ÖNYARGI FELAKETİ
Uzaklarda bir köyde, kocasi,
çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir
kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak
buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin
yanindan
bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da,
oldukça uysallasir. Bir kaç ay sonra kadinin
çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs
germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.
Günler geçer ve kadin bir gün bir kaç
dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda
kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman
geçer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini
görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir
ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada
içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya
yönelir... Ve odada besigi, besigin içindeki bebegi ve
bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.[/size]
Einstein'in söyledigi rivayet
edilen bir söz var: "insanlardaki önyargiyi parçalamak
benim atomu parçalamamdan çok daha zor"
ONLAR BÖYLEYDİ
Bir kaç yil önce Süleymaniye camisinin yikilma tehlikesi içinde oldugu kesfedilmis.
Eger çözüm bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman içinde yikilacakmis.
Caminin tüm tasiyici yükü kemerlerindeymis. Bu
kemerlerin ortalarinda bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde
yazili bir proje olmadigi için nasil degistirilecegi
bilinmiyormus.
Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarindan olusan
bir heyet hazirlanmis. Bir sürü fikir atilmis ortaya, her
kafadan bir ses çikmis ama sonuç alinamamis.
Ülkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu çözememis.
Tartismalar sürerken caminin içinde büyük bir
karmasa sürüyormus.
Ülkenin çesitli bilim kuruluslarindan bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormus.
Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bölme
bulmus. Bölmede üzerinde eski yazi olan bir not varmis.
Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
Bu kagit parçasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir
mektupmus. Mektupta yazilanlar tercüme ettirilince söyle bir
metin çikmis ortaya:
"Bu notu buldugunuza göre kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
söylediklerini yapmis. Süleymaniye camisi böylelikle
kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.
HAYALİ CİHANA DEĞER
Osmanli'nin sadece bir
yeniçeri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve
talanindan nasil kurtardigini gösteren maziden elmas bir tablo:
19.yüzyilda Almanya'nin Mülhaym sehrindeki Ren nehrinin bir
yakasinda Almanlar, öbür yakasinda da Fransizlar oturuyordu.
Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina geçip
mahsulün tümünü toplayip
götürüyorlardi.
O siralar, birligini temin edemeyen güçsüz Almanlar
ise buna fazla ses çikaramiyorlardi tabi. Her sene böyle
olunca çareyi Osmanli Sultanina durumu yazip, imdat istemekte
bulurlar. Mektupta söyle demektedir:
"Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü
elimizden aliyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dagitan bir
imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi bu
zulümden kurtarin. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu
sene olsun toplama imkani saglayin."
Çöküs faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim
istegini inceleyen padisah asker göndermeyi mümkün ve
gerekli görmez; yalnizca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur
ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu
üç çuval yollanir. Saskina dönen Almanlar,
çuvali alip mektubu okurlar:
"Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize
gerek yoktur. Yeniçerimizin kiyafetini görmeleri kafidir.
Çuval içindeki Osmanli askerinin elbiselerini
adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin görülecek
yerlerinde dolastirin. Karsidan gören Fransizlar için bu
kafidir."
Bag bahçe sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini
kapisirlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri
kiyafetinde, nehir kiyisinda dolasmaya baslarlar. Ertesi gün,
karsidan gelen haber, Almanlarin sevinç çigliklari
atmalarina sebep olur:
"Osmanlilardan imdat geldigini düsünen Fransizlar, korkudan
köylerini de terkederek iç kisimlara dogru
kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça
toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermistir."
Bu olay, Mülhaymlilarin gönüllerinde taht kurmustur.
Giydikleri yeniçeri kiyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a
bagli Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Sehrin en
yüksek binasina da Osmanli bayragi asarlar. Ayrica, halen olayin
yildönümünde de sehirde bir karnaval düzenleyip
hadiseyi temsilen kutlarlar.
GÜL BABA'NIN GÜLLERİ
Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu ikinci Bayezıd avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp
dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:
"- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?"
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
"- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül
Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu
yamaçları güllerle ve dahi türlü
çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."
Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:
"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"
Artık yorgunluklar
unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru
yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça
gül kokuları artıyor, insanın
gözü - gönlü açılıyordu. Değerli
misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:
"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!" Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:
"- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!"
"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"
Gül Baba
tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve
Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun
kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi.
Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:
"- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"
"- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen,
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!"
Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
"- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"
Sonra bahçeyi gezdiler...
Padişah gülleri
okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada
Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi.
Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.
Kısa zaman sonra ise
Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir
bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep
insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen
okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.
Gül Baba'nın
türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki
yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden fatihalar bekliyor.
HAYIR ve ŞER GİZLİDİR.. ANLAYAMAYIZ
Bir zamanlar Afrika'daki bir
ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha
çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte
büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.
Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay
karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı
birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri
dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen
tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş
ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki
sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle
bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım
koptu?" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını
zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral
insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir
bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele
geçirdiler ve köylerine götürdüler.
Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun
yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının
olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle
uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı
yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine
inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve
salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına
döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde
gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva
gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana
koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından
geçenleri bir bir anlattı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın
kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden,
seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için
özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü
birşeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?"
diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını düşünsene?
Uzaklarda bir köyde, kocasi,
çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir
kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak
buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin
yanindan
bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da,
oldukça uysallasir. Bir kaç ay sonra kadinin
çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs
germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.
Günler geçer ve kadin bir gün bir kaç
dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda
kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman
geçer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini
görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir
ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada
içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya
yönelir... Ve odada besigi, besigin içindeki bebegi ve
bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.[/size]
Einstein'in söyledigi rivayet
edilen bir söz var: "insanlardaki önyargiyi parçalamak
benim atomu parçalamamdan çok daha zor"
ONLAR BÖYLEYDİ
Bir kaç yil önce Süleymaniye camisinin yikilma tehlikesi içinde oldugu kesfedilmis.
Eger çözüm bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman içinde yikilacakmis.
Caminin tüm tasiyici yükü kemerlerindeymis. Bu
kemerlerin ortalarinda bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde
yazili bir proje olmadigi için nasil degistirilecegi
bilinmiyormus.
Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarindan olusan
bir heyet hazirlanmis. Bir sürü fikir atilmis ortaya, her
kafadan bir ses çikmis ama sonuç alinamamis.
Ülkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu çözememis.
Tartismalar sürerken caminin içinde büyük bir
karmasa sürüyormus.
Ülkenin çesitli bilim kuruluslarindan bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormus.
Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bölme
bulmus. Bölmede üzerinde eski yazi olan bir not varmis.
Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
Bu kagit parçasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir
mektupmus. Mektupta yazilanlar tercüme ettirilince söyle bir
metin çikmis ortaya:
"Bu notu buldugunuza göre kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
söylediklerini yapmis. Süleymaniye camisi böylelikle
kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.
HAYALİ CİHANA DEĞER
Osmanli'nin sadece bir
yeniçeri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve
talanindan nasil kurtardigini gösteren maziden elmas bir tablo:
19.yüzyilda Almanya'nin Mülhaym sehrindeki Ren nehrinin bir
yakasinda Almanlar, öbür yakasinda da Fransizlar oturuyordu.
Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina geçip
mahsulün tümünü toplayip
götürüyorlardi.
O siralar, birligini temin edemeyen güçsüz Almanlar
ise buna fazla ses çikaramiyorlardi tabi. Her sene böyle
olunca çareyi Osmanli Sultanina durumu yazip, imdat istemekte
bulurlar. Mektupta söyle demektedir:
"Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü
elimizden aliyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dagitan bir
imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi bu
zulümden kurtarin. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu
sene olsun toplama imkani saglayin."
Çöküs faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim
istegini inceleyen padisah asker göndermeyi mümkün ve
gerekli görmez; yalnizca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur
ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu
üç çuval yollanir. Saskina dönen Almanlar,
çuvali alip mektubu okurlar:
"Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize
gerek yoktur. Yeniçerimizin kiyafetini görmeleri kafidir.
Çuval içindeki Osmanli askerinin elbiselerini
adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin görülecek
yerlerinde dolastirin. Karsidan gören Fransizlar için bu
kafidir."
Bag bahçe sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini
kapisirlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri
kiyafetinde, nehir kiyisinda dolasmaya baslarlar. Ertesi gün,
karsidan gelen haber, Almanlarin sevinç çigliklari
atmalarina sebep olur:
"Osmanlilardan imdat geldigini düsünen Fransizlar, korkudan
köylerini de terkederek iç kisimlara dogru
kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça
toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermistir."
Bu olay, Mülhaymlilarin gönüllerinde taht kurmustur.
Giydikleri yeniçeri kiyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a
bagli Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Sehrin en
yüksek binasina da Osmanli bayragi asarlar. Ayrica, halen olayin
yildönümünde de sehirde bir karnaval düzenleyip
hadiseyi temsilen kutlarlar.
GÜL BABA'NIN GÜLLERİ
Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu ikinci Bayezıd avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp
dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:
"- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?"
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
"- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül
Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu
yamaçları güllerle ve dahi türlü
çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."
Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:
"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"
Artık yorgunluklar
unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru
yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça
gül kokuları artıyor, insanın
gözü - gönlü açılıyordu. Değerli
misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:
"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!" Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:
"- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!"
"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"
Gül Baba
tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve
Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun
kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi.
Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:
"- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"
"- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen,
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!"
Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
"- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"
Sonra bahçeyi gezdiler...
Padişah gülleri
okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada
Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi.
Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.
Kısa zaman sonra ise
Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir
bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep
insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen
okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.
Gül Baba'nın
türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki
yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden fatihalar bekliyor.
HAYIR ve ŞER GİZLİDİR.. ANLAYAMAYIZ
Bir zamanlar Afrika'daki bir
ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha
çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte
büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.
Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay
karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı
birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri
dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen
tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş
ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki
sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle
bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım
koptu?" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını
zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral
insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir
bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele
geçirdiler ve köylerine götürdüler.
Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun
yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının
olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle
uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı
yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine
inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve
salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına
döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde
gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva
gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana
koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından
geçenleri bir bir anlattı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın
kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden,
seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için
özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü
birşeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?"
diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını düşünsene?