara çok yakınım; Bana dua edenin duasına icabet
ederim.” mazmununca O, arzu ve isteklerimizi bilmede, bize bizden
daha yakındır. Bu itibarla da, istek ve dileklerimizi huzur
mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle
de o seviyenin insanları için ayn-ı edebdir. İster gayb
telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha
yakın olan Rabbimiz: “Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip
karşılık vereyim.” buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua
etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.
Dua
eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah’a
yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine her şeyden
daha yakın olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden
kaynaklanan uzaklığını aşarak O’nun her zaman var olan
yakınlığına saygısını ifade etmiş ve kendi uzaklığının vahşetinden
kurtulmuş olur. Cenâb-ı Hak da ona, duyması gerekenleri duyurur,
görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden
şeyleri söyletir ve yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya
muvaffak kılar. Bu paye aynı zamanda nafilelerle ulaşılan öyle
hususi bir yakınlık (kurb) payesidir ki, artık böyle bir
mazhariyetle şereflendirilen “kurb” kahramanının
görmesi, gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar
ötesi bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin
üstünde farklı bir kimlikle gerçekleşmeye başlar;
başlar da bir hamlede gider, ayrı bir buudun insanı olma seviyesine
yükselir; derken, her fırsatta Rabbi’yle dua ve icabet
alış-verişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa, O’nun sonsuz
kudretine itimadın ifadesi olarak sımsıkı sarılır ve sırtını
sarsılmayan bir güce dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua
yürür en olumsuz gibi görünen şeylerin üzerine.
Bu
itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve ibadette hassaslaşmış ruhlar,
kat’iyen duada kusur etmezler. Aksine böyleleri, ibadeti
varlıklarının gayesi gibi duyar ve duaya da fevkalâde önem
verirler.. maddî-mânevî sebeplere riayetin yanında
gönüllerini Rabbilerine açıp yalvarmayı, O’na
yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve dualarını bir
ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler. Böyle bir
yakınlık atmosferinde, çok defa ümit ve beklenti
neşvelerinin yanında, bazen de mehabet ve endişe esintileri
hissedilebilir. İnsan, her şeye O’nun sonsuzluk ve sınırsızlığı
içinde baktığı aynı anda, kalbinin râşelerle
ürperdiğini duyar gibi olur ve hemen temkin ve teyakkuza
geçer. Duada, her zaman iç içe yaşanan bu iki
hâl, insanın mârifet ufkunun vüs’atiyle mebsuten
mütenasip (doğru orantılı) inkişaf eder. Kur’ân,
mü’min tabiatındaki bu hisler halitasını: “Rabbinize
huşû ile ve içten içe duada bulunun.”
diyerek, kat’iyen O’ndan müstağni kalınamayacağını,
ululuk, azamet ve ceberûtuna rağmen, rahmet ve inayet kapılarının
da ardına kadar herkese açık bulunduğunu vurgular ve duanın
önemi üzerinde ısrarla durur.
Bizim
acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarımıza karşılık O’nun, bizi
var eden, besleyen, büyüten, arzu ve isteklerimizi
görüp-gözeten ve bizi asla başkalarına bırakmayan bir
engin rahmet sahibi olması, O’na karşı tavırlarımızı devamlı ince
ayara tabi tutmamız bakımından fevkalâde önemlidir. Bizler
aciz, zayıf ve muhtaç, O ise, her şeye hükmeden mutlak bir
Hâkim’dir. Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman,
küçüklüğümüzün şuurunda ve
O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep
iki büklüm yaşar ve isteyeceğimiz her şeyi, kavlî,
fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece
ve sadece O’ndan ister ve O’na karşı müstağni
davranmayı küstahça bir çalım; O’nunla dua ve
ibadet münasebetlerimizde lâubalî, gayriciddî
bulunmayı da bir saygısızlık kabul ederiz; ederiz de, O’na
teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe, mehabet ve
beklenti mülâhazalarımızı beraber götürmeye
çalışırız. O’nun bize çok yakın olduğunu ve
dualarımıza icabet edeceğini düşünürken, ululuk ve
azametini rahmetinin vüs’at ve ihtişamıyla iç
içe duyar.. haşyet ve râşelerle ürperir..
tavırlarımızı yeni baştan gözden geçirir.. ses tonlarımızı
ayarlar.. hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz
mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hisseder ve yaşarız.
Bu mânâda dua her zaman, Cenâb-ı Hakk’a
arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en
sâfiyâne ve en hâlisâne bir kulluk tavrıdır.
Aslında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya
fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na dua
ederler. O da bunların hepsine, belli bir hikmet
çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup ona icabet
ettiğini herkese ve her şeye duyurur.
Ne
var ki, dualarımıza cevap verilmesini, bizim isteklerimizin aynıyla
yerine getirilmesi şeklinde anlamak da doğru değildir. Biz bazen,
sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın
gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi
daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri
gözden çıkarmış olabiliriz. O ise, hem bizim için
hem her şey için, hem bugünümüzü hem de
uzak-yakın yarınlarımızı iç içe
görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları
açar, genişletir; dünya-ukba vüs’atine
ulaştırarak, merhamet ve hikmetinin derinliğine göre çok
buudlu cevaplarda bulunur.. evet O, hâlihazırdaki durumumuzu
aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz.. bugünün ışıklarını
yarınların zulmeti hâline getirmez ve bize iltifatlarda,
teveccühlerde bulunurken başkalarına kat’iyen mahrumiyet
yaşatmaz.. herkese ve her şeye çok derinlikli cevaplar verir,
dualarımızı duyduğunu, isteklerimizi nazar-ı itibara aldığını
gösterir.. ve huzuruyla gönüllerimize tasavvurlarımızı
aşkın ne inşirahlar, ne inşirahlar verir..
Bütün
bu mülâhazalara açık bir gönül, ellerini
açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını
duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini
değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini
istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten
birinin var olduğunu düşünür; O’nun merhameti,
iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği
inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur
yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu
çerçevede günde birkaç defa O’na
yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri
görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır
ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan
ayrılması düşünülemez. Bu mazhariyeti tam yakalayamasak
da, son bir kez daha o Yüce Dergâh’a yöneliyor ve
O’nun kapısının tokmağına dokunarak inliyoruz:
Ey,
varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin ziyası
Yüce Varlık! Sen tenlerimize can vermeseydin, bizim
çamurdan, balçıktan ne farkımız olurdu.! Sen
gözlerimize ziya çalmasaydın, kâinatları, eşyayı
nasıl değerlendirebilir ve Seni nasıl bilebilirdik.! Sen bizi önce
taştan–topraktan, sonra da iman ve mârifet bahşederek iki
kez var ettin. Sana kâinatın zerreleri adedince hamd ü
senâda bulunsak, yine de hakkıyla şükür vazifesini
yerine getirmiş sayılamayız...
Ey,
her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri örten
ve en çirkin görünen şeyleri dahi izâfî
güzelliklerle bezeyen Güzeller Güzeli!
Gönüllerimizi güzellik duygularıyla mamur kıl ve bize
her zaman güzel kalmanın yollarını göster!
Ey,
günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen cezalandırmayan, haddini
bilmezlerin ayıplarını görmezlikten gelerek onlara
mânevî kirlerinden arınma fırsatları veren Merhametliler
Merhametlisi! Bizi günahlarla, hatalarla kirlenmekten koru;
kirlendiğimizde de mağfiret ve merhametini bizden esirgeme! Biz, Senin
var etmenle var olduk ve Senin lütuflarınla ayaktayız. Her zaman
Senin cömertliğini soluklamakta ve Senin ihsanlarını
yudumlamaktayız. Dimağlarımıza aydınlık veren Sen;
gönüllerimizi iman zevkiyle mamur kılan da Sensin. Akıl Seni
buluncaya kadar şaşkınlıklar içinde bocalayıp duruyor, nefis de
bâğîlikler peşinde koşturuyordu. Aklı rehber hâline
getiren Sen, nefsin arzularını frenleyip, ona itminan ufkunu
gösteren de Sensin.. Senin lütuflarınla kendimizi bulduk ve
şurada-burada zayi olup gitmekten kurtulduk.
Gönüllerimiz
Senin mârifetinle itminana erip oturaklaştı..
düşüncelerimiz Sana teslim olmakla
öldürücü hafakanlardan sıyrılabildi. Bizler hemen
hepimiz, ellerimiz Senin kapının tokmağında boynu bükük
dilencileriz –Allah, bu dilenciliği sonsuza kadar devam
ettirsin–. Dualarımızla Seni mırıldanıyor, içlerimizi
çekiyor ve vereceğin cevabı bekliyoruz. Bugüne kadar Senden
başka bizi duyan, yüzümüze bakan ve şefkatle başımızı
okşayan olmadı. Ne bulduk, ne gördükse Sende bulduk, Sende
gördük ve Sana inancımız sayesinde hayretten, dehşetten,
gurbetten ve yalnızlıktan kurtulduk. Bütün benliğimizle son
bir kere daha Sana yöneliyor, af ve afiyet dileniyoruz.Kalp
katılığından, gafletten, başkalarına bâr olmaktan, aşağılıktan,
aşağılanmaktan, miskinlikten; cehaletten ve faydasız bilgiden;
ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten, kabul
edilmeyen duadan; nimetlerinin zeval bulmasından, lütuflarının
değişip başkalaşmasından; ansızın bastıran azabından, gelip
çatan gazabından Sana sığınıyoruz. Senden her zaman, yalvaran
diller, haşyetle ürperen gönüller istiyoruz.
Tevbelerimizi kabul buyur, bizi günahlardan arındır, dua ve
isteklerimize cevaplar lütfeyle! Delil ve bürhanlarımızı
hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç, dilimizi
doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle! Allah’ım,
Senden her işimizde sebat, Kur’ân yolunda kararlılık ve
nimetlerine karşı da duyarlılık hissi bekliyoruz. Kapına
yönelenleri boş çevirme, itaatte bulunanlara bol bol
karşılık ver, Sana baş kaldıranlara da doğru yolu göster..
muzdariplerin dualarını icabetle taçlandır, sıkıntıda
bulunanları lütfunla şâd eyle, hasta ruhlara hususi
muamelede bulun, küfür ve ilhad içinde bocalayanlara
da nurunu göster; göster de kalmasın hiçbir yanda
muzlim bir nokta..!