.talk4her

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.talk4her

müzik dinle klip izle indir resim google yetkinforum video download youtube islamiyet ilahi


    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:07 pm

    Peygamber
    efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın
    yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey
    O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son
    peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği
    hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü
    teâlâ bir hadîs-i kudsîde:
    “Sen
    olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!”
    buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine
    yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu
    göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir.
    Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve
    cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve
    “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.






    Her
    peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden
    her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her
    memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar,
    gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir
    kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden
    önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah
    bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden
    evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili
    Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin
    yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne
    Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’
    (gökyüzü), ne arz (yeryüzü),
    ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.”
    Âdem aleyhisselâm
    yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ
    Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde
    Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin
    nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.”
    buyurdu. Âdem
    aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o
    nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren
    babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.





    Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene
    evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı,
    Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi sene ile 571 senesinin
    nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce
    babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber
    efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir.
    Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de
    vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken
    Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım
    idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da
    denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün
    insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi.
    Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac
    vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye
    hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde
    rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında
    vefât etti.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 9 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 8 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 7 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 6 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 5 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 4 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 3 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 2 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 1
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:08 pm

    Mübarek
    soyu


    Muhammed
    aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve
    temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ
    sûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde
    edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.”
    buyrulmaktadır. Nitekim
    Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ insanları
    yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu
    kısımlarından en iyisini
    (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan
    vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni
    bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların
    en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.”
    buyurmuşlardır.




    Yaratılan ilk
    insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini
    taşıdığı için alnında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i
    Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz
    kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed
    aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti.
    Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed
    aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Allahümme
    salli alâ seyyidinâ Muhammed.”
    derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât
    edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında
    parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru,
    mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet
    et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına
    böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr
    kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek
    sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden
    birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa Muhammed
    aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her
    asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun
    nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan
    zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında
    belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha
    şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri evlâttan evlâda geçerek gelen
    bu nûr İbrâhim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun
    da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlarından Adnan’a,
    ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad,
    oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle
    oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı
    Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal
    ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.




    Sevgili
    Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf,
    Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne,
    Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im.
    Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni
    muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben,
    câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve
    babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye
    kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en
    hayırlınızım.”
    Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ,
    İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne
    oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim
    oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını eçti.
    Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.”
    buyurdu.

    Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası
    Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti
    Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref
    îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu.
    Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından
    Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi
    Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun
    alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği
    Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın
    kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise,
    O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu.
    Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı
    Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve
    neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından
    Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib,
    Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam
    oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ
    gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve
    gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana;
    “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben
    kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın
    tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu
    sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
    diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile
    evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

    Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal
    etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm
    memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de
    bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed
    aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal
    etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda
    harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri
    yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu
    yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti
    yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize
    intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir.
    Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş
    kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok
    sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle
    birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve
    bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular.
    Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk
    yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası
    Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye
    geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de
    duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah
    ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası
    Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz,
    Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve
    yardımcısı benim.” buyurdu.”

    Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece
    rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen
    âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed
    koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka
    bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.

    Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil
    vak’ası
    meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip
    Kâbe’yi ziyâret
    etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans
    İmparatorunun
    da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı
    ve insanların burayı
    ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri
    Kâbe’yi ziyâret
    etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç
    îtibar etmediler.
    Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden
    biri kiliseyi kirletti. Bu
    hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve
    bu maksatla bir
    ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü.
    Ebrehe’nin ordusunda önde
    yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük
    payı alacağı tahmin edilen
    Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya
    başlayınca bu
    fil yere çöktü ve Kâbe yönünde
    yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince
    koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp
    hücum etmek istediği
    halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü
    teâlâ ebâbil (dağ
    kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi.
    Ebâbil kuşlarının
    herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya
    mercimek büyüklüğünde üçer taş
    taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin
    ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker,
    ânında yere düşüp
    öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da
    isâbet edip, kaçtıkça
    etleri parça parça dökülerek öldü. Bu
    husus Kur’ân-ı kerîm’de
    Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere
    olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden
    kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan
    îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması
    yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış,
    çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 18 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 17 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 16 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 15 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 14 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 13 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 12 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 11 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 10
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:09 pm

    Doğumu

    Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on
    ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları
    mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî 571
    yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş
    doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda
    intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.




    O’nun doğumunu
    annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli
    bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip
    kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser
    kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana
    verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı
    ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm,
    Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada
    çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı
    sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına
    benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir
    kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir
    grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş
    ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter
    damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi
    kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem
    (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri
    de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı.
    Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet
    parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu
    kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde
    gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla
    görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir
    beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş
    gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik,
    birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı.
    İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular.
    Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek
    başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden
    kayboldular.”

    Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında
    Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi
    Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da
    gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle
    anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın
    doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke
    Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki,
    doğudan batıya kadar her yer göründü...” Bundan başka birçok hâdiseye
    şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç
    tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.

    Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu
    sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek
    başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi.
    O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi.
    O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak
    istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe
    illallah Muhammedün Resûlullah)
    yazılı idi. Doğar doğmaz secde
    ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek
    ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...”

    Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de
    Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi
    alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok
    yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun
    yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her
    mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için
    bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed
    ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini
    vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini,
    övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini
    koydu.

    Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise
    meydana geldi.

    Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu
    gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar.
    Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir
    sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak
    koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca
    şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed
    bu gece dünyâya geldi...”

    Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere
    yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemâatin bir
    putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap
    içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü
    yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ
    tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri
    sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer
    harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan
    kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye
    rastlıyordu.

    Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu)
    yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine
    kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir
    ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.

    Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta
    olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not
    ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

    O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir
    anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

    Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave
    Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.

    Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş
    kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona
    erdi...

    Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar
    görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların
    hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine
    işâret olmuştur.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 28 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 27 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 25 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 24 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 23 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 22 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 21 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 20 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 19
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:09 pm

    İsimleri
    ve künyeleri

    Peygamber
    efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim,
    Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab
    sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22.
    âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise
    Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği
    bildirilmektedir.
    Kur’ân-ı
    kerîm
    ’de Muhammed ve Ahmed
    isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr,
    Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir,
    Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet,
    Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn... diye anılmıştır. Bundan başka yine
    bâzıları
    Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde
    bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda
    geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen
    isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir.
    Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz,
    Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes,
    Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum... Peygamberimizin ismi
    İncîl’de
    “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’
    ta
    ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi
    karşılığıdır.
    İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip
    Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed
    mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.




    Peygamberimizin hadîs-i
    şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme,
    Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem,
    Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri
    geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz;
    “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben
    Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok
    eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır.
    Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.”
    buyurdu.



    Peygamberimizin
    hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan
    dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine
    peygamberliğinden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması
    gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona
    “El-Emîn” ismini vermiştir.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 37 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 36 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 35 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 34 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 33 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 32 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 31 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 30 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 29
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:10 pm

    Çocukluğu




    Sevgili
    Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun
    tarafından emzirildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtun onu
    günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine
    vermeleri âdetti.




    Mekke’nin havası
    çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar
    yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda,
    verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla
    Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi.
    Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.



    Peygamberimizin
    doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt
    anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî
    Sa’d kabilesi Mekke civârındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte
    mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan
    Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye
    vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir
    kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını
    gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti.
    Bilhassa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların
    herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için
    fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı.
    Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve
    yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf
    olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de
    dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli
    boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile
    hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu,
    Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere
    anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âmine’nin evine götürdü.
    Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden
    beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl
    uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir
    anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne
    koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden
    geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez
    korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim,
    emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki:
    “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan
    olmadı.” Âmine Hâtun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey
    Halîme, üç gün evvel bir nidâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek
    kadın Benî Sa’d kabîlesinden Ebû Züeyb soyundandır.” diyordu.” Ben de
    dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû
    Züeyb’dir.”

    Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır:
    “Âmine Hâtun bana daha nice
    vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden
    önce
    bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana;
    “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok
    faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı
    kimseye anlatma,
    gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan
    sesler duyardım
    ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme,
    o parlak nûru emzirmek
    sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme
    Hâtun şâhit olduğu daha
    nice hâdiseleri anlatmıştır.

    Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım.
    Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey
    Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır
    almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki,
    sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de
    zâten böyle dilerdim” dedim.”

    Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den
    ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar.
    Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki,
    beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış
    olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan
    sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan
    hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip,
    bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.

    Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken
    O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve
    berekete kavuştular.




    Sevgili
    Peygamberimiz süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini
    emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç
    aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş
    aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken
    her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz
    aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı.
    Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe
    illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden
    sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir
    şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak
    dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu
    güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde
    gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ
    birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında
    olmadan süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına
    gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu.
    Şeymâ’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim!
    Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi.




    Yine bir gün süt
    kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına
    gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi,
    Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına
    soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına
    geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm
    ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı:
    “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir
    tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar.
    Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla
    temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr”
    (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’deİnşirah
    sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.

    Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan
    bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben
    ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise
    rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun
    kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında
    emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin
    arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki
    kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni
    tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah
    bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla
    temizlediler.”
    buyurdu.

    Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi.
    Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda
    bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm
    de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir.

    Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü.
    Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile
    birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için
    Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed
    aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi.
    Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî
    âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!”
    demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye
    haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek,
    Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde
    hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu.
    Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:.

    Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
    Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

    Ben de öleceğim tek farkım şudur:
    Seni ben doğurdum şerefim budur.

    Geride bıraktım hayırlı evlad,
    Gözümü kapadım, içim pek rahat.

    Benim nâmım kalır dâim dillerde,
    Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

    Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed
    aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı.

    Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde
    idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın
    dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra
    da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti
    işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını
    bildirmişlerdir.

    Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü.
    Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir
    zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri
    doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi.
    Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin
    çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa
    engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira
    Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat
    sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece
    gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi.
    Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber
    oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!”
    derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını
    önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında,
    bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki:
    “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim.
    Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek
    istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve
    odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi.
    O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece
    hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini
    ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun
    hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında,
    Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ
    üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı
    ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile
    sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O
    zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

    Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip
    yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından
    en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda buldu. Burası
    (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer
    birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı
    râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine,
    sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin
    neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı
    râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması
    lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O
    doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru
    söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin
    oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.

    Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili
    Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak
    istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in
    kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib
    de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet
    etti. Bundan sonra da vefât etti.

    Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû
    Tâlib’in yanında kalmaya
    başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman
    Mekke’de Ebû Tâlib de
    babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden,
    sevilen, saygı
    gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da
    Peygamberimize büyük
    bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi
    çocuklarından çok sever,
    yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok
    hayırlısın, çok
    mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz,
    önce O’nun
    başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu.
    Sabahları
    uyandığında yüzünden nur saçıldığını,
    saçlarının taranmış olduğunu
    görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu
    ve âilesi de kalabalıktı.
    Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve
    berekete
    kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk
    sıkıntıya
    düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu
    Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti.
    O’nun
    bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:11 pm

    Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed
    aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında
    götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da
    Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda
    Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan
    Hıristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan
    bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı
    daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç
    ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği
    yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl
    olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı
    uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla
    birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde
    durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi.
    Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın
    dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip,
    hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş
    kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar
    Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip
    Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri
    hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin
    sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş
    topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir
    kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını
    isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya,
    incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir
    birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü
    alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek
    peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra
    sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin
    neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda
    bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.”
    dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası
    ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra;
    “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince
    yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin
    oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru!
    Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark
    ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda
    büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır.
    Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a
    götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve
    misak olmuştur.”

    Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca,
    Bahîra; “Allahü teâlâ bütün
    peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan
    ümmetlerine âhir zaman
    peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz
    almıştır.” dedi. Ebû
    Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine
    Şam’a gitmekten vazgeçti ve
    mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye
    döndü. Ebû Tâlib,
    Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed
    aleyhisselâmı daha da
    çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde
    O’na yardımcı oldu.
    Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi
    müstesnâ bir insan olarak
    büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı
    sırada Yemen’e
    ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin
    bereketli olması için
    O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice
    hârikulade (olağanüstü)
    halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde
    O’nun bu halleri anlatıldı ve
    Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce
    olacak” diye söylenmeye
    başlandı.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 47 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 46 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 45 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 44 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 43 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 42 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 41 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 40 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 39
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:11 pm

    Gençliği


    Her bakımdan
    insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke
    halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel
    ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği,
    yumuşaklığı ve diğer üstün halleri, insanlar arasında fevkalâde
    farklılığı ile herkes O’na hayran olmuştur. Mekke halkı, O’nda
    gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten
    dolayı da O’na El-Emîn (her zaman kendisine güvenilen) dediler ve
    gençliğinde bu isimle meşhur oldu.




    Peygamberimizin
    gençliği sırasında, Araplar koyu bir câhiliyyet devri yaşamakta olup,
    aralarında puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve daha birçok çirkin
    iş yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hallerinden
    son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün
    Mekke halkı O’nun bu hâlini bilirler ve hayret ederlerdi. Daha
    çocukluğunda O’nunla birlikte Kâbe’yi tavâf eden dedesi Abdülmuttalib
    ve amcası Ebû Tâlib, O’nun putlardan nefret ettiğini iyi bildikleri
    için tavâf sırasında O’nu Kâbe’nin çevresindeki putlara yaklaştırmazlar
    ve bozuk işlerin yapıldığı mahallerden uzak tutarlardı. Nitekim amcası
    Ebû Tâlib ile ticâret için Şam’a gitmek üzere yola çıkıp Busra denilen
    yerde konakladıklarında, kendisinde peygamberlik alâmetleri görerek Lât
    ve Uzzâ putları adına yemin verip, bâzı şeyler soran râhip Bahîra’ya;
    “Bana Lât ve Uzzâ adına yemin vererek bir şey sorma! Vallahi, ben, o
    putlardan duyduğum nefreti hiçbir şeyden duymam.” demiştir. Putlardan
    şiddetle nefret ettiği için aslâ yanlarına yaklaşmazdı.




    Çocukluğunda ve
    gençliğinde kendine âit koyunları güder geçimini böyle sağlardı. Bir
    taraftan da çok bozulmuş olan cemiyetten bu münâsebetle uzak dururdu.
    Bir defâsında Eshâb-ı kirâma; “Koyun gütmeyen hiçbir peygamber
    yoktur.”
    buyurmuştur. “Yâ Resûlallah, sen de güttün mü?” denince; “Evet
    ben de güttüm.”
    buyurdu.




    Muhammed
    aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda Mekke’de âsâyiş
    tamâmen bozularak zulüm son derece yaygınlaşıp mal, can ve nâmus
    emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkından fakir olanların yanında
    ticâret için ve Kâbe’yi ziyâret maksadıyla gelen yabancılar da
    haksızlığa ve zulme uğruyorlar, haklarını almak için mürâcaat edecek
    bir merci bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke’ye gelen
    Yemenli bir tüccarın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından
    zorla elinden alınıp gasb edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû
    Kubeys Dağına çıkıp feryâd ederek hakkının alınması için kabîlelerden
    yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip
    hâdiseler üzerine Hâşim ve Zühre oğulları ve diğer kabîlelerin ileri
    gelenleri Abdullah bin Cedân’ın evinde toplandılar. Yerli yabancı hiç
    kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni olmaya ve
    haksızlığa uğrayanların haklarını almaya karar verdiler. Bu maksatla
    bir de adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmın genç yaşta
    katıldığı ve kuruluşunda çok tesirli olduğu bu cemiyete, daha önceden
    Fadl adındaki iki kişi ile Fudayl adında biri tarafından kurulup
    zamanla unutulan böyle bir cemiyeti de hatırlatmak bakımından,
    Fâdılların yemini mânâsında Hilf-ul Fudûl Cemiyeti denildi. Bu cemiyet,
    zulmü önleyip Mekke’de bozulan âsâyişi yeniden kurdu. Tesiri uzun
    müddet devâm etti. Muhammed aleyhisselâm kendisine peygamberlik
    verildikten sonra bu olayı Eshâb-ı kirâma anlatıp: “Abdullah bin
    Cedân’ın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o
    yeminleşme kırmızı tüylü develere
    (servete) sâhip olmaktan
    daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim.”
    buyurdu.

    Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı.
    Muhammed aleyhisselâmın amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu.
    Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşında bulunduğu sıralarda Mekke’de
    geçim sıkıntısının iyice artması üzerine Mekkeliler Şam’a gitmek üzere
    büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı. Ebû Tâlib yeğeni Muhammed
    aleyhisselâma bu kervana katılmasını tavsiye etti. Amcası Ebû Tâlib’in
    bu tavsiyesi üzerine Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleriyle tanınan ve
    Tâhire (çok temiz) lakabıyla anılan hazret-i Hadîce’nin mallarını
    götürüp satmak üzere bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işe büyük bir
    memnuniyet gösteren hazret-i Hadîce kölesi Meysere’yi de O’nun yanına
    yardımcı olarak vermişti. Bu sefer sırasında bir bulut devamlı üzerinde
    dolaşarak Muhammed aleyhisselâmı gölgeledi. Kuş şekline giren iki melek
    sefer bitinceye kadar O’nunla birlikte hareket etti. Yolda
    yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki deve Muhammed
    aleyhisselâmın ayaklarını eliyle sığamasından sonra, birden
    süratlenerek yola devâm ettiler. Üç ay süren bu sefer boyunca Muhammed
    aleyhisselâmın daha nice hârikulâde hallerine şâhit olan kervandakiler,
    O’nu son derece sevip şânının çok yüce olacağını anlamışlardı. Busra
    denilen yere vardıklarında, daha önce amcası Ebû Tâlib’le ticâret için
    geldiklerinde konakladıkları manastırın yakınında bir yerde bu seferde
    de konakladılar. Gördüğü birçok alâmetten O’nun son peygamber olacağını
    anlayıp söyleyen râhip Bahîra ölmüş, O’nun yerine Nastura adında başka
    bir râhip geçmişti. Manastırın yakınına gelip konan Kureyş kervanını
    seyreden râhip Nastura manastırın yakınında bulunan kuru ağacın altına
    birinin oturmasıyla birlikte yeşermesini görerek koşup geldi. Bir
    elinde bulunan sahifede yazılı olanlara, bir de Muhammed aleyhisselâmın
    yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura bildiği, duyduğu
    ve okuduğu alâmetleri aynen görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek;
    “Îsâ aleyhisselâma İncîl’i indiren Allah hakkı için bu zât son
    peygamber olacaktır. Ne olaydı ben O’nun peygamber gönderilerek
    emrolunduğu zamâna ulaşsaydım!” dedi. Muhammed aleyhisselâm Busra
    pazarında Hadîce Hâtunun mallarını satarken de O’nunla pazarlık yapan
    bir Yahûdî inanmadığı için; “Lât ve Uzzâya(iki put ismi) yemin et ki
    inanayım.” deyince Muhammed aleyhisselâmın; “Ben o putlar adına aslâ
    yemin etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek
    geçerim.” demişti. O’ndaki diğer alâmetleri de gören Yahûdî; “Söz senin
    sözündür. Vallahi bu zât peygamber olacak bir kimsedir ki, âlimlerimiz
    kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır.” diyerek hayranlığını
    açıklamıştı.

    Kureyş kervanı ticâretini tamamlayıp Mekke’ye dönünce, kervanda bulunan
    Hadîce Hâtunun kölesi Meysere Muhammed aleyhisselâm hakkında
    işittiklerini ve gördüklerini Hadîce Hâtuna bir bir anlattı. Hadîce
    Hâtun mallarını satmak üzere teslim ettiği Muhammed aleyhisselâmın iyi
    kâr getirdiğini görerek çok memnun olmuştu. Fakat o bundan ziyâde
    kervanı karşıladığı sırada Muhammed aleyhisselâmı gölgeleyen iki meleği
    görmesi ve sefer sırasında vukû bulan hârikulâde hallerin, kölesi
    Meysere tarafından teker teker anlatılması üzerine hemen amcasının oğlu
    Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka bin Nevfel putlara tapmayan, okumuş
    ve çok bilgili, yaşlı bir Hıristiyandı. Daha önceden rüyâsında; gökten
    ayın inerek koynuna girip, koltuğundan çıktığını ve bütün âlemi
    aydınlattığını anlatan Hadîce Hâtuna Varaka bin Nevfel; “Âhir zaman
    peygamberi vücûda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamânında
    O’na vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en önce
    îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları
    kolundan olacak...” demişti. Hadîce Hâtun bu defâ kölesi Meysere’nin
    anlattıklarını Varaka bin Nevfel’e söyleyince, hayrete düşüp; “Bu
    söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed bu ümmetin
    peygamberi olacak. Ben zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını
    biliyor ve O’nu bekliyordum. Bu zaman O’nun tam zamandır.” dedi.
    Böylece hazret-i Hadîce’nin sevgisi ve îtimâdı daha da arttı.

    Muhammed aleyhisselâm 12 yaşındayken amcası Ebû Tâlib ile ticâret için
    Busra’ya kadar, 17 yaşındayken amcası Zübeyr ile Yemen’e ve 25
    yaşındayken hazret-i Hadîce’nin mallarını satmak üzere Şam’a olmak
    üzere üç defâ seyâhate çıktı. Bunların dışında hiçbir yere seyahat
    yapmadı.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 58 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 57 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 56 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 55 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 54 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 52 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 51 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 49 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 48
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:12 pm

    Evlenmesi

    Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşındayken ilk olarak hazret-i Hadîce
    ile evlendi. Hazret-i Hadîce, Kureyş kabîlesinin Esedoğulları kolundan
    kırk yaşında ve dul bir hanım idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi,
    şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla idi. Yüksek ahlâkı ve üstün
    vasıfları sebebiyle Kureyş arasında “Tâhire” (çok temiz) İslâmiyet
    geldikten sonra da “Hadîce-tül-Kübra” ismiyle meşhur olmuştu. Hadîce
    Hâtun mallarını Şam tarafına götürüp Busra’da satan Muhammed
    aleyhisselâmı; adâleti, üstün ahlâkı ve hakkında duyup şâhit olduğu
    hadiseler sebebiyle son derece takdir etti. Bu hâdiseden kısa bir süre
    sonra, yakınlarının da kabul etmesiyle evlenmeleri kararlaştırıldı.
    Nikâh meclisi hazret-i Hadîce’nin evinde kuruldu. Ebu Tâlib ve Varaka
    bin Nevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin
    Nevfel kıydı. Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri de nikâh şâhidi olarak
    bulundular. Zamânının emsalsiz bir kadını olan Hadîce vâlidemiz evlilik
    hayâtı boyunca Muhammed aleyhisselâma dâimâ hizmet edip yardımcısı
    oldu. Muhammed aleyhisselâmın bu evliliği, onun vefâtına kadar on beş
    senesi peygamberlikten önce onu da Peygamberlikten sonra olmak üzere
    yirmi beş sene sürdü. Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret-i
    Hadîce hayattayken başkası ile evlenmedi. Muhammed aleyhisselâmın
    hazret-i Hadîce’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere Kâsım, Zeyneb,
    Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib) adlarında altı çocuğu
    oldu. Peygamberliği sırasında evlendiği hazret-i Mâriye’den de İbrâhim
    adlı oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeyneb,
    kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtımâ babasının en
    sevgilisiydi. Hazret-i Fâtımâ Peygamber efendimiz kırk yaşındayken
    doğdu. Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettikleri gibi hazret-i
    Fâtımâ’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Hazret-i
    Fâtımâ da Muhammed aleyhisselâmdan altı ay sonra vefat etti. Hazret-i
    Ali ile evlenmişti. Muhammed aleyhisselâmın soyu hazret-i Fâtımâ
    evlâdı, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin ile devâm etti.




    Resûl-i ekrem
    efendimiz ikinci defâ olarak, elli beş yaşında iken, Ebû Bekr’in
    (radıyallahü anh) kızı Âişe radıyallahü anhâ ile evlendi. Bunu,
    Hadîce-tül-Kübrâ’nın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlânın emri ile
    nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.

    Diğerlerini, hep hazret-i Âişe’den sonra, dînî, siyâsî sebeplerle veya
    merhamet ve ihsân ederek Allahü teâlânın izniyle nikâh etti. Bunların
    hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke’deki kâfirlerin,
    Müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye gelince
    Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti. Habeş Pâdişâhı
    Necâşi Hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli sorular sorup, aldığı
    cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı.
    Îmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için,
    papazlara aldanıp mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah
    efendimizin halasının oğlu olan bu mel’un, karısı Ümmü Habîbe’yi de
    (radıyallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya cebr ve teşvik etti ise
    de, o, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını fakat Muhammed aleyhisselâmın
    dîninden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten
    ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümmü Habîbe,
    Kureyş’in (Mekke’nin) o zamanki başkumandanı Ebû Süfyân’ın kızı idi.
    Peygamber efendimiz o zamanlarda, Kureyş orduları ile, çok çetin
    muhârebelerde bulunuyordu ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son
    gayretiyle çarpışıyordu. Peygamber efendimiz ÜmmüHabîbe’nin dîninin
    kuvvetini ve başına gelen bu acı hâli işitti. Necâşi’ye mektup yazıp; “Oradaki
    Ümmü Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya
    gönder!”ş
    eklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce Müslüman
    olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki Müslümanları sarayına dâvet
    ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye
    ve ihsanlarda bulundu. Bu sûretle, Ümmü Habîbe, îmânının mükâfâtına
    kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki
    Müslümanlar da rahat etti. Cennet’te, kadınlar kocalarının yanında
    bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesiyle müjdelenmiş oldu
    ki, dünyânın bütün zevk ve nîmetleri, bu müjde yanında pek küçük kalır.
    Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde Müslüman olmakla şereflenmesini
    hazırlayan sebeplerden biri oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, kâfirlerin
    iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi,
    Resûlullah’ın aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin
    derecesini de göstermektedir.

    İkinci misal; hazret-i Ömer’in kızı Hafsa radıyallahü anhâ dul
    kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında; Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekire ve
    Osman’a (radıyallahü anhümâ) kızımı alır mısın dedikte, düşüneyim,
    demişlerdi. Bir gün, Resûlullah efendimiz, her üçü ve başkaları yanında
    iken; “Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?” diye
    sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah
    efendimiz de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse
    sorardı. O’na, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan hazret-i
    Ömer de; “Yâ Resûlallah, kızımı Ebû Bekr’e ve Osman’a teklif ettim,
    almadılar.” cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz en çok sevdiği üç
    eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen
    buyurdu ki: “Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha iyi
    birisine versem ister misin?”
    Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü, Ebû
    Bekr’den ve Osman’dan daha yüksek ve daha iyi kimse olmadığını
    biliyordu. “Evet, yâ Resûlallah!” dedi. “Yâ Ömer, kızını bana ver!”
    buyurdu. Bu sûretle, Hafsa radıyallahü anhâ, Ebû
    Bekr’in ve Osman’ın ve bütün müminlerin anneleri oldu ve bunlar, ona
    hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân radıyallahü anhüm
    birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.

    Üçüncü bir misal, hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak
    kabîlesinden alınan yüzlerce esir arasındaki Cüveyriye radıyallahü anhâ
    kabîlenin reisi olan Hâris’in kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek,
    kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi, biz,
    Resûlullah’ın âilesinin, annemizin akrabâsını câriye ve hizmetçi olarak
    kullanmaktan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh,
    yüzlerce esirin âzâd olmasına yol açtı. Cüveyriyye radıyallahü anhâ bu
    hâli her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe radıyallahü anhâ
    Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” derdi.


    Resûlullah efendimizin çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, İslâm
    dîninin emir ve yasaklarını bildirmek içindi. Hicab âyeti gelmeden,
    yâni kadınların örtünmeleri emrolunmadan önce, kadınlar da Resûlullah
    efendimize gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah
    efendimiz birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler,
    istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle
    oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabul etmedi,
    onların bilmediklerini, mübârek zevcesi hazret-i Âişe’den sorup
    öğrenmelerini emir eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe,
    hepsine cevap yetiştirmeğe vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti
    kolaylaştırmak ve onun yükünü hafifletmek için lâzım olduğu kadar
    hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nâzik bilgileri, Müslüman
    kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir
    olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu.
    Allahü teâlânın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü
    de omuzlarına aldı.

    Muhammed aleyhisselâm hazret-i Hadîce ile evlendikten sonra da Mekke’de
    ticâretle meşgûl oldu. Ticâreti Saib bin Abdullah ile ortaklık şeklinde
    yürütürdü. Kazançlarıyla misâfirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere
    yardım ederlerdi. Muhammed aleyhisselâm yine bu sıralarda hazret-i
    Hadîce’nin kölesi Zeyd’i himâyesine alıp onu kölelikten âzâd etti. O
    zaman küçük yaşta bulunan hazret-i Ali’yi de yanına alıp evladı gibi
    yetiştirdi.

    Otuz beş yaşındayken Kâbe hakemliği yaptı. O zaman yağmur ve seller
    sebebiyle Kâbe’nin duvarları iyice yıpranmış, bir yangın sebebiyle de
    tahribâta uğramıştı. Bu durum üzerine Kureyş kabîlesi Kâbe’yi İbrâhim
    aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden yapmaya başlamıştı.
    Her kabîleye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük
    bir şeref olduğunu bilen kabîleler, Hacer-ül-esved taşını yerine koyma
    husûsunda anlaşamadılar. Her kabîle böyle bir şerefe sâhip olmak
    istediğinden aralarında gittikçe artan büyük bir anlaşmazlık çıktı.
    Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti.
    Bu sırada Abdülmuttalib’in dayısı ve yaşlı bir zat olan Huzeyfe’nin;
    “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere şu
    kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın.” diyerek Benî Şeybe
    kapısını işâret etti. Oradakiler bu teklifi kabûl edip, Benî Şeybe
    kapısına bakarak ilk girecek ve işin en nâzik ânında bu işi halledecek
    kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan, doğruluğunu, üstün
    ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emîn (her zaman güvenilir)
    dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. “İşte El-Emîn!
    O’nun hükmüne râzıyız.” dediler. Durum Muhammed aleyhisselâma
    anlatılınca bir örtü istedi. Hacer-ül-esved’i örtü üzerine koyup “Her
    kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun.” dedi. Taşı konulacağı yere
    kadar kaldırttı. Sonra da kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu.
    Mekke’de çıkmak üzere olan büyük bir harbin böylece önlendiğini gören
    kabîleler, O’nun bu hareketinden çok memnun oldular. Sonra da yarım
    kalan duvarları yapıp tamamladılar.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 67 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 66 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 65 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 64 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 63 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 62 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 61 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 60 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 59
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:12 pm

    Peygamberliği


    Muhammed
    aleyhisselâm daha otuz yedi yaşında iken gâibden “Yâ Muhammed” diye
    nidâ olunduğunu duyardı. Otuz sekiz yaşında iken de bir takım nûrlar
    görmeye başladı. Bu hâlini sâdece hazret-i Hadîce’ye anlatırdı.
    Muhammed aleyhisselâma peygamberliğin verilmesinin yaklaştığı bu
    sırada, o zamânın meşhur ediblerinden Kus bin Sâide, Ukaz Panayırında
    deve üzerinde büyük bir kalabalığa karşı okuduğu hutbede O’nun
    geleceğini müjdelemişti. Bu hutbeyi dinleyenler arasında Muhammed
    aleyhisselâm da bulunmuştu. Kus bin Sâide bu meşhur hutbesinin bir
    bölümünde şöyle demiştir: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz,
    belleyiniz, ibret alınız, yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur...
    Kulak veriniz iyi dinleyiniz? Gökte haber var, yerde ibret alacak
    şeyler var... Allah’ın indinde bir din... Ve Allah’ın gelecek olan bir
    peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınızın üstüne
    düştü. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de O dahi ona hidâyet
    eyleye. Vay O’na isyân ve muhâlefet eden bedbahta! Yazıklar olsun
    ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..”





    Muhammed
    aleyhisselâm otuz dokuz yaşında iken sâdık rüyalar görmeye başladı.
    Rüyâsında ne görürse aynen çıkardı. Bu hal altı ay devam etti. Bundan
    sonra yalnızlığı sevip insanlardan uzaklaşarak Hira Dağında bir
    mağarada tefekküre dalardı. Bâzan Mekke’ye gelir Kâbe’yi tavâf ettikten
    sonra evine giderdi. Evinde bir müddet kalıp yanına biraz yiyecek
    alarak yine Hira Dağındaki mağaraya gidip tefekkür ve ibâdetle meşgul
    olurdu. Bu hâlini gören Mekkeliler; “Muhammed Rabbine âşık oldu.”
    demişlerdi.




    Muhammed
    aleyhisselâm kırk yaşında iken yine bir Ramazan ayında Hira Dağındaki
    mağaraya çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Ramazanın 17. Pazartesi
    gecesi, gece yarısından sonra kendisini adıyla çağıran bir ses işitti.
    Başını kaldırıp etrafa baktığı sırada ikinci defâ bir ses işitti ve her
    tarafı birden bire bir nûr kapladığını gördü. Sonra Cebrâil
    aleyhisselâm karşısına geldi. “Oku!” dedi. “Ben okumuş
    değilim.”
    dedi. O zaman melek Muhammed aleyhisselâmı tutup tâkatı
    kesilinceye kadar sıktı ve; “Oku!” dedi. Yine; “Ben okuma
    bilmem.”
    cevâbını verdi. İkinci defâ sıktı ve; “Oku!” dedi.
    “Ben okuma bilmem.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm
    üçüncü defâ tutup sıktı ve sonra bıraktı ve; “Oku! Her şeyi yaratan
    Rabbinin ismiyle ki O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı! Oku, Allahü
    teâlâ büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, bilmediklerini
    öğretir.”
    meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi.
    Muhammed aleyhisselâm da onunla berâber okudu. İlk vahiy bu sûretle
    başladı ve bütün cihânı aydınlatan İslâm güneşi doğdu.




    Muhammed
    aleyhisselâm Peygamberlik vazîfesinin mesuliyetini düşünerek büyük bir
    ürperti ve heyecanla Hira Dağındaki mağaradan çıkıp aşağıya inmeye
    başladı. Dağın ortasına geldiği sırada bir ses duydu. Cebrâil
    aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, Sen Allah’ın resûlüsün; ben de Cibril’im.”
    diyordu. Cebrâil’in sesini duyduğu gibi kendisini de gördü. Cebrâil
    aleyhisselâm burada Peygamberimize abdest almasını gösterdi. Peygamber
    efendimiz evine dönünceye kadar yanından geçtiği her taşın, her ağacın
    «Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah» dediğini işitiyordu. Bundan sonra evine
    gelip; “Beni örtünüz.” buyurarak ürpermesi geçinceye kadar bir
    miktar yattı. Biraz istirâhat ettikten sonra gördüklerini hazret-i
    Hadîce’ye anlattı. O da; “Biliyorum ki sen doğru sözlüsün... Emânete
    riâyet edersin... Güzel huylu ve iyi ahlâklısın... Senin bu ümmetin
    peygamberi olacağını umarım...” dedi. Sonra bu durumu sormak üzere
    Varaka bin Nevfel’e gittiler. İbraniceyi bilen, çok kitap okumuş ve
    dinler hakkında bilgi sâhibi olan Varaka bin Nevfel’e durumu
    anlattılar. Varaka Muhammed aleyhisselâmın anlattıklarını dinledikten
    sonra; «Müjde yâ Muhammed! Allah’a yemin ederim ki sen Îsâ’nın
    (aleyhisselâm) haber verdiği son peygambersin!Sana görünen melek,
    senden evvel Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelen Cebrail’dir. Ah! ne
    olurdu!Genç olaydım. Seni Mekke’den çıkardıkları zamâna yetişeydim de
    sana yardım etseydim.» dedi.





    Muhammed
    aleyhisselâma ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu arada
    Mikâil aleyhisselâm adındaki melek gelip bâzı şeyler öğretti. Fakat
    vahiy getirmedi. Bu sırada Peygamber efendimiz üzüldükçe Cebrâil
    aleyhisselâm gözüküp; “Ey Muhammed! Sen Allah’ın peygamberisin!” der,
    üzüntüsünü giderirdi.



    İlk vahyin gelmesiyle peygamberliği duyulmaya başlayan Muhammed
    aleyhisselâmın tebliğinin 13 senesi Mekke, 10 senesi de Medîne’de geçti.








    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 78 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 77 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 76 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 74 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 73 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 72 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 70 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 69 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 68
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:13 pm

    Mekke
    devri





    Muhammed
    aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra yine Hira Dağına
    çıkmıştı. Dağdan aşağı inerken bir ses duydu. Başını kaldırıp
    baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Mübârek kalbi çarparak ve
    ürpererek evine dönüp; “Beni örtünüz.” dedi ve örtündü. Bu
    sırada Cebrâil aleyhisselâm Müddessir sûresinin; “Ey örtüye bürünen
    (Muhammed aleyhisselâm)! Kalk da (kâfirleri
    Allahü teâlânın azâbı ile) korkut. Rabbini tekbir et, tâzim et!
    Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın
    iyiliği çok görerek başa kakma! Rabin için sabret! Sûra üfürüldüğü
    zaman kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur...”
    meâlindeki
    ilk âyetlerini getirdi. Bundan sonra vahiy aralıksız devâm etti. Kur’ân-ı
    kerîm
    âyetleri, 22 sene 2 ay 22 gün süren bir müddet içerisinde
    vahyedilip tamamlandı.

    Muhammed aleyhisselâm, “ümmî” idi. Yâni kitap okumamış, yazı yazmamış,
    kimseden ders görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler
    arasında yetişip, seyâhat etmemişken, Tevrat’ta ve İncil’de,
    Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden,
    hâdiselerden haber verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı
    senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişahlarına
    mektuplar gönderdi. Hizmetine altmıştan ziyâde yabancı elçi gelmiştir.
    Bu husûsu Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle
    bildiriyor: “Sen bu Kur’ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap
    okumadın. Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin
    diyebilirlerdi.” (
    Ankebut sûresi: 48). Hadîs-i şerîfte de; “Ben
    ümmî peygamber Muhammed’im... Benden sonra peygamber yoktur.”
    buyruldu.
    Yine Kur’ân-ı kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

    O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden
    konuşmamaktadır. O’nun sözleri, O’na bir vahy ile bildirilmekte,
    öğretilmektedir.
    (Necm sûresi: 3-4)




    Peygamber
    efendimize vahyin gelmesinden sonra ilk îmân eden hazret-i Hadîce oldu.
    Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize
    abdestin nasıl alınacağını öğretti. Sonra da O’nunla birlikte iki rekat
    namaz kıldı. Muhammed aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği
    gibi abdest almayı ve kıldıkları iki rekat namazı hazret-i Hadîce’ye de
    öğretti. Ona imam olup bu iki rekat namazı kıldırdı. Bu sırada henüz
    beş vakit namaz emredilmemişti. Sâdece sabah ve ikindide iki vakit
    namaz kılınıyordu. Onları bu şekilde namaz kılarken gören hazret-i Ali
    de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz insanları İslâma dâvet işine önce
    yakınlarından ve samîmî dostlarından başladı. Hazret-i Hadîce’den ve
    hazret-i Ali’den sonra âzâtlı kölesi Zeyd bin Hârise, eski dostu ve
    yakın arkadaşı hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman, Abdurrahmân bin Avf,
    Sa’d bin Ebi Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah Müslüman
    oldular. Hazret-i Hadîce’den sonra Müslüman olan bu sekiz kişiye
    “Sâbıkûn-i İslâm”, yâni ilk Müslümanlar denir.




    Muhammed
    aleyhisselâm, insanları İslâma dâvet et emrinden sonra halkı gizlice
    İslâma dâvet etti. İnsanlar birer ikişer Müslüman oluyordu. Bu ilk
    yıllarda Müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı.




    Bir müddet sonra; “Yakın
    akrabânı Allah’ın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır.”
    âyet-i
    kerîmesi gelince, Muhammed aleyhisselâm akrabâsını dîne dâvet etmek
    üzere hazret-i Ali vâsıtasıyla onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı.
    Önlerine, bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas süt
    koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsını buyur etti.
    Gelenler kırk kişi kadar olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed
    aleyhisselâmın mûcizesi olarak hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi.
    Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra
    Muhammed aleyhisselâm, akrabâlarınıİslâma dâvet etmek için söze
    başlamak üzereyken amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bugünkü gibi
    bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi.” dedi.
    Sözlerine hakâretle devâm edince, dâvetliler dağıldılar.

    Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra akrabâsını tekrar dâvet etti. Ali
    radıyallahü anh yine hepsini çağırdı. Önceki gibi yine önlerine yemek
    kondu. Muhammed aleyhisselâm yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd,
    yalnız Allah’a mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır,
    O’na dayanarım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah’tan başka tanrı
    yoktur. O birdir, O’nun eşi ve ortağı yoktur.”
    dedikten sonra
    sözlerine şöyle devâm etti: “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu
    bildiriyorum... Sizi bir olan ve O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a îmân
    etmeye dâvet ediyorum. Ben O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği
    peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz.
    Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan
    hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât,
    kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya
    Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan,
    âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.”

    Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra; “Sen
    emrolunduğun şeye devâm et! Seni korumaktan geri durmayacağım. Fakat
    eski dînimden ayrılmak husûsunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım.”
    dedi. Ebû Leheb hâriç, orada bulunan diğer amcaları ve akrabâsının
    hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttaliboğulları,
    başkaları O’nun elini tutup mâni olmadan önce siz O’na mâni olun!” gibi
    daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu sözleri üzerine Muhammed
    aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve
    O’nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan
    bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini
    bildiriyorlar. İşte O peygamber, budur!” dedi. Ebû Leheb, bu sözler
    karşısında çirkin konuşmalarına devâm edince, Ebû Tâlib, kızarak; “Ey
    korkak!Vallahi biz sağ oldukça, O’na yardımcı ve koruyucuyuz!” dedi.
    Muhammed aleyhisselâma da; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna
    dâvet etmek istediğin zamânı bilelim, silâhlanıp seninle birlikte
    ortaya çıkarız!” dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze
    başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim
    size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (
    yâni
    bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir
    kimse yoktur. Ben sizi dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki
    kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum ki o da: Allah’tan başka ilâh
    olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.
    Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti.”
    buyurup; “O
    halde hanginiz benim bu dâvetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım
    olur?”
    dedi.

    Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm
    bu sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa
    kalkıp; “Yâ Resûlallah, her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de
    sana ben yardımcı olurum!” dedi. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm
    hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleriyse hayret içinde ve alaylı
    alaylı gülerek dağıldılar.

    Peygamberliğin dördüncü yılında: “Sana emrolunan şeyi açıkla, baş
    ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.”
    (Hicr sûresi: 4)
    meâlindeki ilâhî emir gelince, Mekkelileri açıktan açığa İslâma dâvet
    etmeye başladı. Vahyolunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din
    olan İslâmı kabul etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az
    oldu. Îmân etmeyenler de önce O’ndan alâkalarını kesmediler. Allahü
    teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince, bunları işiten
    Kureyş kavmi Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sâhibi
    olduğunu bildikleri halde O’ndan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.

    Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkarcı tutumu karşısında onları
    dâimâ îmâna dâvet ediyordu ve Mekkelilerden bir kısmı îmânla
    şerefleniyordu. Yine bir gün Safâ Tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür
    bir sedâ ile; “Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size
    mühim bir haberim var.”
    diye seslendi. Bunun üzerine kabîleler
    merakla koşup orada toplandılar. Hayretle bakmaya, merakla beklemeye
    başladılar. “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi
    haber vereceksin?” diye sordular. Muhammed aleyhisselâm; “Ey Kureyş
    kabîleleri!”
    hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir
    dikkatle dinlemeye başladı. Onlara; “Benimle sizin hâliniz, düşmanı
    görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce
    âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh
    (ey
    topluluklar).” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey
    Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var,
    üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?”
    dedi.
    “Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey
    görmedik. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler.

    Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş
    kabîlelerinin ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey
    Abdülmuttaliboğulları!...”
    şeklinde sayarak; “Ben size
    önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana; “En yakın
    akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe
    illallah vahdehû lâ şerike leh (
    Allah birdir, O’ndan başka hiçbir
    ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O’nun kulu
    ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennet’e gideceksiniz. Siz Lâ
    ilâhe illallah demedikçe ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette
    bir nasip sağlayabilirim!”
    dedi. Dinleyen kabîleler arasından Ebû
    Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı
    taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda böyle bir
    muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in
    gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra; “Ebû Leheb’in
    elleri kurusun, zâten kurudu...”
    diye başlayan Tebbet sûresi nâzil
    oldu.

    Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere
    peygamber olarak
    gönderilip, insanları açıkça İslâma
    dâvet etmesi emredildiği zaman,
    bütün insanlık âlemi dînî,
    rûhî, içtimâî ve siyâsî
    bakımlardan yaygın
    bir karanlık, tam bir câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık
    içerisinde bulunmakta idi. O zaman dünyâ
    üzerinde göze çarpan belli
    başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye,
    Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar
    inançsızlığın veya
    bâtıl inançların içinde çırpınan ve ne
    yaptığını bilmeyen azgınlar
    hâline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet
    öyle kesifleşmişti ki
    insanlar; her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îmân ve
    ibâdet etmek
    yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere veAllahü
    teâlânın yarattığı
    eşyâya tapıyorlardı. Zavallı insanlık yıldızlara, ateşe,
    elleriyle
    yonttukları taştan ve tahtadan putlara “ilâh” diye
    secde ediyordu...
    Sınıflara ayrılan insanlardan kuvvetliler zayıfları korkunç bir
    tahakkümle eziyordu.

    Dünyâ üzerinde siyasî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan
    Arabistan’da da durum diğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da
    insanlar inanç bakımından bâzı değişiklikler gösteriyordu. Bir kısmı
    tamâmen inançsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabul etmiyordu. Bir
    kısmı ise Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, fakat insandan bir
    peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allah’a inanıyor
    âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allah’a şirk koşarak
    putlara tapıyordu. Müşriklerin herbirinin evinde bir put bulunuyordu.
    Kâbe’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka İbrâhim’in
    (aleyhisselâm) bildirdiği din üzere olan ve “Hanîfler” denilen ve
    putlardan uzak duran kimseler de vardı.

    Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle
    göçebe hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme
    hâlinde bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri
    için bir geçim vâsıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve
    yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan’da
    siyâsî bir nizam, içtimâî bir düzen de yoktu. Yine bu sırada, dünyânın
    diğer yerlerinde olduğu gibi, Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine
    ulaşmıştı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık
    nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze
    karşı kullandığı en amansız ve tüyler ürpertici bir vâsıta olarak
    başvuruluyor, kadın basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da
    kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu
    korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar
    üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım!”
    diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç
    kulak asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk etmekte en ufak
    bir vicdan azâbı duymuyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamânın insanları
    arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok
    olmuş gibiydi.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:16 pm

    Korkunç bir câhiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir
    husus vardı. O da; edebiyâtın, belâgatın ve fesâhatın yaygınlaşarak
    zirveye ulaşmış olmasıydı. Şâire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük
    bir iftihâr vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir kendisi ve kabîlesi
    için îtibâr sağlardı. Belirli zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve
    hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya
    hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliyye devrindeki Kâbe duvarına
    asılan en meşhur şiirlere «Muallakat-ı Seb’a» (yedi askı) denilmiştir. Kur’ân-ı
    kerîm
    âyetleri inmeye başlayınca O’ndaki eşsiz belâgatı gören nice
    kimseler de bu sebeple Müslüman oldu.

    Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu
    bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber
    olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân
    etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça
    düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay
    tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına
    girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve
    şiddet gösterme devresi başladı.

    Müşriklerden bilhassa azılı beş kişi, SevgiliPeygamberimiz Muhammed
    aleyhisselâmı çok üzüp alay ediyorlardı. Bunlar arasında, Âs bin Vâil,
    Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre ve Hâris
    bin Kays vardı. Bir defâsında Peygamber efendimiz Kâbe’nin yanında
    otururken, Cebrâil aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi
    önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin Vâil’in ayağının
    tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Abdi Yagves’in
    başına, Velîd bin Mugîre’nin inciğine, Hâris’in karnına birer işâret
    koydu ve; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs
    eyledi. Yakında bunların her biri bir belâya uğrayıp helâk
    olacaklardır.” dedi. Bu beş müşrikten Âs bin Vâil bir gün merkebe
    binmişti. Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken
    battı. Dikenin battığı yer şişti ne kadar ilâç yapıldı ise çâre
    bulamadılar. Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı
    beni öldürdü.” diye feryâd ede ede öldü. Esved bin Muttalib, Mekke’nin
    dışında bir ağaç altında otururken birden bire gözleri kör oldu.
    Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu ağaca çarparak
    helâk etti. Esved bin AbdiYagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı Semûm denilen
    yere gitmişti. Buradayken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip
    kapısını çalınca âilesi onu tanıyamadı ve içeri almadı. Kahrından
    başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık
    yemişti. Öyle bir harârete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su
    içe içe çatladı. Velîd bin Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı
    önünde demir parçası battı. Yarasından çok kan aktı ve; “Muhammed’in
    Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ederek öldü.

    Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm,
    Eshâb-ı kirâmdan Erkam bin Ebil Erkam’ın evini emniyetli bir yer olarak
    seçti. Dar bir sokak içinde, Safâ Tepesinin doğusunda bulunan bu ev
    giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi.
    Peygamber efendimiz İslâmiyeti burada anlatıyor ve Müslümanlar oraya
    toplanıyordu. Birçok Mekkeli bu evde Müslüman oldu. Bir merkez olarak
    seçilen bu eve “Darü’l-İslâm” adı verildi.

    İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet
    olarak gönderilen
    Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri
    yaşamakta olan
    insanları açıkça İslâma çağırdı.
    Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya
    îmân
    etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün
    çirkin
    işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine,
    şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar
    bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek
    Muhammed
    aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na
    düşman kesildiler.
    Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların
    ayıplamalarından
    sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve
    şehvetlerine uyarak
    saâdetten mahrum kaldılar.

    Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık
    gösteren müşrikler, önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp
    O’na; kâhin, mecnûn, şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak
    istediklerinde, bunların hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda
    bulunmadığını yine kendileri îtirâf ediyorlardı. O’na bir şeyler
    söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid bin Mugîre şöyle
    diyordu: “Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. O’nun okuduğu
    ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler hem doğru hem
    yalan söyler. Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik. O mecnun, deli de
    değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur. O
    şâir de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz. O’nun okudukları
    bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları
    gördük. O’nun okudukları sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve
    düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor.”

    Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya
    kalkışan müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın
    okuduğu âyetleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileriyse geceleri
    gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir
    köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya
    başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı kerîm’idinlemeye
    geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar
    bir daha böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece yine birbirinden
    habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca
    da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin
    ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefislerine
    uyup, üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini
    ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak
    îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mâni oldular. Sokaklarda,
    “Muhammed sihirbâz.” diye bağırdılar.

    İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler,
    artık alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar.
    Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan
    sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Sevgili
    Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan gelenlere İslâmı anlatarak dâvet
    ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor, inanmayın.” diyerek
    taşkınlık gösterirlerdi. İlk Müslüman olanlardan, önce zayıf ve
    kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar. Bütün
    bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine,
    İslâmın günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular.

    Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine,
    haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören
    müşrikler, buna mâni olmak için ilk safhada başvurdukları şeylerin
    sonuç vermediğini gördüler. Hattâ ileri gelenleri toplanıp Peygamber
    efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib! Biz senden
    kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz. Ya O’nu
    bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok
    oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışırız... Bundan vazgeçsin ne
    isterse vereceğiz...” dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini
    Muhammed aleyhisselâma nakletti. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey
    amca! Şunu bil ki, güneşi sağ, ay’ı da sol elime verseler
    (her ne
    vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ
    etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna
    yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı fedâ ederim.”
    dedi. Bu
    sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili Peygamberimizin boynuna sarılarak;
    “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni aslâ herhangi bir şeyden
    dolayı kimseye teslim etmeyeceğim...” dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her
    şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını anlayan
    müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed
    aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana
    istediğin kadar verelim. Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize
    hükümdâr yapalım. Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu
    dâvâdan vazgeç.” Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin
    söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı
    istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için
    gelmedim. Fakat Allah, beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir
    kitap da indirdi. Îmân ederseniz Cennet’le müjdeleyici, isyânınızdan
    dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin
    bana vahyettiklerini size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size
    getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve
    âhirette nasîbiniz ve saâdetiniz olur. Onu reddederseniz Yüce Allah
    aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna
    katlanmak benim vazîfemdir.”

    İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden
    de netice alamayınca işi zulüm ve işkence safhasına döktüler. Muhammed
    aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil şöyle dedi:
    “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye
    kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de; “Sen
    istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler. Ertesi günü beklediler ve
    Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu. Secdeye vardığı
    sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Fakat yaklaşır
    yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı. Ellerinin
    canı kesildi ve taş yere düştü. Bu hâli gören ve merakla seyreden
    müşrikler; “Ne oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini
    görmediğim zaptedilmez bir arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü.”
    dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla
    karşılaşmıştı.

    Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir
    kısmı da düşmanlıkta ısrar ediyordu. Bundan başka müşriklerin Muhammed
    aleyhisselâma saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını
    yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan Müslüman olanlara yaptıkları
    işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini almıştı. Yapılan işkencelere
    dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve Ebû Cehil tarafından
    karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in (radıyallahü anh)
    hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular.

    Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve
    zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine
    gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar.”
    buyurdu.
    Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M. 615) Eshâb-ı kirâmdan
    10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den
    Habeşistan’a hicret ettiler. Bi’setin altıncı yılında Hamza’nın, sonra
    da hazret-i Ömer’in îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar
    kuvvetlendi.

    Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi
    karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine
    mâruz kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci
    yılında (M.617) Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından
    meydana gelen bu kâfile de Habeşistan’a hicret etti. Bu arada
    İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her yola başvuran müşrikler,
    Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler
    okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında
    şaşırıyorlardı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:16 pm

    Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu. Bunu engellemek için
    çeşitli yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya,
    başta ticârî olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek
    üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan
    hiçbir şey satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da
    yazarak Kâbe içine astılar. Müslümanlar ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib
    mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye
    yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı. Oradan, birşey satın
    almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için gitmek
    isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhâsara
    altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları
    için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Sâdece hac mevsiminde
    dışarı çıkabiliyorlardı. Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey
    satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok
    yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey
    satın alamıyorlardı. Bâzıları yiyecek bulamadıkları için ağaç
    yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük çocuklar açlıktan
    feryad ediyordu. Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya düşenlerin
    ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da
    kâfi gelmemişti.

    Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders
    verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden
    müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar. Allahü
    teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye
    bir güve kurdu musallat etti. Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike
    Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını tamâmen yiyip bitirdi. Bu husus
    Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyle bildirildi.
    Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirince, Ebû
    Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre,
    Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş ve
    (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve
    iftirâ olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip
    bakınız. Bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz.” dedi. Kâbe’ye
    gidip astıkları sahifeyi gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini
    gördüler. Bu hâdise karşısında şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen
    kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri
    üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen vazgeçmek zorunda
    kaldılar. Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip, İslâmiyetin
    yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular. Halbuki
    İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed
    aleyhisselâm câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî
    saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları
    büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakâret ve işkenceleri
    karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve
    Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile
    aydınlanıyordu.

    Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince
    Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye geldi.
    Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle
    ilgili duydukları şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere
    Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe yanında Peygamber efendimizle görüşen bu
    Hıristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini dinleyip çok ağladılar.
    Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sordukları her soruya
    verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili
    Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir
    şevkle sevinç gözyaşları dökerek Müslüman oldular. Bu hâllerini görerek
    kendilerine çeşitli hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere
    aslâ aldırış etmediler; “Bize yaptığınız câhilliği biz size yapamayız
    ve bize nasîb olan hak dinden aslâ dönmeyiz.” dediler.

    Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu
    Kâsım ve bir müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât
    ettiler. Yine bi’setin onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû
    Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti.
    Ard arda ortaya çıkan bu ölüm hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül
    hüzün (hüzün yılı)
    denildi. Bu vefât hâdiselerine çok sevinen
    müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı öncekinden daha
    şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayattayken onun himâyesinden
    çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve
    Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar.

    Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu.
    İşkenceyi arttırıp, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten
    bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e
    gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Kimse îmân etmediği gibi
    alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular.
    Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri dönerken mübârek bacakları
    yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol
    kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını sildiler.
    Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının
    üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil
    aleyhisselamı gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki,
    Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti. (Bir melek
    göstererek) Şu melek, Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir.
    Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin.” dedi. Dağlara müvekkil
    melek (Mekke’nin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını
    göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine
    kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret, kavuşturayım!” dedi.
    Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz; “Hayır! Ben
    insanlara rahmet olarak gönderildim. Allahü teâlânın, bu müşriklerin
    sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir nesil çıkarması
    için duâ ederim.”
    buyurdu.

    Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan
    Nahle adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti. Bu sırada namaza
    durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu
    Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamber
    efendimizle görüşüp Müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize
    varınca benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet
    edin.”
    buyurdu. O cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince,
    işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde
    Cin sûresinde bildirilmektedir.

    Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye
    yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı
    geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû
    Tâlib’in kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi.
    Ümmü Hâni, o zaman îmân etmemişti.

    Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af
    dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya
    başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

    O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine
    Muhammed aleyhisselâmı Mirac’a götürdü. Gökleri aştı, bilinmeyen,
    anlaşılmayan, anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı,
    Kürsî’yi gördü. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü
    teâlâyı görüp konuştu.

    Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye
    “Peygamberimizin “Mîrâcı” denir. Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle
    uyanıkken çıktı. “Beden ile gittim.” buyurdu. Peygamber
    efendimize Mîrâc gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş
    vakit namaz bu gecede farz kılındı. Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de
    İsrâ sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.

    Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve
    istememelerine rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak
    insanları İslâma dâvet etti. Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan,
    yakından gelenlerle dolup taşardı. Peygamberimiz bu mevsimde kurulan
    panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap kabîlelerine İslâmı anlatır ve
    onları îmâna dâvet ederdi. Müşrikler ise hep mâni olmak için
    uğraşırlardı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:17 pm

    Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac
    mevsiminde Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı
    kişiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu
    ve İslâma dâvet etti. Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi
    Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk
    Medîneli Müslümanlardır. Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci
    yılında yine hac mevsiminde 12 Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini
    kabûl ederek Müslüman oldular. Allah’a şirk koşmayacaklarına, zinâdan,
    hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, kız
    çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat edeceklerine
    dâir kesinlikle söz verdiler. Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları
    denilmiştir. Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu.
    Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı
    kerîm
    ’iöğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i,
    muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Bu sıralarda
    Medîne’deki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Umeyr’in
    üstün gayretleriyle Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden
    hemen hemen Müslüman olmayan kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyetMedîne’de
    yayıldı. Peygamber efendimiz Medîne’deİslâmın bu şekilde süratle
    yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç Yılı denildi.
    Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine hac mevsiminde
    Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece yarısı
    Sevgili Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan
    başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin
    emirlerini yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden
    çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi
    nefsinizi ve nâmusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz
    veriyor musunuz?”
    buyurdu. Bunu seve seve kabûl ettiklerini
    bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin uğrunda ölürsek bize ne
    var?” diye sordular. “Cennet var.” buyurunca, Resûlullah
    efendimizin elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bunların içinden
    Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci
    olarak seçti. Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed
    aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi. Allah’ın
    ve Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek
    sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifâde ettiler.

    İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve
    sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli
    müşriklerin Müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir
    hal aldı. Müslümanlar durumlarını arzedip hicret için izin istediler.
    Peygamber efendimizin; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara
    taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve
    bildirildi. Orası Yesrib
    (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz.
    Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Yüce Allah onları size kardeş
    yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.”

    buyurarak Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin
    vermesi üzerine, bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler.

    Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık
    gibi sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz,
    hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse
    kalmayıp Medîne’ye hicret ettiler.

    Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip
    ne yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları
    işleri görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar. Bu sırada
    şeytan Necdli bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi. Ebû Cehil;
    “Muhammed’i öldürelim” deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi.
    Bunun üzerine müşrikler bu kararda birleştiler. Her kabîleden birer
    kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler. Bunlar gece vakti evini sarıp
    sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi öldürmek üzere
    harekete geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili Peygamberimize bu
    durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi. Resûlullah
    efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine
    bırakılan emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi.

    Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını
    sardığı sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin
    ilk âyetlerini okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti.
    Bekleyenlerin hiçbirisi onu göremedi. Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç
    gün orada bir mağarada gizlenip sonra Medîne’ye hicret ettiler. O gece
    evinin etrafında bekleyen müşrikler sabaha doğru eve girince Ali
    radıyallahü anh ile karşılaştılar. Muhammed aleyhisselâmın Mekke’den
    ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular. Ancak Resûlullah’ın mûcizeleri
    karşısında âciz kalıp bulamadılar.

    Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de,
    Mîlâdi 622 senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri
    başladı.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 91 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 90 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 88 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 86 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 84 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 83 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 81 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 80 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 79
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:17 pm

    Medîne
    devri





    Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Medîne’ye hicretiyle
    Müslümanlar için yeni bir devir başlamış oldu. Resûlullah efendimizin
    Mekke’den Medîne’ye hicret etmekte olduğu işitilince, hâdise Medîne’de
    büyük bir sevinçle karşılandı. Müslümanlar onu karşılamak için yollara
    düştüler. Sevgili Peygamberimiz Kubâ’ya gelince orada ilk mescidi
    yaptırdı. Kubâ’da 10 gün kaldıktan sonra Medîne’ye hareket ettiler.
    Cumâ günü Rânuna Vâdisinden geçerken öğle olmuştu. Peygamberimiz cumâ
    namazının farz olduğunu bildirdi ve orada ilk cumâ namazını kıldırdı.
    Medîne’ye varınca görülmemiş bir sevgi ve tezâhüratla karşılandı.




    Bu sırada
    Medîne’de Yemen’den gelip yerleşmiş olan Evs ve Hazrec kabîleleri ve
    Benî Kaynuka, Benî Nâdir, Benî Kureyzâ adında üç Yahûdî kabîlesi
    bulunuyordu. Mekkeli Müslümanların gelip Medîne’de bulunan
    Müslümanlarla her bakımdan yardımlaşmak üzere kardeşlik kurmaları ile
    Medîne’nin havası değişmişti.




    İlk zamanlarda,
    Medîne’de bir mescid olmadığı için Sevgili Peygamberimizin bulunduğu
    her yerde cemâatle namaz kılınıyordu. Daha sonra Resûlullah efendimizin
    Medîne’ye ilk geldikleri gün devesinin çöktüğü arsa satın alınarak
    oraya bir mescid inşâ edildi. Resûlullah için de, bu mescide bitişik
    odalar yapıldı.




    Peygamber
    efendimiz kalmakta olduğu, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Eyyûb-i Ensârî Hâlid
    bin Zeyd’in evinden mescidin bitişiğinde yapılan bu odalara taşındı.
    Ayrıca mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak hicret eden
    Müslümanlarla Medîneli Müslümanlar arasında kardeşlik kurdu. Her
    Medîneli Müslüman, Mekke’den gelen Müslümanlardan birini evine aldı,
    malına ortak etti. Evi, âilesi olmayan yetmişten fazla fakir Müslüman
    da mescidin avlusunda yapılan sofada ikâmet ettiler, bütün ihtiyaçları
    burada karşılandı. Bunlara “Eshâb-ı Suffe” denildi. BunlarPeygamber
    efendimizin yanından ayrılmaz, söylediklerini ezberler, İslâmiyeti
    iyice öğrenirlerdi. Medîne dışındaki yerlere İslâmiyeti öğretmek üzere
    bunlardan öğretici muallimler gönderilirdi.




    Hicretin birinci
    yılında Medîne’de mescid yapıldıktan sonra günde beş vakit ezân
    okunmaya başlandı. Yine bu sene Peygamber efendimiz hazret-i Ebû
    Bekr’in kızı hazret-i Âişe ile evlendi.

    Her sene hac mevsiminde çevreden Kâbe’deki putlara tapmak için gelen
    Arap kabîlelerinden kazanç sağlayan müşrikler bu kazancın ellerinden
    kaçması endişesine kapıldılar. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Şam ticâret
    yolu da Medîne yakınından geçiyordu. Müslümanların bu yolu da
    kapamasından korkan müşrikler, yeni çâreler arıyorlardı.

    Hicretten sonra Medîne’de birleşen Müslümanların karşısında; Mekkeli
    müşrikler, Medîne’de ve çevresinde bulunan Yahûdîler ve münâfıklar
    olmak üzere üç çeşit düşmanları vardı. Bu bakımdan tehlike daha çok
    artmıştı. Böylesine mühim ve tehlikeli bir durum karşısında Peygamber
    efendimiz tarafından yeni tedbirler alındı. Medîne’de bulunan Evs ve
    Hazrec kabîleleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltip, onları birbirine
    dost yaptı. Yahûdî kabîleleriyle de bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya
    göre; Yahûdîler kendi dinlerinde serbest kalacak, ancak Medîne’ye
    dışardan yapılacak her türlü düşman saldırısına karşı Müslümanlarla
    birlikte vatanlarını müdâfaa edeceklerdi. Yahûdîlerle Müslümanlar
    arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Resûlullah’ın hakemliğini kabul
    edeceklerdi. Bundan başka Mekke civârındaki diğer kabîlelerle de sulh
    antlaşması yapıldı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapatıldı. Medîne’de
    bulunan Müslümanların ilk nüfus sayımı yapıldı. Bin beş yüz civârında
    bulunan Müslümanlar için nüfus defteri tutuldu.

    Sevgili Peygamberimiz Medîne’nin âsâyişini korumak, düşmanların
    durumunu kontrol etmek için de devriyeler tertipledi. Muhtemel düşman
    saldırılarına karşı nöbet tutuluyordu. Hazret-i Hamza’nın, hazret-i
    Ubeyde ibni Hâris’in ve hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın komutasında
    olmak üzere, beş ve dört yüz kişi arasında değişen üç seriyye
    hazırlanmıştı. Hicretin ikinci yılında cihâda, düşmanla harbe izin
    verildi. Önce yalnız müdâfaa etmek sûretiyle izin verilmesi üzerine ilk
    gazâlar yapılmaya başlandı. Medîne devrinde yapılan gazâların sayısı
    yirmidir. Seriyyeler ise daha fazladır. Cihâda izin verilmesi Kur’ân-ı
    kerîm
    ’de Hicr sûresi 39-41. âyetlerinde, Hac sûresi 39. âyetinde,
    Bakara sûresi 190, 192 ve 193. âyetlerinde bildirilmektedir. Hicretin
    ikinci yılı olaylarından bir diğer önemli hâdise de, daha önce Kudüs’e
    karşı namaz kılınmaktayken Allahü teâlânın Kâbe’ye yönelerek namaz
    kılmayı emretmesiyle kıblenin değişmesidir.

    Kıblenin Kâbe olmasından bir ay ve hicretten 18 ay sonra Şâban ayının
    onuncu günü Bedir Gazâsından bir ay önce oruç farz oldu. Yine bu sene
    Ramazan ayında terâvih namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-yı fıtr
    vermek vâcib oldu. Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında zekât
    vermek de farz oldu. Hicretin ikinci yılında zilhicce ayında da Kurbân
    kesmek ve bayram namazı kılmak vâcib oldu.

    Muhammed aleyhisselâm Medîne’ye hicret ettikten
    sonra, Medîne’de bütün
    işleri ve münâsebetleri tertibe koyup Müslümanları
    güçlü bir duruma
    getirdi. Böylece İslâmiyet her geçen gün
    yayılıyor ve Müslümanlar
    git-gide kuvvetleniyordu. Hicretin ikinci yılında Mekkeli
    müşrikler,
    her âileden sermâye alıp bir kervanı Şam’a
    gönderdiler. Başlarında Ebû
    Süfyân vardı. Kervan, mallarını sattıktan sonra kâr
    ile silah satın
    aldı. Peygamber efendimiz silahların Mekkeli müşriklerin eline
    geçmesini önlemek için üç yüz on
    üç Eshâb-ı kirâm ile kervanın yolunu
    kesmek için Medîne’den çıktı. Kervan başka
    yoldan Mekke’ye giderken
    Mekkeli müşrikler de bin kişilik bir ordu hazırlayıp
    gönderdiler.
    Medîne dışında Bedir denilen yerde iki ordu karşılaştı ve Bedir
    Savaşı
    yapıldı. Bu savaşta Müslümanların sayısı 313 kişiydi.
    Müşriklerle
    yapılan bu ilk savaşta Müslümanlar ilk parlak zaferi
    kazandılar. Başta
    Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri bu
    savaşta öldürüldü.
    Yine bir kısmı ileri gelenleri olmak üzere 70’i esir alındı.
    Peygamber
    efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığı, okuma yazma
    bilenleri de Medîneli 10 çocuğa okuma yazma öğretmek
    şartıyla serbest
    bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medîne’den birçok
    kimsenin Müslüman
    olmasına sebep oldu.

    Bedir Savaşında Müslümanların gâlip gelmesi, Medîne’deki Yahûdîleri
    endişelendirdi. Münâfıklarla birleşen Benî Kaynuka Yahûdîleri, Sevgili
    Peygamberimizle yaptıkları vatandaşlık antlaşmasını bozarak harbe karar
    verdiler. Bunun üzerine yapılan Benî Kaynuka Gazâsında yenilip teslim
    olan Yahûdiler Medîne’den çıkarıldı.

    Hicretin üçüncü yılında Sevik Gazvesi, Necd Gazvesi, Zeyd bin Hârise
    Seriyyesi, Muhammed bin Mesleme Seriyyesi yapıldı. Peygamberimiz kızı
    Ümmü Gülsüm’ü, hazret-i Osman ile evlendirdi. Hazret-i Ömer’in kızı
    Hafsa’yı kendi nikâhlarına aldılar. Hazret-i Ali’nin oğlu, hazret-i
    Hasan dünyâya geldi. Şevval ayında Uhud Gazvesi yapıldı. Bedir
    Savaşında yenilen müşrikler, bir yıl sonra da 3000 kişilik bir kuvvetle
    Medîne üzerine yürüdüler. Peygamberimiz müşriklerin bu saldırısına
    karşı 1000 kişilik bir ordu ile düşmanı Uhud Dağında karşıladı. Bir
    müdâfaa savaşı olan Uhud Savaşında, Sevgili Peygamberimizin mübârek
    dişi kırıldı, mübârek yüzü kanadı ve mübârek dudağı yaralandı. Hazret-i
    Hamza şehit edildi. Bundan başka Muhâcir ve Ensar’dan yetmiş sahâbi
    şehit oldu.

    Uhud Savaşından sonra hicretin dördüncü yılında Benî Nâdir Gazâsı
    yapıldı. Önceden Peygamber efendimizle antlaşma yapan Yahûdî
    kabîlelerinden biri olan Benî Nâdir, Uhud Savaşından sonra sevgili
    Peygamberimize sûikast yapmaya kalkışarak antlaşmayı bozdular.
    Münâfıkların kendilerini destekleyeceklerini söylemeleri üzerine de
    anlaşmayı yenilemeye yanaşmadılar. Bu sebeple yapılan savaşta Benî
    Nâdir kabîlesi Medîne’den çıkarıldı. Böylece Müslümanların Medîne’deki
    durumu biraz daha kuvvetlendi.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:18 pm

    Medîne civârında bulunan iki kabîle Peygamber efendimize elçi
    göndererek kendilerine İslâmiyeti öğretmek üzere muallim (öğretmen)
    istediler. Bu istek üzerine Eshâb-ı kirâmdan on kişi gönderildi. Recî’
    denilen yere vardıklarında 200 kişilik bir düşman hücûmuna uğrayan bu
    heyetten 8 kişi şehit oldu. Bu hâdiseye Recî Vak’ası denir.
    Yine Necid Şeyhi Ebû Berâ’nın Medîne’ye gelip kendilerini irşâd için
    muallimler istemesi üzerine irşâd için, Eshâb-ı kirâmdan 70 kişilik bir
    heyet gönderildi. Eshâb-ı Suffadan olan bu irşad heyeti Bir-i Mâûne
    denilen yere vardıklarında, Necidliler, verdikleri teminâta rağmen,
    ihânet ettiler. Üzerlerine gönderdikleri bir ordu ile bu yetmiş
    sahabenin hepsini şehit ettiler. Bu hâdise de Bi’r-i Mâûne Faciası adı
    ile bilinmektedir.

    Şarap (içki) içmeyi haram kılan âyet-i kerîme de hicretin dördüncü
    yılında indi. Peygamberimiz bu yılda Ümmü Seleme ile evlendi. Ümmü
    Seleme’nin kocası Uhud Savaşında yaralanmış, sonra da vefât etmişti.
    Sevgili Peygamberimiz, ihtiyar ve çocukları olan Ümmü Seleme’yi
    radıyallahü anhâ kendisine nikâhlayarak zor durumdan kurtarıp
    himâyelerine aldılar.

    Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı yapıldı. Müşriklerin Medîne
    üzerine yaptıkları üçüncü ve son saldırı olan bu savaşta, Benî Nâdir
    Yahûdîleri ve müşriklerin berâberce hazırladıkları on bin kişilik bir
    ordusu vardı. Peygamber efendimiz Medîne’nin etrâfına geniş ve derin
    bir hendek kazdırıp üç bin kişilik bir ordu ile düşmana karşı durdu.
    Bir ay süren kuşatmada Medîne’de bulunan Benî Kureyzâ Yahûdîleri de
    Peygamber efendimizle yaptıkları antlaşmayı bozarak Müslümanları
    arkadan vurmaya kalkıştı. Netîcede kuvvetli bir fırtınaya ve şiddetli
    yağmura tutularak darmadağın olan düşman ordusu perişân bir hâlde
    paniğe kapılarak Mekke’ye döndü. Bu hâdise Kur’ân-ı kerîmde
    Ahzâb sûresi 9. âyetinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey îmân
    edenler! Allah’ın size olan nîmetlerini hatırlayınız. Hani ordular
    saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz
    (meleklerden)
    ordular göndermiştik.” Bu savaştan sonra Sevgili
    Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin
    üzerinize gelmez.”
    buyurdu.

    Şanlı Peygamberimiz Hendek Savaşından Medîne’ye dönünce Eshâb-ı kirâma,
    silâhlarını çıkarmadan, Hendek Savaşı sırasında ihânet ederek
    müşriklerle birleşip Müslümanları arkadan vurmak isteyen Benî Kureyzâ
    Yahûdîleri üzerine hareket emri verdi. Netîcede teslim olan bu kabîleye
    haklarında kendi kitapları Tevrât’ın hükmü uygulandı.

    Teyemmüm âyeti ile haccın farz olduğunu bildiren âyet hicretin beşinci
    yılında nâzil oldu.

    Hicretin altıncı yılında Mekke dışındaki müşriklerleMüreysi Gazâsı
    yapıldı. Mekkeli müşriklerin İslâmiyeti resmen bir devlet olarak
    tanımak zorunda kaldıkları Hudeybiye Antlaşması da bu yılda yapıldı.
    Yine bu yılda Şanlı Peygamberimiz bütün insanlara peygamber olarak
    gönderildiğini bildirmek ve İslâmiyeti her tarafa yaymak için Bizans,
    İran, Habeş, Mısır, Gassan ve Yemâme hükümdarlarına elçilerle mektuplar
    göndererek onları İslâma dâvet etti. Peygamber efendimizin bu dâveti
    karşısında Habeş hükümdarı Müslüman oldu. Bizans İmparatoru elçiye iyi
    muâmele yaptı. Mısır hâkimi Peygamberimize hediyeler gönderdi. İran
    şâhı ve Gassan beyi ise elçilere hakâret ederek sert davrandılar.
    Yemâme beyi ise boş ve mânâsız tekliflerde bulundu.

    Hicretin yedinci senesinde, İslâmiyet Arap Yarımadasında süratle
    yayılmaya başladı ve düşmanlar oldukça tesirsiz hâle getirildi. Bu
    yılda vukû bulan mühim hâdiselerden biri de Hayber’in fethidir.
    Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret etmesinden sonra Yahûdî
    kabîleleri ile antlaşma yapıldı. Fakat bu kabîleler sözlerinde
    durmadılar. Mekkeli müşriklerle birleşerek Müslümanlara ihânet ettiler.
    Bu sebeple de Medîne’den çıkarıldılar. Bunlardan Benî Nâdir kabîlesi
    Hayber’e yerleşmişti. Şanlı Peygamberimiz bin altı yüz kişilik bir ordu
    ile Hayber üzerine gitti ve bir hafta süren kuşatmadan sonra Hayber
    fethedildi. Böylece Yahûdî tehlikesi ve fitnesi ortadan kaldırıldı.
    Yine bu yılda Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmdan iki bin kişiyle
    Mekke’ye gidip Kâbeyi tavâf etti. Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir
    bırakan bu ziyâret üzerine önde gelen birçok kimse Müslüman oldu.
    İslâmın ilk yıllarında Mekke’den Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar
    da bu yılda Medîne’ye geldiler.

    Hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı yapıldı. Şanlı Peygamberimizin
    gönderdiği bir elçinin şehit edilmesi üzerine yapılan bu savaş, yüz bin
    kişilik Rum ordusuna karşı üç bin İslâm mücâhidinin çok büyük
    kahramanlıklar gösterdiği bir savaştı. Bu savaşta geri çekilmek zorunda
    kalan Rumların güçleri kırıldı.

    Bu yılda vukû bulan hâdiselerin en önemlisi Mekke’nin Fethidir.
    Peygamber efendimizle on senelik bir zaman için Hudeybiye Antlaşmasını
    imzâlayan Kureyşliler, aradan iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular.
    Peygamber efendimiz Kureyşlilerden, yapılan antlaşmaya uymalarını
    istedi. Müşrikler buna yanaşmayınca on bin kişilik bir kuvvetle Mekke
    üzerine yüründü ve Arap Yarımadasında puta tapıcılığın merkezi olan
    Mekke fethedildi. Bütün putlar kırılıp, Kâbe putlardan temizlendi.
    Yirmi yıldan beri Müslümanlara amansız düşmanlık yapan müşriklerin gücü
    tamâmen kırıldı. Şanlı Peygamberimizin affına kavuşup, çoğu Müslüman
    oldu.

    Mekke’nin Fethinden sonra Hevâzin veSakif kabîleleri, Sa’d oğulları
    gibi bâzı küçük kabîleleri de yanlarına alarak 20 bin kişilik bir ordu
    ile harekete geçtiler. Sevgili Peygamberimiz de 12 bin kişilik bir ordu
    ile üzerlerine gidip bu müttefik müşrik ordusunu mağlup etti. Bu düşman
    kabîleler Tâif’e sığınarak yeniden savaşa hazırlanmaya başladılar.
    Peygamber efendimiz Tâif’i 20 gün kuşatma altında tuttuktan sonra
    muhâsarayı kaldırdı. Bir sene sonra da Tâifliler kendi istekleriyle
    Müslüman oldular.

    Hicretin dokuzuncu yılı İslâmiyetin Arap Yarımadasında büyük bir
    süratle yayıldığı bir yıl oldu. Bir taraftan bölük bölük insanlar
    Medîne’ye gelip Müslüman oluyor, bir taraftan da İslâmiyeti kabul eden
    kabîlelerin dînî ve idârî işlerini yürütmek için çevreye memurlar ve
    vâliler gönderiliyordu. Bu sırada çevredeİslâmın yayılmasını engellemek
    isteyen devletler vardı. Bunlardan biri de o zamânın en güçlü
    devletleri arasında yer alan Bizans’tı. Bizans Kayseri Heraklius Mûte
    Savaşından beri Arap Yarımadasını istilâ ederek İslâmiyetin yayılmasına
    son vermek istiyordu. Heraklius Hıristiyan Arapların ve diğer bir takım
    kabîlelerin desteğini alıp, kendisi de 40 bin kişilik bir ordu
    toplayarak Medîne üzerine yürümeye hazırlanmıştı. Peygamber efendimiz
    bu durumu haber alınca 30 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu hazırlıkta
    Eshâb-ı kirâm mallarını da vererek fiilen büyük bir fedâkârlık
    gösterdi. İslâm ordusu Tebük’e geldiği sırada, Müslümanların bu
    hazırlığını işiten Bizanslılar savaşmaktan çekinip, geri döndüler.
    Sevgili Peygamberimiz ordusuyla Tebük’te 20 gün kaldı. Şam’da bulaşıcı
    bir hastalık olan tâûn (vebâ) salgını olduğunu duyunca Medîne’ye döndü.
    Böylece Bizans’ın mâneviyâtı iyice kırıldı ve İslâmiyetin şanı, şerefi
    her tarafta duyuldu.

    Peygamber efendimiz Mekke devrinde sâdece müşrikler ve Medîne devrinde
    ise müşrikler, Yahûdîler ve münâfıklar olmak üzere üç çeşit düşmanla
    karşılaştı. Bunlardan müşrikler ve Yahûdîlerle yaptığı savaşlarda
    düşmanı mağlup ederek onları tesirsiz hâle getirdi. Lâkin münâfıkların
    düşmanlıkları sinsice, devam etti. Bunların yaptığı düşmanlıklardan
    biri de Müslümanlar arasına fitne sokmak maksadıyla Peygamber
    efendimizin Medine’ye hicreti sırasında yaptırdığı meâlen; “Temeli
    takvâ üzerine atıldı.”
    (Tevbe sûresi: 108) buyrulan Kubâ Mescidi
    karşısında Mescid-i Dırâr’ı yapmalarıdır. Münâfıkların Kubâ Mescidinin
    cemâatini bölmek gibi bozuk düşüncelerle yaptıkları bu mescit, Tevbe
    sûresi 107 ve 108. âyetlerinin nâzil olması üzerine Peygamber efendimiz
    tarafından yıktırıldı. Bu hâdiseden iki ay sonra başları Abdullah bin
    Übey’in ölmesi ile münâfıklar dağılıp düşmanlık faaliyetleri sona erdi.
    Böylece hicretin dokuzuncu yılında İslâmın belli başlı düşmanlarının
    karşı durma ve engelleme güçleri büyük ölçüde sona erdirildi.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:18 pm

    Bu yılın mühim bir hâdisesi de çevreden Medîne’ye akın akın heyetlerin
    gelmesidir. Bu bakımdan bu yıla “Senet-ül Vüfûd” (elçiler yılı)
    denildi. Peygamber efendimize gelen bu heyetler; ya Müslüman olmak veya
    Müslüman olduklarını bildirmek üzere yâhut da kabul ettikleri
    İslâmiyetin esaslarını öğrenmek için geliyorlardı. Peygamberimiz
    müslüman olan bu kabîlelere İslâmiyeti öğretmek, işlerini yürütmek
    üzere muallimler ve vâliler gönderdi.

    Hicretten önce îmân etmemiş olan ve hicretin sekizinci yılında Taif
    Muhâsarası sırasında Sevgili Peygamberimize karşı çıkan Taifliler de
    hicretin dokuzuncu yılında, Tebük Seferinden sonra, heyet göndererek
    Müslüman oldular.

    İslâmın beş şartından biri olan hac da hicretin dokuzuncu yılında farz
    kılındı. Âl-i İmrân sûresinin 96 ve 97. âyetleri nâzil olunca,
    Peygamber efendimiz bunu Eshâb-ı kirâma bildirdi. O sene hazret-i Ebû
    Bekr’i üç yüz kişilik bir kâfileye hac emiri tâyin etti. Bu kâfilede
    bulunan Eshâb-ı kirâm hazret-i Ebû Bekr’in emirliğinde Mekke’ye gitti.
    Bu sırada Berâe sûresinin ilk âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerde muâhede
    hakkındaki bâzı hükümler bildirildi. Peygamber efendimiz bunu bildirmek
    üzere hazret-i Ali’yi Mekke’ye gönderdi. O zaman Araplar arasında
    yaygın olan bir geleneğe göre bir antlaşma yapılır veya yapılmış bir
    antlaşma bozulursa, bu antlaşmayı bizzat yapan veya onun tâyin ettiği
    bir akrabâsı tarafından îlân olunurdu. Peygamber efendimiz bu iş için
    hazret-i Ali’yi hac kâfilesinin arkasından Mekke’ye gönderdi. Hazret-i
    Ali kâfileye yetişip Mekke’ye birlikte girdiler. Ebû Bekr radıyallahü
    anh bir hutbe okudu. Hac ibâdetini anlattı. Eshâb-ı kirâm öğretilen
    esaslara göre hac yaptılar. Hac ibâdeti edâ edilirken hazret-i Ali de
    Mina’da Cemre-i Akabe denilen yerde bir hutbe okudu. Bu hutbesinde; “Ey
    insanlar beni size Resûlullah gönderdi.” diyerek söze başladı ve Berâe
    sûresinin ilk âyetlerini okudu. Bundan sonra; “Ben size dört şeyi
    bildirmeye memurum.” dedi. Bu dört hususu şöyle bildirdi:

    1. Müminlerden başka hiç kimse Cennete giremez.

    2. Bu seneden sonra hiçbir müşrik Kâbe’ye yaklaşamayacak.

    3. Hiçbir kimse Kâbe’yi çıplak tavâf etmeyecek (O zaman müşrikler
    Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi.)

    4. Her kimin Resûlullah ile antlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar
    mûteber olacak. Bunlar dışındakilere dört ay mühlet tanınmıştır. Bundan
    sonra hiçbir müşrik için ahd (antlaşma) ve himâye yoktur.

    O günden sonra hiçbir müşrik Kâbe’yi tavâf etmeye gelmedi ve hiç kimse
    çıplak olarak Kâbe’yi tavâf etmedi. Bu hususlar bildirildikten sonra
    müşriklerden çoğu Müslüman oldu. Hac farizâsı yerine getirildikten
    sonra hazret-i Ebû Bekr ile Ali radıyallahü anh yanlarındaki Eshâb-ı
    kirâmla Medîne’ye döndüler.

    Hicretin onuncu yılında İslâmiyet bütün Arap Yarımadasına yayıldı.
    Arabistan’ın her tarafından insanlar Medîne’ye geliyor, Müslüman
    olmakla şereflenmek, ebedî saâdete kavuşmak için birbirleriyle yarış
    ediyorlardı. Artık Arabistan’da Müslümanlara karşı duracak hiçbir
    kuvvet kalmamış, İslâmiyet her tarafa hâkim olmuştu. Sâdece bâzı Yahûdî
    ve Hıristiyan kabîleleri Müslüman olmamıştı.

    Peygamber efendimiz hicretin onuncu yılında Hâlid bin Velîd
    hazretlerini dört yüz mücâhid ile Yemen civârında bulunan Hâris bin
    Ka’b oğullarını İslâma dâvet için gönderdi. Hâlid bin Velîd,
    Resûlullah’ın emri üzerine bu kabîleyi İslâma dâvet etti. Onlar da
    dâvete icâbet ederek Müslüman oldular. Yine bu yılda Peygamber
    efendimiz Necranlı Hıristiyanlarla sulh antlaşması yaptı. Bunlardan bir
    kısmı sonra kendiliklerinden Müslüman oldu. Bu sene hazret-i Ali
    Eshâb-ı kirâmdan üç yüz kişiyle birlikte Yemen’de bulunan Medlec
    kabîlesini İslâma dâvet etmek için gönderildi. Önce karşı durdu ise de
    netîcede bu kabîle de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz bu sene
    İslâmiyetin yayıldığı bütün beldelere, vâliler ve zekât toplamak üzere
    görevliler (âmil, sâi) gönderdi ve Vedâ Haccını yaptı.










    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 100 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 99 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 98 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 97 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 96 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 95 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 94 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 93 Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı 92
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:19 pm

    Vedâ
    Haccı



    Hicretin onuncu
    senesinde Sevgili Peygamberimiz hac için hazırlanıp, Medîne’deki
    Müslümanların da hazırlanmalarını emir buyurdu. Medîne dışında bulunan
    Müslümanlara da haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce Müslüman
    Medîne’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca Peygamberimiz Zilka’de
    ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kâfile ile öğle namazından sonra
    Medîne’den hareket etti. 100 kurbanlık deve götürdü. 10 gün süren
    yolculuktan sonra Zilhicce ayının 4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den
    ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla
    Müslümanların sayısı 124 bine ulaştı. Peygamberimiz zilhiccenin 8. günü
    Mina’ya, 9. günü (arefe günü) Arafat’a gitti. Arafat Vâdisinin
    ortasında öğleden sonra Kusvâ adlı devesinin üstünde Vedâ Hutbesi’ni
    okudu.

    Sevgili Peygamberimiz bu hutbesinde kan dâvâları, fâiz, kumar, her
    türlü zulüm gibi câhiliyye devrine âit bütün kötülüklerin
    kaldırıldığını bildirdi ve insan haklarını anlattı. Allahü teâlânın
    emirlerini ve yasaklarını, erkeklerin kadınlar ve kadınların da
    erkekler üzerindeki haklarını, Müslümanların kardeş olduğunu ve daha
    birçok husûsu bildirdi. Eshâb-ı kirâmla vedâlaştı.

    Peygamber efendimiz Vedâ Hutbesi’ni okuduğu gün; “Bu gün
    sizin dîninizi kemâle erdirdim. Üzerinize nîmetimi tamamladım. Size din
    olarak İslâm dînini seçtim.”
    (Mâide sûresi: 3) meâlindeki âyet
    nâzil oldu. Peygamberimiz bu âyet-i kerîmeyi Eshâb-ı kirâma okuyunca
    hazret-i Ebû Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini
    sorunca; “Bu âyet, Resûlullah’ın vefâtının yakın olduğuna delâlet
    ediyor, onun için ağlıyorum.” buyurdu.

    Peygamber efendimiz Mekke’de 10 gün kalıp Vedâ Haccını yaptı ve vedâ
    tavâfı yaparak Medîne’ye döndü. Vedâ Haccından sonra Eshâb-ı kirâm
    Resûlullah efendimizin bildirdiği ve emrettiği şeyleri gittikleri
    yerlerde anlattılar.

    Hicretin onuncu yılında vukû bulan bir hâdise de Peygamberlik
    iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi
    Yemen’de ortaya çıkan Esved-i Ansî’dir. Şanlı Peygamberimizin emri
    üzerine Esved-i Ansî Yemen’deki Müslümanlar tarafından evinde
    öldürüldü. Diğeri de Müseylemet-ül Kezzâb’dır. Peygamber efendimizin
    vefâtından sonra Ebû Bekr radıyallahü anh Müseyleme üzerine Hâlid bin
    Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseyleme de öldürüldü.

    Peygamberimiz hicretin on birinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa
    bir zaman önce Müslümanlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine
    gönderilmek üzere Üsâme bin Zeyd komutasında bir ordu hazırladı. Ordu
    hareket etmek üzereydi, fakat Resûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca
    hareket etmedi. Bu ordu daha sonra hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinin
    ilk günlerinde Bizans üzerine gidip parlak zaferler kazandı. Sevgili
    Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:19 pm

    Vefâtı




    Peygamberimiz Vedâ
    Haccında Mina’da bulunduğu sırada; “Allah’ın yardımı ve zafer günü
    gelip insanların Allah’ın dînine akın akın girdiklerini görünce,
    Rabbini överek, tesbîh et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ
    kabul eder.”
    meâlindeki en son nâzil olan Nasr sûresi indiğinde
    Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp; “Bana kendi
    vefâtım haber verildi.”
    buyurdu. Bunun üzerine ağlamaya başlayan
    Fâtımâ’ya; “Ağlama, zîrâ benim ehlimden bana ilk kavuşan sen
    olacaksın.”
    buyurdu.

    Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize her sene o zamâna kadar nâzil
    olan âyetleri okumak üzere senede bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene
    iki kere gelip Kur’ân-ı kerîm’iiki defâ baştan sona
    okudu.

    Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmeden bir müddet önce
    Bakî mezarlığında ve Uhud’da bulunan Müslümanların kabrini ziyâret
    ederek onlar için duâ ve istiğfâr etti.

    Bakî mezarlığındayken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek; “Ey
    Ebû Müveyhib! Ben dünyâ hazîneleriyle âhiret nîmetlerini seçmede
    serbest bırakıldım. İstersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git,
    istersen likaullah
    (Allah’a kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir
    dediler. Ben likaullahı ve sonra Cennet’i seçtim.”
    buyurdu.

    Sevgili Peygamberimiz vefâtından önce humma hastalığına tutuldu. Bu
    hastalık 13 gün sürdü. Bu müddetin son 8 gününü hazret-i Âişe’nin
    odasında geçirdi. Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü
    sıralarda mescide çıkıp Eshâbına namaz kıldırıyordu.

    Hastalığının ikinci günü hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs kollarına
    girerek mescidi teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra; “Ey
    Eshâbım, bilmiş olunuz ki aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende
    hakkı varsa benden istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını
    istesin veya helâl etsin ki Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak
    kavuşayım.”
    buyurdu. Sonra minberden inip öğle namazını kıldırdı.
    Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp namazdan önce buyurduğunu tekrar
    etti. Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç dirhem alacağı olduğunu
    söyleyince hemen ödedi.

    Peygamber efendimizin hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma
    yaptığı vasiyetlerden biri de şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan
    çıkarınız. Size gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsânda
    bulununuz.”

    Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve
    mescidi teşrif edip, minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma; “Ey Eshâbım,
    hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî olarak yaşamadı. Biliniz ki, ben
    de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız.
    Dünyâda hiç kimse kalmaz. Her şey Allah’ın irâdesine bağlıdır. Allah’ın
    takdir buyurduğu zaman ne öne alınır, ne de o zamandan kaçılır. Sizinle
    buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim benimle Kevser
    Havzı kenârında buluşmak isterse elini ve dilini korusun, günahlardan
    sakınsın. Ey Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayâtıyla âhiret
    hayâtını seçmekte serbest bıraktı. Fakat bu kul âhiret hayâtını seçti.”
    buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr Resûlullah efendimizin bu
    sözleriyle vefâtına işâret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı.
    Peygamber efendimiz; “Ağlama yâ Ebâ Bekr!” buyurarak onu
    teselli etti ve; “Bana her bakımdan en faydalı olanınız Ebû
    Bekr’dir.”
    ve “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekr’inki hâriç
    hepsini kapatınız.”
    buyurdu. Sonra minberden inerek hazret-i
    Âişe’nin odasına döndü. Biraz sonra Eshâb-ı kirâmın çok üzülmesi ve
    endişeleri üzerine hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs’ın koltuğuna girdiği
    halde tekrar mescide geldi. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı
    kirâma son hutbesini okudu ve vasiyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey
    Muhâcirler, size Ensar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Onlar
    benim has cemâatimdir. Onlar sizi evlerinde misâfir edip, her hususta
    sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk Muhâcirlere de hürmet
    etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhâcirler birbirlerine hayırlı
    olsunlar. Her iş Allahü teâlânın izniyle olur. Allahü teâlânın
    irâdesine karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allahü teâlânın emrine
    uymak istemeyenler, muhakkak aldanırlar.”
    Daha önce hazret-i Ebû
    Bekr’den memnûniyetini belirttiği gibi bu hutbede de hazret-i Ömer’den
    memnuniyetini belirtti ve; “Ömer benimledir, ben de onunlayım.
    Benden sonra hak Ömer’le berâberdir.”
    buyurdu. Resûlullah
    efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi ve Eshâbdan ayrılıp odasına
    çekildi. Vefâtına üç gün kala bir yatsı vaktinde namaz için ezân
    okunmuştu. Peygamber efendimiz namazın kılınıp kılınmadığını sorunca;
    “Cemâat sizi bekliyor yâ Resûlallah!” denildi. Resûlullah cemâate
    gitmek istedi. Cemâate gidecek takat bulamayınca; “Ebû Bekr’e
    söyleyin namazı kıldırsın.”
    buyurdu. Resûlullah efendimiz bu
    emrini üç defâ tekrarladı. Hazret-i Ebû Bekr üç gün cemâate namaz
    kıldırdı.

    Sevgili Peygamberimiz vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide
    açılan odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hazret-i Ebû Bekr cemâate
    sabah namazını kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup
    durduklarını görünce sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi.
    Resûlullah’ın teşrifini fark eden hazret-i Ebû Bekr mihrabdan çekilmek
    üzereyken Resûlullah eliyle yerinde durması için işâret edip, oturduğu
    yerde Ebû Bekr’e radıyallahü anh uyarak sabah namazını kıldı. O gün
    hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp; “Ey
    insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi Allahü teâlâya
    emânet ettim. Takvâ üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın
    emrini tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.”
    buyurdu.
    Sonra mescitten odasına geçti. Bu Eshâb-ı kirâmın Resûlullah efendimizi
    son görüşü oldu.

    Resûl-i ekrem efendimiz hazret-i Âişe’nin hücresine girip yattığı
    sırada, Üsâme bin Zeyd huzûruna geldi. Resûlullah efendimiz 23 senelik
    peygamberlik müddetinde son olarak Suriye tarafında Bizans üzerine
    gidecek bir ordu hazırlamıştı. Bu orduya kumandan tâyin ettiği Üsâme
    bin Zeyd’e hareket etmesini buyurdu. Bu sırada hastalığı şiddetlenen
    Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp kulağına birşeyler
    söyledi. Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı. Sonra bir şeyler daha
    söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i
    Fâtımâ’ya vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana
    müjde olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun.”
    buyurdu.
    Bunun üzerine hazret-i Fâtıma sevinip güldü.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı Empty Geri: Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)hayatı

    Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 10, 2009 11:20 pm

    Resûl-i ekrem efendimiz vefât edeceği sırada hazret-i Ali’ye, hazret-i
    Âişe’ye vasiyette ve nasîhatta bulundu. Bu sırada ağlayıp gözyaşı döken
    hazret-i Fâtımâ’ya; “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zîrâ
    Hamele-i Arş
    (melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu.
    Hazret-i Fâtımâ’nın göz yaşını sildi. Teselli verip Allahü teâlâdan
    sabır vermesini diledi ve; “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak.
    (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn) diyesin. Ey Fâtımâ, gelen her
    musibete bir karşılık verilir.”
    buyurdu. Bir müddet mübârek
    gözlerini kapayıp sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder,
    tasa) olmaz. Zîrâ fânî âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor.” buyurdu.
    Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Torunları hazret-i Hasan ve hazret-i
    Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından öptü. Sonra
    da hazret-i Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını onun koluna dayayarak
    oturup; “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahûdînin şu kadar malı vardır.
    Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette
    zimmetimi kurtarırsın ve Kevser Havzı başında benimle görüşeceklerin
    birincisi sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin.
    İnsanlar dünyâyı istedikleri vakit sen âhireti seçesin.”
    buyurdu.
    Resûlullah efendimiz vasiyetini tamamladıktan sonra hâli değişti,
    yatağına yatırdılar.

    Rebiülevvel ayının on ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil
    aleyhisselâm gelip; “Yâ Resûlallah! Cennetleri süslediler, Hûri
    veRıdvan donandı. Allahü teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok şeyler
    ihsân etti. Kevser Havzı, Makam-ı Mahmûd ve Şefâat-i ümmet verdi.
    Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Yâ Resûlallah;
    Melek-ül Mevt kapıda beklemektedir. İçeri girmeye izin ister. Şimdiye
    kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.” dedi.

    Sevgili Peygamberimizin izni üzerine Azrâil aleyhisselâm içeri girip
    selâm verdi ve sonra; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni senin huzûruna
    gönderdi. Senin emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli
    rûhunu kabz edip ulvî âleme yükselteyim, yoksa dönüp gideyim.” dedi.
    Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Habîbullah! Allahü teâlâ sana
    müştâktır(âşıktır).” dedi. Sonra selâm verip vedâ ederken; “Ey
    Muhammed; Ey Ahmed! Bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak
    teâlânın haberini yer yüzüne getirmem. Benim maksûdum ve matlûbum sen
    idin yâ Resûlallah.” dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin; “Ey
    Azrâil vazîfeni yap.”
    buyurması üzerine, mübârek rûhunu kabz etti.
    Böylece Resûl-i ekrem efendimiz Hicretin on birinci yılında (Mîlâdî
    632) Rebiülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât
    etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63, şemsî seneye göre 61
    yaşında idi.

    Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizin vefâtı
    üzerine pekçok üzülüp
    gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup bir
    müddet konuşamaz oldu. Ebû
    Bekr radıyallahü anh Resûlullah’ın yanına girip
    mübârek yüzünden örtüyü
    kaldırarak mübârek alnından öptü. Sonra başını
    kaldırıp, mübârek
    alnından tekrâr öpüp; “Âh Sâfi”
    dedi. Bir daha öpüp, “Âh dost” dedi.
    Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. “Anam
    babam sana fedâ olsun! Dirin
    ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!” dedi. Ve;
    “Eğer ihtiyârımız
    elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ ederdik. Eğer sen bizi
    men
    etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık.” Sonra
    salâtü selâm
    okuyup; “Yâ Resûlallah, bizi Rabbinin katında
    hatırla.” dedi. Sonra
    dışarı çıktı. Mescitte minbere çıkarak Eshâb-ı
    kirâma bir hutbe okudu.
    Allahü teâlâya hamd ve senâ etti. Resûl-i
    ekrem efendimize sallallahü
    aleyhi ve sellem salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her
    kim Muhammed’e
    îmân etmişse bilsin ki, Muhammed aleyhisselâm
    vefât etti. Her kim
    Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy, diri ve
    Bâkî’dir, ölmez, ebedîdir.”
    buyurdu ve sonra; “Muhammed de kendinden önce geçen Resûller gibi
    Resûldür. Eğer O vefât eder, yâhut öldürülürse, siz dîninizden, yâhut
    cihaddan, eski hâlinize dönecek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya
    zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta şükredenlere
    muhakkak mükâfat verecektir.”
    (Âl-i İmrân sûresi: 144) meâlindeki
    âyet-i kerîmeyi okudu.

    Hazret-i Ebû Bekr Eshâb-ı kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk anda
    acı haber üzerine çok şaşıran Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekr’i
    radıyallahü anh dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin vefât ettiği
    gün Eshâb-ı kirâm yapılan umûmî bir bîatle hazret-i Ebû Bekr’i halîfe
    seçtiler.

    Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü
    yıkandı ve kefenlendi. Gasl (yıkama) işine bizzat hazret-i Ali,
    hazret-i Abbâs ve hazret-i Abbâs’ın oğulları Fazl ve Kusem de yardım
    ettiler. Üsâme ile Şukran Sâlih radıyallahü anhümâ da su döktüler.

    Peygamber efendimiz gömleği üzerinde olduğu halde üç kere yıkanıp üç
    kat yeni beyaz kefene sarıldı. Bundan sonra mübârek cesedi sedir üstüne
    konulup bulunduğu odanın kapısıEshâb-ı kirâma açıldı. Eshâb-ı kirâm
    grup grup odaya girip cenâze namazı kıldılar. Salıyı çarşambaya
    bağlayan gece (çarşamba gecesi) yarısı mübârek rûhu alındığı yerde defn
    olundu. Mübârek cesedini kabre Ali, Fadl, Üsâme ve Abdurrahmân bin Avf
    radıyallahü anhüm indirdi. Kıyâmet günü kabirden en önce O kalkacaktır.
    En önce O şefâat edecektir. En önce O’nun şefâati kabul olunacaktır.
    Cennet kapısını önce O açacaktır.

    Resûl-i ekrem efendimizin vefâtı üzerine bütün Müslümanların kalpleri
    yandı, çok üzüldüler. Peygamber efendimiz bizim bilmediğimiz bir hayat
    ile, şimdi kabrinde hayattadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde
    bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâtı kendisine haber verir.
    Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.

    Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatların büyüğü ve ibâdetlerin en
    kıymetlisidir: “Beni ziyâret edene şefâatim vâcib olur.” buyurmuştur.

    Hazret-i Fâtıma, babasının vefâtından duyduğu üzüntüyü şu mersiye ile
    dile getirdi: “Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar
    gündüzlerin üzerine dökülseydi gece olurdu.”

    Peygamber efendimizin görünüşünün anlatılmasına İslâm terminolojisinde
    “Hilye-i Saâdet” denilmiştir. Peygamberimizin mübârek bedeninin dış
    görünüşü bütün incelikleriyle bu Hilye-i Saâdet yazılarında
    bildirilmiştir. Bunları okuyanlar, Peygamber efendimizin rûhen olduğu
    gibi bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz, insanların en güzeli ve her
    bakımdan en üstünü olduğunu anlarlar. İslâm dünyâsında bu konuda pekçok
    eser yazılmıştır.

    Peygamber efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer
    eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları
    bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, O’nu methetmekten
    âciz olduklarını beyan etmişlerdir.

    Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen Nâtlar hep O’nun için
    yazılmıştır.

    Resûlullah efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim
    adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi
    ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz
    inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler.
    Müslüman olmayanlar, Habîb-i ekrem efendimizin sâdece idâreciliği,
    dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara
    bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir
    insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na
    peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok
    uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar da Peygamber efendimizin güzellik ve
    üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar
    derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri
    O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini
    görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem
    zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris
    olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve
    âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh
    gelmektedir. O, Resûlullah efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte,
    O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık
    olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk
    radıyallahü anh gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh her
    an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini; “Yâ
    Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helâda bile, karşımdasınız,
    utanıyorum.” diye arzetmişti. Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi,
    sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim.” demişti. Resûlullah
    efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de
    zevcât-ı mutahheradan, müminlerin annesi hazret-i Âişe idi. Âişe
    radıyallahü anhâ âlime, müctehide, akıllı, zekî ve edibe idi. Gâyet
    beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîm’in mânâlarını, helâl
    ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi.
    Resûlullah’ı metheden şu iki beyti Âişe radıyallahü anhâ söylemiştir:

    Ve lev semia ehlü Mısra evsâfe haddihî.
    Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüf’e min nakdin.

    Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû.
    Le âserne bilkatil kulûbi alel eydi.

    “Eğer Mısır’dakiler, Peygamber efendimizin yanaklarının güzelliğini
    işitmiş olsalardı. Güzelliği dillere destan olan Yûsüf aleyhisselâmın
    pazarlığında hiç para vermezlerdi. Bütün mallarını, onun yanaklarını
    görebilmek için saklarlardı. Zelîhâ’yı Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu
    diyerek kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın parlak alnını görselerdi
    ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

    Yine hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Bir gün Resûlullah mübârek
    nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek
    yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa
    nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp; “Sana
    ne oldu ki böyle dalgın duruyorsun?”
    buyurdu. “Yâ Resûlallah!
    Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter
    tânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim.” dedim.
    Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını(alnımı) öptü ve; “Yâ
    Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni
    sevindiremedim.”
    buyurdu. Yâni, senin beni sevindirmen, benim seni
    sevindirmemden çoktur, dedi.” Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin
    arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O’nun cemâlini anlayarak
    gördüğü için âferin ve takdir olmaktadır.

    Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerîm’de geçen isimlerinden
    biri de Kur’ân-ı kerîm’in kalbi olan Yâsîn sûresindeki “Yâsîn”
    kelimesidir. Ulemâ-i rasihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakîm-i
    Arvâsî hazretleri; “Yâsîn, ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan
    habîbim, demektir.” buyurmuştur. Bu deryânın ismini duyanlar, uzaktan
    görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin
    hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah efendimizin aşkı ile yanıp
    tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu
    aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve
    meşhurlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sâhibi olan
    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan
    muhabet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle
    demektedir:

    Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
    Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.

    Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.
    Misafirinim dersem saygısızlık sayarım.

    Her şey cihanda senin şerefine bilirim.
    Rahmetin yağsa bana hergün olur bahârım.

    Herkes Kâbe’yi tavâf için gelir Hicâz’a,
    Sana kavuşmak için ben dağları aşarım.

    Seadet tâcına kavuştum ben rüyâda.
    Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.

    Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!
    Dîvânında şu yazılar, oluyor, tercümânım.

    Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
    Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.

    Resûlullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O’nun sevgisi
    bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşama, îmânın ve islâmın tadına
    doyulmaz zevkine ermek ne kadar kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın
    efendisine tam uymaya sebeptir. Bu sevgiyle Allahü teâlânın Habîbine
    ikrâm ettiği sonsuz ve târife sığmaz nîmetlere ve bereketlere
    kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her Müslümanı doğrudan doğruya
    Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları bu
    bereketlerin senetleridir.

      Forum Saati Cuma Kas. 15, 2024 2:41 am