NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Hitskin_logo Hitskin.com

Bu Hitsikin.com temayı önceden görmekte fırsat veriyor.
Tema yerleştirmekTemanın fişine geri dönmek

.talk4her
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:18 pm

KAN, TER VE GÖZYAŞI, KEVIN GARNETT

Blood, Sweat & Tears (Kan, Ter ve Gözyaşı)
KEVIN GARNETT

“DA KID” artık büyüdü ve tek hedefi takımını başarıya taşıyarak “DA M.V.P” olmak!!

Kevin Garnett, şüphesiz son yıllarda NBA’deki en
büyük oyunculardan biri. Ama NCAA’i pas geçerek
doğrudan NBA’e atılması onun önüne bir çok
zorluk çıkarttı. NBA zaten acımasız ve büyük para
oyunlarının döndüğü bir ligdir eğer insanlar sizin
hassas olduğunuz bir noktayı yakalarsa, etik olsun ya da olmasın,
kazanmak için bunu size karşı kullanmakta bir an için
bile tereddüt etmez. KG’de küçük yaşta
kurtlar sofrasına atılmasına rağmen tanrı vergisi yeteneği ve
mücadeleden asla kaçmayan yapısıyla sağ kalmasını bildi ve
NBA değirmeninde öğütülen onca genç ve yetenekli
oyuncudan biri olmamayı başardı. Kendi ifadesiyle o, her çıktığı
maçta bir “yaşam” mücadelesi verdi ve takımı
yenilse de çoğu kez bu mücadeleden galip ayrıldı. Artık O,
NBA’de herkesin saygı duyduğu bir oyuncu. Geçtiğimiz NBA
All-Star maçında aldığı MVP ödülü, yıllardır bir
ünvana susamış KG’nin NBA’in en iyi oyuncularından
biri olduğunu tasdik ederken, KG’i öyle bir kamçıladı
ki 7-9 Şubat tarihindeki All-Star haftasonundan sonra çoşan
KG’yi ve onun Timberwolves’unu durdurmak neredeyse imkansız
hale geldi. Bu kez Garnett, All Star MVP ödülünden
çok daha büyük ve prestijli bir ödülü
gözüne kestirdi ve şu ana kadar ortaya koyduğu performansla
bu onuru sonuna kadar hakediyor: Normal Sezon MVP
Ödülü!!..

DNA, yani Deoksiribo Nükleik Asit; adenin, guanin, sitozin ve
timin bazlarından oluşan ve canlıların kalıtsal bilgisini yapısında
saklayan bir sır küpü... 19. yüzyılda Darwin ve
Lamarck'ın çalışmalarıyla başlayan genetik bilmi, Charles
Davenport'un düşünceleriyle sadece bilimsel bir temele
oturmaktan çıkarak Hitler'in ideolojisine temel oluşturup
siyasal platforma bile taşındı. Modern anlamda genetik bilimi ise
özellikle son 10 yılda büyük bir atılım gösterdi.
İnsanın gen haritasının çıkarılması ile Kanser gibi
hastalıkların sonunun getirilebileceğine dair olan inançla yola
çıkılan projeler birkaç yıl önce, DNA
çiftlerinin kopyalanarak insan klonlamayı amaçlayan bir
projeyle meydana gelen kopya koyun Dolly ile beraber başka bir boyut
kazandı ve bilim adamları arasında oldukça şiddetli tartışmalara
konu oldu. Bu arada geçtiğimiz ay içinde sevgili ilk
klonlanmış koyunumuz Dolly, nadiren görülen bir akciğer
hastalığı nedeniyle genç yaşta hayata gözlerini yumdu. Ve
günümüzde Genom Projesi sonucunda bilim adamları
neredeyse insanların gen haritasını çıkartma işlemini tamamlamış
durumda. Ama kimi çevreler, ürettikleri komplo
teorilerinde, genetik hakkındaki araştırmaların insanlığı amansız
hastalıkların pençesinden kurtarmaktan çok Amerika'nın
hegemonya stratejisinin bir ürünü olarak kimyasal
silahlardan bile etkilenmeyen "Kaptan Amerika" tarzı süper
askerler üretmek adına yapıldıldığını iddia etmekte.
X-files’ta ajan Fox Mulder bu tip iddialar üretir de biz
üretemez miyiz!! Pekala süper asker yaratmayı kafasına koyan
bir devlet, süper sporcular, süper basketbol oyuncuları
yaratmayı da düşünebilir. Mesela beni böyle bir projenin
başına getirseler ve neredeyse kimsenin eşleşemeyeceği bir basketbol
yıldızı üretmemi isteselerdi sanırım bu oyuncu pivot fiziğinde ama
bir guard kadar hızlı, top sürebilen, pas verebilen, bir off guard
kadar orta mesafenden attığını sokabilen bir oyuncu olurdu; yani tıpkı
Kevin Garnett gibi!..

Adam Olacak Çocuk
Kevin Maurice Garnett, 19 Mayıs 1976’da Mauldin-Güney
Carolina’da doğdu. KG çocukken birazcık sokakta gezen
belalı tiplerden de olsa (Okulda beyaz bir çocuğun bileğinin
kırıldığı bir kavgaya karıştığı için tutuklanmıştı) genelde
vaktinin çoğunu idolü Magic Johnson gibi iyi bir
basketbolcu olabilmek için Springfield Park’ta basketbol
oynayarak geçiriyordu. Hatta Kevin, kendisini basketbola o kadar
kaptırıyordu ki yanında biri olsun ya da olmasın çoğu kez gece
yarısına kadar parkta kalarak şut atmaktaydı. Kevin’ın öz
babası O’Lewis McCullough da tam anlamıyla bir basketbol
delisiydi. KG’nin üvey babası ise onun basketbol oynamasına
pek de sıcak bakmıyordu. Annesi Shirley Irby Garnett de
çocuğunun basketbol gibi “boş işler” ile
uğraşacağına oturup ders çalışarak üniversiteye gitmesini
arzulamaktaydı. Ama KG’nin okul ve derslerle arası pek iyi
değildi. Onun tek yapmak istediği basketbol oynamaktı. Bu yüzden
Kevin, herkesten gizli olarak lisesinin basketbol takımı Mauldin
Mavericks’te oynamaya başladı. Kevin’ın ailesinin ise
bundan haberi yoktu. Öğrendiklerinde de çoktan iş işten
geçmiş ve Garnett maçlara çıkmaya başlamıştı.
Artık Kevin’ın basketbol oynamasının engellenemeyeceği aşikardı.
Üstelik Kevin, bu oyunu gayet de iyi oynuyordu. Lisedeki ikinci
yılında KG’nin ünü giderek yayılmaya başladı.
Garnett’in maçlarını kaçırmak istemeyen insanlar
Mauldin Lisesi’nin salonuna akın ederek onun basketbol şovunu
izliyordu. KG, o günlerde basketbol vasıtasıyla Stephon Marbury
isminde New York’lu bir genç ile tanışıyor ve ikilinin
arasındaki dostluk, kısa zamanda adeta iki kardeşin ilişkisine
dönüşüyordu. KG, Güney Carolina’da Mauldin
Lisesinde “Mr.Basketball” seçildikten sonra son
sınıfta Chicago, Illinois Eyaleti’ndeki Farragut
Akademisi’ne geçmek zorunda kalmıştı. 1995 sezonunda %66.6
şut yüzdesi ile 25.2 sayı, 17.6 ribaund, 6.7 asist ve 6.5 blok
ortalamarıyla oynayarak, spektaküler smaçları ile adını
duyuran ama ne yazık ki kötü bir trafik kazası sonucunda bir
lise efsanesi olmaktan öteye gidemeyen Ronnie Fields
(1996’da Amerikanın en iyi beş lise oyuncusundan biri olarak
seçilmişti) ile birlikte takımını 28-2’lik bir seride
sırtlayan oyuncu olurken Amerika’nın en yüksek tirajlı
gazetelerinden USA TODAY tarafından yılın basketbol oyuncusu olarak
seçilirken, Parade ve Slam Dergilerince de Amerika’daki en
iyi beş lise oyuncusundan biri olarak gösterildi. Kevin’ın
Brooklyn’li kankası Steph ise Parade tarafından 1995 yılının en
iyi lise oyuncusu seçilmişti.
Garnett, Springfield'da düzenlenen birinci Nike Hoop Summit
turnuvasında, Amerikan Genç Milli takıma davet edildi ve ilk
defa Amerikan Ulusal formasını giydi. Yapılan maçta Amerikan
Genç Milli Takımı, uluslararası oyunculardan oluşan karma takımı
zor da olsa 86-77 mağlup ederken KG, 10 sayı, 10 ribaund ve 9 blokla
triple-double'ı kıl payı kaçırıyordu. (1999'da KG, Porto
Riko’da düzenlenen Amerika Kıtası Olimpiyat elemelerinde
ikinci kez milli formayı giyme şansını yakaladı. KG'li Amerikan Milli
takımı, 11 günde çıktığı 10 maçın 10'unda da galip
gelerek altın madalyaya uzanırken, Garnett 11.9 sayı, 7.0 ribaund, 1.9
asist, 2.2 blok ve 1.7 top çalma ortalamaları ile Gary Payton,
Tim Duncan ve Jason Kidd ile birlikte takıma kattığı yüksek enerji
ve nefes kesen smaçlarıyla seyircilerin beğenisini toplamıştı)
Tekrar KG’nin Lise son sınıftaki son günlerine dönelim.
KG, Ron Mercer, Shareef Abdur-Rahim ve Stephon Marbury gibi
ülkenin en iyi lise oyuncularını karşı karşıya getiren
St.Louis’deki 1995 McDonalds All-American maçında 18 sayı,
11 ribaund, 4 asist ve 3 blok üreterek, Most Outstanding Player
ödülünü kucaklarken (1995 McDonalds All-American
maçında oynayan ve şimdi NBA’de forma giyen diğer
oyuncular: Kobe Bryant, Vince Carter, Paul Pierce, Chauncey Billups,
Antawn Jamison ve Robert Traylor) ardında toplam 2533 sayı, 4807
ribaund ve 739 blokluk bir lise kariyeri bırakıyordu. Normal şartlar
altında Kevin Garnett çapında bir oyuncuyu kapmak için
çoğu NCAA takımı kıyasıya bir yarışa girerdi (KG’nin
NCAA’de oynayamıyacağı belli olmadan önce Michigan, Michigan
State, DePaul, North Carolina ve Illinois üniversiteleri ile
görüştüğü söyleniyordu) ama Kevin, son SAT
sınavında kaldığında artık koleje kabul edilme ihtimali ortadan
kalkmıştı. İşte bu yüzden artık şansını NBA’de denemeye
karar verecekti.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:20 pm

Kuzu Postuna Bürünen Timberwolves’un Hain Planı!!..
1995 NBA Draftına; Jerry Stackhouse, Rasheed Wallace, Antonio McDyess,
Joe Smith, Damon Stoudemire ve Michael Finley gibi bir çok bomba
isim katıldığından Kevin Garnett’in kaçıncı sıradan
seçileceği merak konusuydu. Çünkü 1975
Draftında Philadelphia tarafından 5.sıradan seçilen Darryl
Dawkins’den tam 20 yıl sonra ilk defa bir Lise oyuncusu NBA
draftında seçilme şansına sahipti. (NBA tarihinde,
üniversitede oynamadan liseden direk lige katılan ilk oyuncu
efsanevi Moses Malone’dur. NBA Draftında 1.sıradan seçilen
ilk liseli oyuncu ise 2001’de Washington Wizards tarafından
seçilen Kwame Brown’dur)
Bu sırada Minnesota’nın basketbol faaliyetlerinden sorumlu başkan
yardımcısı eski Celtics efsanelerinden Kevin McHale ve takımın
coach’u Flip Saunders, Timberwolves için ilginç bir
draft stratejisi belirlemişti. Ortalığa Kevin Garnett’in bulunmaz
bir Hint kumaşı olduğuna ve onu kesinlikle kaçırmayacaklarına
dair söylentiler yayacaklardı. Böylelikle
spekülasyonlara aldanıp paniğe kapılan takımlardan birinin
“Bu adamların kesin bir bildiği vardır!! Biz elimizi bunlardan
önce tutalım da şu çocuğu alalım” diye
Garnett’ı seçeceğini ümit ediyorlardı. Hayallerindeki
oyuncu ise North Carolina’da Michael Jordan’ın tahtına aday
gösterilen skorer guard- forvet Jerry Stackhouse idi. McHale ve
Saunders planlarının tıkır tıkır işleyeceğini, bu şekilde de diğer
takımları “kekleyerek” Stack’in doğrudan kucaklarına
düşmesini sağlayacaklarını hesaplamaktaydı.

“Flip eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Kevin McHale

Ama Garnett, Minnesota’nın planlarını çöpe atan isim
oldu. O güne kadar bir tek Minnesota yetkilisi bile
Garnett’i izlemeye gitmemişti. Bu yüzden KG’nin nasıl
bir oyuncu olduğuna dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Garnett,
Chicago’da çıktığı bir work-out’ta öyle bir
basketbol şovu sundu ki Saunders ve McHale salondan ayrılırken ikisinin
de ağzı açık kalmıştı. Tam salonun dışına çıktıklarında
Saunders döndü ve McHale’e şunları söyledi:
“Kevin bu çocuğu alacağımızı kimse bilmemeli!! Eğer onu
5.sırada alabilirsek şanslıyız.” Bir önceki sezonda ancak 21
galibiyet alabilen Timberwolves için yazarlar, takımı
çekip çevirebilecek ve kendisini NCAA’de ispatlamış
Damon Stoudemire gibi bir guard’a ihtiyaç duyulduğunu
yazmaktaydı. Bırakın Garnett gibi daha olgunlaşmamış bir lise
oyuncusunu Jerry Stackhouse’un bile bir kumar olabileceğini iddia
ediyorlardı. Yani Garnett gibi uzun yıllara yayılması gereken bir draft
planının başlangıcı, değil kumar oynamak intiharın ta kendisiydi!!
Drafttan evvel McHale, Saunder’s şöyle dedi: “Flip
eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!”
Draft gecesinde Maryland’li Joe Smith (ki gelecek yıllarda
Minnesota’yla usulsüz anlaşma yaparak Timberwolves’un
başını oldukça ağrıtacaktı) 1.sırada Golden State tarafından
seçiliyordu. Clippers hakkını Antonio McDyess’dan, Sixers
Jerry Stackhouse’tan ve Washington da Rasheed Wallace’tan
yana kullanmıştı. Beşinci sıradaki Timberwolves’ta ise McHale ve
Saunders, Garnett’ı kaçırmamanın getirdiği rahatlıkla
oldukça derin bir nefes alıyordu.
Minneapolis Lakers’tan Minnesota Timberwolves’a…
Minnesota, 1989-90 sezonunda Orlando Magic’le beraber NBA’e
katıldığında, Minneapolis ikinci kez bir NBA takımına ev sahipliği
yapma şansını yakalamıştı. Şehrin ilk NBA takımı ise daha sonra Los
Angeles’a taşınacak olan ve George Mikan ve Elgin Baylor gibi
efsanevi isimlerin oynadığı Minneapolis Lakers idi. Timberwolves bir
anda Minnesota’ya yeni bir heyecan getirdiyse de takımın aldığı
kötü sonuçlar ve genelde sezonu hep 3 aşağı 5 yukarı
20 galibiyet alarak tamamlamaları neticesinde heyecan duygusu yerini
hayal kırıklığına bıraktı.
Minnesota o kadar kötü bir takımdı ki hatırlarım babam, ben
12-13 yaşımdayken bana televizyona bağlanan oyunlardan almıştı. Tabii o
zamanlar şimdiki gibi playstation falan yok. Benim de favori oyunum
binbir güçlükle bulduğum “dandik” bir NBA
oyunuydu. Oyunun tasarımcısı Çinli programcı, fanatik bir Knicks
taraftarı ve Starks hayranı olduğu için John Starks oyundaki en
iyi oyuncu olarak tasarlanmıştı. Ben de New York Knicks’in
karşısına “ezik” Minnesota’yı alıp John
Starks’a 50 üçlük attırmaya ya da Patrick
Ewing’e 40 blok yaptırmaya uğraşırdım. İşte Kevin Garnett
geldikten sonra Minnesota’nın oyunlara bile yansıyan bu makus
talihi tersine döndü.
Dikkat Koca Köpek Var!!
Garnett gerçek anlamda ilk profesyonel maçına Milwaukee
Bucks karşısında çıktı. KG bu maçı şöyle anlatıyor:
“İlk maçımda karşımda Glenn “Big Dog” Robinson
vardı. Başlarda maç oldukça keyifliydi.
Çünkü posterleri odamın duvarlarını süsleyen biri
karşısında oynamak bana heyecan veriyordu. Ama maç
ilerledikçe çabuk öğrenmek zorunda kaldım. Big Dog
bazı pozisyonlarda gerçekten bana günümü
gösterdi. Ama ikinci karşılaşmamızda intikamımı aldım.
Çünkü bu kez hazırlıklıydım. Rövanşta 6 kez Bucks
potasına bastım. Ayrıca koca köpeği de %34 şut yüzdesiyle
oynattım. Daha ne isteyebilirdim ki!!”
Garnett kariyerinin ilk üç ayına takımın yedek kısa forveti
olarak başladı. (Bu aradaGarnett’e de kısa forvet diyoruz ya
insaf, adam 2.11!!) Bu 3 aylık sürede ise 6.2 sayı ve 3.8 ribaund
ortalamaları ile oynuyordu. Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz
aylarda Kenny Smith ve Charles Barkley’in Yao Ming hakkında
girdikleri iddia ve Sir Charles’ın bir eşşeğin oldukça
nazik bir kısmına buse kondurmasıyla neticelenen olaylar,
Smith’in Ming hakkında yorum yaparken KG’nin de ilk
aylarında pek parlak bir performans ortaya koyamadığını ama sonra
kendisini yavaş yavaş toparladığını hatırlatmasıyla başlamıştı.
Gerçekten de Garnett, kendisine ilk beşte yer bulmaya başladığı
Ocak ayında aniden ortalamalarını 14.0 sayı ve 8.4 ribaund’a
çıkardı. All-Star haftasonunda çaylaklar takımına da
seçilen KG, Batı takımı hanesine 8 sayı, 6 asist, 4 ribaund
eklerken Doğu takımında Damon Stoudemire ve Jerry Stackhouse etkili
oyunlarıyla takımlarını 94-92’lik skorla Batı karşısında
galibiyete taşıyordu. KG çaylak sezonunda 10.4 sayı ve 6.3
ribaund ortalamaları ile oynayıp NBA’in en iyi ikinci
çaylak takımına (All Rookie Second Team) seçildi. Ama
Minnesota KG’nin katkısına rağmen bir kez daha 20’li
galibiyetlerden kurtulamamıştı.

“Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq
gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun
birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada
oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar
budala olabilir miyim??” Flip Saunders

Yoksa siz boyunuz kısa diye mi üzülüyorsunuz??
Kevin Garnett’in o dönemdeki en büyük korkusu uzun
boyu nedeniyle Saunders’ın kendisini pivot olarak oynatmasıydı.
KG draft edildiğinde takımın başkan yardımcısı Kevin McHale ile aynı
boydaydı. Ama aradan 14 ay geçtikten sonra KG, artık McHale ile
yan yana durduğunda ona 6 cm kadar yukarıdan bakıyordu. Kevin bu boy
meselesini o kadar kafasına takmıştı ki periyodik boy
ölçümlerinden birinde adeta gazetecilere yalvararak:
“Hayır!! Lütfen etrafta benim 2.11 olduğumu söyleyip
durmayın!!” şeklinde bir istekte bulundu. Garnett’ı asıl
tedirgin eden şey ise coach Saunders’ın odasının duvarına astığı
ve KG’nin boy gelişimini takip ettiği bir çizelgeydi:
“Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq
gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun
birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada
oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar
budala olabilir miyim?? O, 1.88’lik bir oyuncu kadar hızlı ve
çabuk. Büyük oyuncuların tanrı vergisi bazı
özellikleri vardır. Kevin Garnett’in olduğu gibi. Bu
tür şeylerin nasıl olduğunu sorgulayamazsınız sadece kabul
edersiniz. ” Doug Collins de Garnett’in fiziği hakkında şu
yorumda bulunmuştu: “Bence tüm büyük yıldızlar
gibi Garnett de genetik bir ‘kaçık’ !!”
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:20 pm

KG’ye dokunan yanar!!
İlk sezonunun ardından McHale ve Saunders takım ile ilgili tüm
planlarını Garnett üzerine inşaa etmeye başlamıştı.
Düşünün ki o yıla kadar takımın en önemli
oyuncularından ve “orjinal” Dream Team’in de
üyesi olan Christian Leattner, KG’e yönelttiği bazı
eleştirilerden sadece bir kaç gün sonra takımdan
postalanıyordu. (KG ile arası hafif limoni olan Wally
Szczerbiak’ın dikkatine!!) KG ise önceleri kendisinin
üzerine bu kadar düşülmesinden rahatsızlık duyduysa da
duruma çabucak alıştı: “Sanırım herkes iyi iş
çıkarttığımın farkındaydı. Sezon sonunda parçaları yerli
yerine oturtmayı başardım. Skor üretiyordum, savunmada
çemberin etrafını kolluyordum ve takımın sahada daha agresif
olmasını sağlıyordum. Coach, sahada kendi başımın çaresine
bakabildiğimi görünce benden daha fazlasını yapmamı istedi.
Önce benim bir lider olmam gerektiğini sonra da takımı benim
üzerime kurmak istediklerini söylediler. Herşey o kadar
çabuk olmuştu ki!! Ben hala basketbolu ve NBA’i
öğrenmeye çalışıyordum. Ve onlar benim omuzlarıma sanki 8
yıllık oyuncularıymışım gibi sorumluluk yüklüyorlardı. Ama
sonra bunu yapabileceğimi anladım.”
İlk Play off sevinci ve bir kabusun başlangıcı
1996-97 sezonuna da McHale ve Saunders draftta büyük bir
kumar oynarak başladı. Garnett’in koca sezon boyunca “Bakın
adamım Steph, Georgia Tech’te ne güzel oynuyor seyretsenize,
hadi onu bize alalım” tarzındaki beyin eti yeme seanslarının da
etkisiyle Wolves, draftta Ray Allen’ın hakları karşılığında
KG’nin kankası Stephon Marbury’i takıma katıyordu. Kevin
Garnett ve Stephon Marbury uyumu işe yarayıp üstüne
üstlük onlara bir de Tom Gugliotta desteği eklenince
Timberwolves, normal sezonu 40 galibiyet ile tamamlayarak tarihinde ilk
defa play-off’a kaldı.
Minnesota tarihinde bir diğer ilk de KG ve Gogliotta’nın All-Star
maçında oynamasıydı. KG maçı 7/1 şut yüzdesiyle 6
sayı, 9 ribaund ile tamamlarken, Gugliotta 7/3 şut yüzdesiyle 9
sayı, 8 ribaund ile oynadı. Minnesota’nın playoff yolculuğuna
geri döndüğümüzde, Wolves’un ilk turdaki
rakibi yarı Dream Team kıvamındaki Houston Rockets’tı. Minnesota
belki bir sürpriz peşindeydi ama Clyde “the glide”
Drexler, Charles Barkley ve Hakeem O’lajuwon
üçlüsü Minnesota’yı paramparça
ederek Timberwolves’u süpürdü.
KG ve Marbury arasına giren kara kedi
1997-98 sezonu Minnesota için yeni ilkleri de beraberinde
getirdi Steph ve KG liderliğindeki Minnesota, ligde çok canlar
yakıp 45 galibiyet alarak ilk kez %50’lik galibiyet
yüzdesinin üzerine çıktı. KG ise 18.5 sayı ve 9.6
ribaund ortalamaları ile oynayarak bir kez daha All-Star maçında
yer almayı hakettiğini kanıtlamıştı. Üstelik bu kez maça
Batı takımının ilk beşinde başlıyordu. KG, 12 sayı ve 4 ribaund ile
oynarken maçın kahramanı hasta yatağından kalkarak maça
gelen ve kan kokusu alıp saldıran köpekbalıkları misali
üzerine oynayan Kobe’yi ekarte ederek 23 sayı, 8 asist ve 6
ribaund üreten majesteleri Michael Jordan olmuştu.
Timberwolves, geçen yıldan elde ettiği tecrübelerle bu kez
play off’ta daha başarılı olacaklarını düşünüyordu
ama playoff’un ilk turunda karşılaştıkları Seattle özellikle
Gary Payton’ın üstün performansıyla seriden galip
ayrılan taraf oldu. Yalnız alınan bu sonuç takımda önemli
değişikliklerin doğuşuna zemin hazırlayacaktı. McHale, KG ile 125
milyon $ karşılığında dudakları uçuklatan 6 yıllık bir anlaşma
yapmıştı. Takımın diğer önemli yıldızı Marbury ise takımda arka
plana itilmekten oldukça rahatsızdı. Sezonun başlamasıyla
Marbury’nin düşünce tarzındaki değişiklik sahaya da
yansımaya başladı. Marbury, eskisine göre daha çok şut
kullanmaya ve “attırmaktan” çok “atmaya”
yönelik oynamaya başlamıştı. Takımın en kritik anlarda top
kullanan “crunch time” atıcısının kendisi olması
gerektiğini iddia ediyor ve Seattle serisini kaybedilme nedeni olarak
da bunu ileri sürüyordu. Sonunda Marbury, Saunders’a
giderek sözleşmesi bitip Free Agent olduğunda Minnesota’nın
getireceği hiçbir teklifi kabul etmeyeceğini, mümkünse
ailesi ve arkadaşlarının yaşadığı New York’a veya New
Jersey’e takas edilmesini istedi. Bunun üzerine Minnesota
yönetimi Marbury’i 3 takımın dahil olduğu bir takasla New
Jersey’e gönderip yerine benim bir zamanlar en çok
beğendiğim guardlardan biri olan Terrell Brandon takıma kazandırıldı.
Lock Out nedeniyle 50 maça indirgenen normal sezonda
Timberwolves, 25 galibiyet ve 25 mağlubiyet alarak bir kez daha
playoff’a kalırken Garnett’in çabalarına rağmen
takım, her zamanki alışkanlığını sürdürerek ilk turda Tim
Duncan ve San Antonio Spurs fırtınasına boyun eğiyordu.
1999-00 sezonunda takıma katılan çaylak oyuncu Wally Szczerbiak
ve tercübeli guard Terrel Brandon’ın da desteğini arkasına
alan Kevin Garnett, her zaman yaptığı gibi ortalamalarını bir
önceki sezona göre yükselterek 22.9 sayı, 11.8 sayı ve
5.0 asist’le oynarken Timberwolves, 50 galibiyet’e
ulaşmıştı. Ama artık taraftarları bezdiren bir biçimde bu kez de
Portland’a play offların ilk turunda eleneceklerdi.
2000-01sezonu Malik Sealy’nin bir trafik kazasında
ölümü ve Joe Smith’le yapılan illegal
sözleşme nedeniyle tatsız başladı. Yine de Garnett gemisini
kurtarmaya çalışan kaptan olarak maç başına 22.0 sayı ve
11.4 ribaund’lık double double performansıyla takımına 47
galibiyet kazandırdı. Ama adeta pilav günleri gibi geleneksel bir
hale gelen play off ilk tur kabusu tekrar Timberwolves’un
üzerine çöktü ve San Antonio zorlanmadan
Minnesota’yı 3-1’lik skorla eledi.
Aynı filmi geçen yıl da Dallas karşısında izledik. Geçen
onca yılda filmin senaryosunda değişen tek şey katillerdi ama kurban
hep Minnesota’ydı. Taraftarlar artık Kevin Garnett’in
liderliğini ve takımın geldiği noktayı iyice sorgulamaya başlamıştı. KG
Timberwolves tarihinin toplamda en çok sahada kalan, en
çok top çalan, en çok asist yapan, en skorer ve en
çok top kesen oyuncusuydu. Son 3 sezonda sürekli olarak
NBA’in en iyi savunma beşine (NBA All defensive first team) ve
98-99 sezonundan beri de All NBA takımlarının abonesi… Ayrıca
Larry Bird, Wilt Chamberlain ve Oscar Robertson’la beraber NBA
tarihinde 3 sezon üst üste 20 sayı,10 ribaund ve 5 asist
barajını geçen 4 oyuncudan biri ama buna rağmen Minnesota iş
play off’a gelince hep sefilleri oynadı. Rakip takımların
seyircileri onlarla “Aslında ilk turu oynamasalar belki şampiyon
bile olabilirler” şeklinde dalga geçmekteydi.
Yeni sezon başlamadan önce bu tarz espriler ve hakkındaki
eleştiriler Kevin Garnett’i iyice öfkelendirmişti. KG,
sezona bu öfkenin verdiği hırsla başladı. Hele 37 sayı, 9 ribaund
ve 5 top çalmayla oynayıp MVP seçildiği All-Star
maçından sonra adeta çıldırdı. Şu anda Timberwolves, All
Star maçından beri oynadığı 17 maçın 13’ünden
galip olarak ayrıldı. Lakers maçını saymazsanız, KG bu
karşılaşmaların hiçbirinde 20 sayının altına düşmedi ve
sayı, ribaund ve asistte triple double’a yaklaşan istatistiklerle
oynadı. Şu anda ligde 23.1 ile sayı krallığında 8., 13.2 ile ribaund
krallığında 2., 67 maçta 56 double-double’la 1. sırada.
Ayrıca 5.8 ile asist krallığında 16.sırada ve bir çok
gerçek guarddın sıralamada üstünde. Kuşkusuz KG,
normal sezonun en önemli MVP adaylarından biri hatta birincisi.
Yalnız işler normal sezonda ne kadar iyi giderse gitsin asıl
önemli olan Minnesota’nın Play-off’ta nasıl bir
performans sergileyeceği. Ama ne olursa olsun NBA, Garnett’e
çok şey borçlu. Sadece insanlara sunduğu enfes basketbol
şovu yüzünden değil. Eğer Garnett küçük
yaşta cesareti ve yeteneği ile sahada kan ter ve gözyaşı
dökerek kendisini acımasızca eleştiren onca insana ve baskıya
göğüs germeseydi NBA’de liseliler hakkındaki tabu daha
da sertleşen bir mizansen içinde genç yeteneklerin
karşısına çıkacaktı. Ve kimbilir, belki bugün biz liseden
direk profesyonelliği seçen Kobe Bryant, Tracy McGrady, Jermaine
O’Neil ve Amare Stoudamire gibi pek çok yetenekli genci
NBA’de göremeyecektik. Eğer LeBron James seneye birinci
sırada seçilirse herkesten önce tek bir kişiye
teşekkür etmeli: O da kendisine bu yolu açan Kevin
Garnet!!..
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:21 pm

YENİ JENERASYONUN ASİ İDOLÜ; ALLEN IVERSON(Bu yazı pivot dergisinde yayınlanmıştır.)

O, bir kurşun kadar hızlı, çelik kadar sert, treni
durdurabilecek kadar güçlü. Ama O Süpermen değil.
Onun adı Allen Iverson!!.. Ve yaşamı boyunca kriponitten uzak kalmaktan
çok daha önemli sorunları oldu.

Birazdan son yıllarda NBA’i derinden sarsan Allen Iverson
fenomeni hakkında bilmek isteyeceğiniz hemen hemen her şeye
ulaşacaksınız ama öncelikle bir konuda itirafta bulunmak
istiyorum. Aslına bakarsanız Grant Hill tarzı beyefendi oyunculara daha
fazla sempati ile bakan biri olarak geçen yıla kadar Iverson
hakkında pek olumlu görüşlere sahip değildim. Jordan ve diğer
veteran NBA yıldızlarına saygı duymadığını, Jordan’ın fazla
abartıldığını söylemesi, takım arkadaşlarını yumruklaması ve
coach’u ile ilgili olarak densiz demeçler vermesi tüm
yeteneklerine rağmen beni giderek Iverson’dan soğutmuştu. Tamam
tamam aslında bunun temel nedeni o dönemdeki kız arkadaşımın
fanatik bir Iverson hayranı olmasıydı. Yok Iverson şöyle
müthiş oynuyormuş, yok saç stili böyleymiş yok
dövmeleri çok karizmatik duruyormuş. Tabii ki ben de bu
durumda her normal erkeğin vereceği tepkiyi vermiştim: “Kim
Iverson mı?? Yok daha neler!! Kızım adam mı o be?? Stackhouse olmasa
Sixers da takım mı??” gibi şeyler söyledim. İşte benim
Iverson’a karşı Stackhouse sevgim de o gün başladı.

NBA DEĞERLERİNİ SARSAN ASİ OYUNCU
Kim ne derse desin Iverson NBA’e adım attığı andan itibaren bir
çok taşı yerinden oynattı. Üstelik bu sadece oyun tarzını
kapsayan bir değişim değildi. Dövmeleri, saç modelleri,
giysileri, konuşması, geçmişi ve daha bir çok
özelliği ile geçmişte genç oyuncuların
önüne konulan örneklerden tamamen zıt bir karakter
yapısına sahipti. Iverson yaptığı her hareketiyle, verdiği her
demeciyle alışılagelmiş NBA değerlerini tamamen sarsmaktaydı. Eğer
Iverson karşı olduğu bu değerlerin yerine yeni alternatifler sunmasa bu
kadar ciddiye alınmazdı ama NBA yetkililerini korkutan Iverson’la
birlikte yeni bir basketbol kültürünün ve yaşam
tarzının tüm şatafatıyla karşılarında belirmesiydi. Bunu
KoRn’un nu-metalle 1990’ların ortasında müzik
dünyasında yaptığı değişime benzetebiliriz. Nasıl ki KoRn hem
müzik tarzıyla hem de imajıyla yepyeni bir tarz meydana getirerek
benim de dahil olduğum jenerasyonu derinden etkilediyse, Iverson da NBA
üzerinde bu tür bir etki yarattı. Aslında NBA daha önce
basketbolun çılgın çocuğu Dennis Rodman gibi bir
tecrübe yaşamıştı ama günümüzde bir kült
haline gelen Rodman fazlasıyla marjinal ve tuhaf -hatta kimilerine
göre biraz psikopat- olduğu için bu derecede yeni nesli
etkilememişti. Corn Rows adı verilen ve şu anda bir çok oyuncu
tarafından kullanılan saç modeli şöhretini Iverson’a
borçlu. Reebok “The Answer” adıyla çıkarttığı
ürünleriyle en çok kar payını beklemekte ve Iverson
şirketin en önemli yatırımlarından biri. Bir de Universal
etiketiyle az kalsın müzik dünyasına bomba etkisi yapacak
Iverson, Jewels lakabını kullanarak -Nasıl ki gerçek adı
Marshall Mathews olan kardeş, Eminem, Slim Shady gibi isimler
kullanıyor. Bizimki de takı merakı yüzünden Jewels’ı
seçmiş- Misunderstood adıyla bir kaset çıkartacaktı ki
Allah’tan çıkartmadı. Niye Allah’tan diyorum.
Çünkü kaseti dinlediğim kadarı ile tam bir facia eğer
müzik kariyeri konusunda yoğunlaşsaydı sanırım aç kalma
ihtimali bir hayli yüksek olurdu. Albümünün
basımının durdurulmasının nedeni ise, fazlasıyla saldırgan ve argo
sözler içeren kaset bir süre sonra artık
olgunlaştığını ve topluma daha iyi örnek olması gerektiğini
düşünen Iverson tarafından yayınlanmak istenmemesi.

Peki Amerika’nın arka sokaklarda suç ve uyuşturucu
içinde kaybolan gençliğini Iverson nasıl oldu da bu kadar
etkileyebildi? Cevap bence fazlasıyla basit: Çünkü
Allen birader de o gençlerden biriydi ve “dibe vurduğu
anda” çoğu kişinin yaptığı gibi kendini hayatının akışına
bırakmadı yeteneklerini kullanarak savaşını sürdürdü.

IVERSON’IN ÇOCUKLUĞU
Iverson’ın geçmişine baktığımızda “baba”
punk-rock gruplarından The Offspring’in “Way Down The
Line” şarkısında anlatılan derecede kötü bir aile
yapısına sahip olduğunu görüyoruz. Daha çocuk yaşta
ona gebe olan bir anne, babasız, fakir, sefalet içinde
geçen ve ailesinin aldığı tüm yanlış kararların yaşamını
doğrudan etkilediği bir hayat.
Allen, 6 Temmuz 1975 tarihinde Hampton, Virginia’da doğdu. Allen
doğduğunda annesi Ann sadece 15 yaşındaydı!!.. Ve Allen’ı tek
başına yetiştirmek zorundaydı. Hampton’ da yaşadıkları ev ise
kanalizasyon şebekesinin hemen üzerinde olduğu için sık sık
lağım taşkınlarına maruz kalmaktaydı. Iverson’ın gerçek
babasını merak edenleriniz varsa, Iverson’ın hayatıyla biyolojik
olarak onun babası olması dışında hiçbir ilgisi olmadı. Bir de
geçen sene eski bir sevgilisini bıçaklayarak
“Iverson’ın babası kız arkadaşını yaraladı.” şeklinde
manşetlere geçmesini saymazsak.
Iverson’ların evinde ödenmeyen faturalardan dolayı genelde
su ve elektrik olmazdı ama küçük Allen gene de
annesine kızgın değildi çünkü mevcut duruma göre
annesin zaten elinden gelenin en iyisini yapmakta olduğunu
düşünmekteydi. Allen daha sonra kendi başının çaresine
zor bakarken hayatına giren iki kızın da sorumluluğunu üstlenmek
zorunda kaldı: Kardeşleri Brandy ve Iliesha.
Özellikle küçük Iliesha’nın lağım suyu
baskınların getirdiği sağlıksız koşullar nedeniyle sık sık hastalanması
zaten mali problemler yaşayan aileyi daha da büyük bir krize
sürükler. Bu sırada Allen’ın annesinin erkek arkadaşı
olan Michael Freeman isimli şahıs ise müzmin bir işsizdir ve
kelimenin tam anlamıyla bir hapishane kuşudur. Defalarca hapse girip
çıkan Freeman, 1991 yılında uyuşturucu satmaya teşebbüsten
tekrar hapse geri döner. Söylenenlere göre bir gün
Allen, Freeman’ı ziyarete gittiğinde onun ayaklarının halini
görünce ona o kadar acımıştır ki, kendi ayakkabılarını ona
verir ve eve kadar çıplak ayaklarıyla yürür.
Allen’ın Freeman hakkındaki düşünceleri sorulduğunda
çoğu kişinin beklediğinin aksine Iverson sürekli onu
savunmuştur: “Michael en azından bize benim gerçek
babamdan daha çok sahip çıktı, hem o kimseyi
öldürmedi ya da kimseyi soymadı sadece ailesi olarak kabul
ettiği insanlara bakmaya çalışıyordu.” Gerçekten
çarpıcı bir ifade, herhalde Amerikalı sosyologlar toplumsal
suç psikolojisini incelerken Iverson’un hayatına da bir
göz atıyordur.
Iverson’ın hayatındaki dönüm noktalarından belki de en
önemlisi, annesinin o daha çok küçük
yaşlardayken oğlunun spora yetenekli olduğunu keşfederek onu bu
yönde desteklemesi. Zaten bu dönemde annesinin daha iyi bir
hayat için kurduğu tüm hayallerin merkezinde Allen’ın
spor konusundaki yeteneği bulunmaktadır. Belki inanmayacaksınız ama,
Iverson çocukluğunda basketbola karşı pek de fazla ilgili
değildir. Annesi onu zorla basketbol oynamaya yollar. Çoğu zaman
ise Iverson evin bir köşesine kaçarak antrenmana gitmemek
için ağlar -Bence Iverson’ın antrenmanlar hakkındaki
düşünceleri günümüzde de pek değişmemişe
benziyor- Annesi ise ona bu oyunu sevdirmek için maddi bakımdan
zorlanarak da olsa Jordan ayakkabıları ve buna benzer basketbol
malzemeleri alır. Bu sırada Iverson başka bir spora daha fazla ilgi
duymaktadır: Amerikan Futbolu!! Iverson’ın çoğu kişi
tarafından bilinmeyen bir özelliği müthiş hızı sayesinde lise
yıllarında onun aslında çok iyi bir Amerikan futbolu oyuncusu
olduğudur. Hatta Allen önceleri Amerikan futboluna daha
düşkündür. Iverson kardeşin yıldızı ise her iki sporda
da gün geçtikçe parlamaktadır. Bethel
Lisesi’ni hem Amerikan futbolunda hem de basketbolda Virginia
Eyalet şampiyonluğuna taşıyıp her iki branşta da yılın oyuncusu
ödülüne kavuşunca tüm üniversiteleri peşinden
koşturmaya başlar. Özellikle de çizgi romanlardaki
süper kahramanları aratmayacak derecede hızlı oluşu herkesin
dikkatini çeken temel etkendir. Bu dönemde
“kankası” Maryland’li Joe Smith, (Şu anda Minesota
Timberwolves’da oynuyor), Allen’ın üniversiteye
alınması için takımdaki herkesin beynini yer. Aynı şekilde
Iverson da birkaç bin kez Joe Smith’ten Maryland’in
cennetin bir köşesi olduğunu dinler. Zaten hem basketbol hem de
futbol programlarında iddialı olan Maryland, Iverson için
biçilmez kaftandır. Ama Iverson birader için o
günlerde asıl önemli olan NBA ya da NFL (Ulusal Futbol Ligi)
farkı gözetmeksizin kapağı profesyonel klüplerden birine
atarak gettolardan ve onun temsil ettiği yoksul hayattan kendisini ve
ailesini kurtarmaktır. Fakat bahtsız kardeşimiz Allen’ın
şanssızlık peşini bir türlü bırakmaz. Bir akşam arkadaşları
ile gittiği bir bowling salonunda çıkan olaylar ona hayatının en
zor günlerini yaşatacaktır.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:21 pm

HAYAT GÖRÜŞÜNÜ DEĞİŞTİREN HAPİSHANE GÜNLERİ
Gelen şampiyonluklarla şehirde adeta yerel kahraman haline gelmesine
rağmen Iverson bir siyahtır ve Amerika’nın genel problemlerinden
biri olan ırkçılık ünlü yada ünsüz ayırt
etmeden her an karşınıza çıkabilir. Iverson’ın karşısına
da bir bowling salonunda çıkar. Olay şu şekilde gelişir; Allen
ve arkadaşları salonda biraz fazla gürültü
çıkartınca uyarılırlar bu sırada içerideki başka bir grup
Allen ve arkadaşlarına sataşır ve onların zenci olmaları ile ilgili
hakaret etmeye başlar. Bir anda kimse ne olduğunu anlamadan
içeride bir beyaz-siyah meydan savaşı çıkar. Mahkemeye
çıkartılan 17 yaşındaki Iverson, adam yaralamak suçundan
5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Ama Amerika’daki sivil
toplum örgütleri hemen harekete geçerek
Amerika’yı ayağa kaldırırlar. İddiaya göre, Iverson kavga
sırasında bir kıza ciddi şekilde yaralamak maksadıyla kafasına sandalye
ile vurmuştur. Mahkemede kanıt olarak sunulan bantta Iverson bir kez
bile görülemez. Kavga dolayısıyla polis tarafından tutuklanan
4 kişi de ünlü siyahlardır. Onlarca kişinin kavgaya
karışmasına rağmen sadece 4 siyahın tutuklanması skandal olarak
nitelendirilir. Dava sonrası yargıcın mağdur beyazlardan birinin aile
dostu olduğu ortaya çıkar. Ve olayla ilgili hiçbir
tanığın söylediği birbirini tutmaz. Kimi şahitlere göre
Iverson elinde sandalye ile içeride deli gibi koşuşturarak
kadın-erkek gözetmeden bulabildiği tüm beyazların kafasına
vurmuştur. Kimi şahitlere göre salona sonradan giren bir grubun
temel maksadı Iverson’ı pataklamaktır ve kavga Iverson’ın
etrafında gerçekleşmiştir. Kimi şahitler ise Allen’ın
kavga başladıktan sonra bowling salonuna geldiğini ve olayların
çıktığını gördüğü an hiçbir şeye
karışmadan salonu terk ettiğini söylemiştir. En mantıklı ifadeler
ise Iverson’ın sadece içeride biraz dayılandığı ve sadece
birkaç kişiyle itiştiği şeklindedir. Mahkeme sonrasında medya
iki kutba ayrılır. Bir kısım medya Iverson’ın sadece siyah
olmasından dolayı sisteme kurban olduğunu yazarken diğer bir kesim ise
Iverson’ın şımarık ırkçı bir çocuk olduğunu ve en
ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini yazar. Siyahi dernekler
ayaklanır. Sonuçta Allen 4,5 ay hapiste kaldıktan sonra Virginia
Eyaleti Valiliği’ne seçilen ilk siyah olan Doug Wilder
tarafından yanlış durum değerlendirilmesi yapıldığı ve iyi halinden
dolayı serbest bıraktırılır. Belki Iverson gerçekten
suçluydu belki de sadece renginin kurbanı oldu. Bunu
hiçbir zaman kimse bilemeyecek ama bu olaylar ve hapiste
geçirdiği 4,5 ayın Iverson’ın üzerinde derin etkiler
bıraktığı bir gerçek. Allen’a göre bu olaylar ve
hapiste geçirdi zaman onun hayata bakışını o kadar değiştirmişti
ki eğer o olay meydana gelmeseydi şimdi bulunduğu yere asla gelemezdi:
“Hampton’da başıma gelenleri asla unutamayacağım,
çünkü büyük bir haksızlığa uğradım. Ama
olanlar beni güçlü bir insan yaptı. Bu olay meydana
gelmeseydi şu anda olduğum aynı insan olabileceğimi hiç
sanmıyorum. Düşünsenize daha sadece 17 yaşında bir
çocuktum. İçeride her türden gerçek
suçlu vardı. İçeriye girdiğimde herkes bana tuhaf tuhaf
baktı. Kanım donmuştu, durmadan tanrıya dua ediyordum. Sonra yaşlı
mahkumlar yanıma geldiler ve beni tanıdıklarını, merak etmememi, beni
her türlü beladan koruyacaklarını, içerideki tüm
pisliklerden uzak tutacaklarını söylediler. Tanrım korkuyordum.
Hapse atılmadan bir gece önce büyük anneme niye tanrı
bana bunun yapılmasına izin veriyor diye sormuştum. O da “Asla
tanrının ne yaptığını sorgulama.” dedi. Ben de bir daha asla
sorgulamadım. Hapiste benim yaşıtlarımın kaldığı Jungle isminde bir
kısım vardı büyük mahkumlar asla orda kalmama izin vermediler
ve beni hafif çalışma cezası almış önemsiz suçlar
işlemiş yaşlıların yanına koydular. Bazen bizim koğuşa gitmem
için Jungle’ın önünden geçmem gerekirdi.
Tanrı biliyor ki küçüklüğümden beri hem
kendimin hem de ailemin başının çaresine bakmak zorunda kaldığım
için korkusuz biriyimdir ama o Jungle denen yerde öyle
şeyler oluyordu ki içeride hapishane filmlerinde
seyredebileceğiniz en mide bulandırıcı ve korkutucu sahnelerden
birkaç kat daha fazlası vardı.”

GEORGETOWN GÜNLERİ
Iverson hapishaneden çıktığı zaman gelecekle ilgili
gerçekleştirebileceğini düşündüğü çok
az hayali kalmıştı. Not ortalamaları düşüktü.
Üstelik Kentucky kendisine verdiği burs teklifini de geri
çekmişti. Meydana gelen olaylar insanların zihninde sportif
başarılarından daha fazla ön plana çıkmıştı. Ne NBA
ümidi kalmıştı ne de NCAA.. Ama Iverson tam bu sırada kendisini
tekrar kanıtlaması için iyi bir fırsat olan Nike ve Reebok
kamplarına davet edildi ve eline geçen şansı çok iyi
kullandı. Bu sırada Georgetown coach’u John Thompson da ciddi
şekilde Allen’ı takip etmektedir. Allen’ın annesi Ann,
defalarca coach Thompson ile oğlu hakkında görüşür ve
ondan oğluna her tüm olanaklarıyla kol kanat germesini rica eder.
Georgetown, Iverson için önemli bir adımdır. Coach Thompson
ise bundan sonra Iverson için hem bir baba figürü hem
de Beyaz Gölgede’ki Coach Reeves gibi durmadan onu
kollayacak, başını belaya sokmasına engel olacaktır. Iverson
profesyonel olma kararı almadan önce Georgetown’da
geçirdiği iki yılın sonunda arkasında bir çok
ödül bırakır. 20.4 sayı ve 4.5 asist ortalamaları ile
oynadığı 1994-95 sezonunda Big East Ligi’nin en iyi
çaylağı ve savunmacısı ödülüne ulaşır. 25.0 sayı,
4.7 asist, 3.35 top çalma ortalamalarıyla oynadığı 1995-96
sezonunda ise ismi Big East’in en iyi ilk beşindedir ve tekrar
yılın en iyi savunmacısı olarak ödüllendirilir. Ayrıca bir
NCAA oyuncusunun alabileceği en prestijli ödüllerden biri
olan Associated Press All American takımına seçilir. NCAA
turnuvasında ondan sonra yüz sayı barajını geçebilen ilk
oyuncu ise ancak 5 sezon sonra Duke’ten Jay Williams olacaktır.
(Bu sezon da Maryland’li Juan Dixon geçti.)

NBA YENİ NESİL SÜPER YILDIZINA, KAVUŞUYOR!!..
Aslına bakarsanız Allen draft edilmeden önce Philadephia’nın
durumu hiç de iç açıcı değildi. Wilt
Chamberlain’li, Dr. J’li ve Moses Malone’lu
günler çok eskilerde kalmıştı. Hem de son 6-7 sezonda
sürekli gerileyen bir performansları vardı. Sixers bir yıl
önce birinci tur üçüncü sıradan süper
yetenek North Carolina mezunu Jerry Stackhouse’u kadroya kattı.
Takım Stackhouse’un çaylak sezonunda gösterdiği 19.2
sayı ve 3.8 asistlik performansla biraz kıpırdanma gösterdiyse de
bu pek yeterli olmadı. İşte bu günlerde draft lottery’den
gelen bir numaralı seçim hakkı yeniden yapılanmaya giren Sixers
için ilaç gibi geldi. 1996 yılının drafta seçilen
bir numaralı ismi açıklandığında herkes NBA’deki en iyi
genç guard ikilisine Sixers’ın sahip olduğu konusunda
hemfikirdi: Allen Iverson ve Jerry Stackhouse.
Iverson daha ilk sezonunda -küçüklüğümden
beri favorim olan- NBA Action Countdown 10 listelerini bolca işgal
etti. Evet bu çocuk hızlıydı. Gerçekten eşi
görülmemiş bir şekilde hızlıydı. Hem de mükemmel
sıçrayabiliyordu. Ama onun en çok konuşulan hareketi o
enfes cross-over’larıydı. Bir arkadaşını seyrederken ne kadar
etkili olduğunu keşfettiği ve ancak saatler süren
çalışmalar sonucunda bugünkü şekline gelen bu hareket,
artık Iverson’la özdeşleştirilmiş durumda. Yaşlı kurt Tim
Hardaway de etkili cross-over’lara sahip ama kesinlikle estetik
bakımdan Iverson ile kıyaslanamaz. Her ne kadar Iverson, hakemler
tarafından Kobe kadar korunmasa da sanırım hakemlerin Iverson’la
ilgili verdiği en yanlış kararlar da yine meşhur
cross-over’larıyla ilgili. Hakemlik eğitimi almış ailenizin
naçizane yazarı bendenize göre Iverson Cross-Over sırasında
topu kavrıyor ve driplingini kesmiş oluyor bu yüzden normal
şartlar altında bu topla yürüme hatası. Ama dediğim gibi
ancak normal şartlar altında bu kuralı uygulayabilirsiniz. Adam o kadar
estetik bir şekilde bu hareketi icra etmekte ki hakemler de ellerinde
olmadan “Yaradan ne güzel de cross-over yaptırıyor bu
çocuğa, tüm stepsler sana kurban olsun.” diye
düşünüyor olmalı. Asıl konumuza geri dönersek,
Iverson rookie sezonunda ortalığı toz duman etti. NBA tarihinde rookie
sezonunda 5 maç üst üste 40 sayı barajını geçen
ilk oyuncu oldu ve 23.7 sayı ile 7.5 asist ortalamaları ile oynadığı bu
sezonda haliyle yılın çaylağı ödülüne
rahatça ulaştı. Stackhouse ise Iverson’a 20.7 sayı
ortalamasıyla destek olmaktaydı.
Belirttiğim gibi bu ikili en NBA’in en etkili duo’larından
biriydi ama sezon içinde çoktan kendini belli eden bazı
sorunlar kendini her geçen gün daha çok belli
edecekti. Bir takım düşünün ki elinde şu an NBA’in
en iyi oyuncuların ikisini bulundurmasına rağmen ancak 22 galibiyet
alabilsin. İşte bu durum Sixers Antrenörü John Davis’in
takımdaki sonunu hazırladı. Yerine ise Iverson’ın ilerleyen
zamanda çok seveceği (?!) NCAA’in ve NBA’in en iyi
antrenörlerinden Larry Brown getirilecekti. Brown sorunu
görmekte çok gecikmedi. Elindeki en önemli iki silahı
birbirinden egoistti!. Üstelik bunlardan biri takımın oyun
kurucusuydu. Iverson başına buyruk, fazla emir almayı sevmeyen ve
-geçmişinin neden olduğu bir durum olarak
düşünebileceğimiz- herkese kendini kanıtlamaya
çalışan, sahada çok konuşan ve arkadaşlarına olur olmadık
sataşan bir oyuncuydu. Stackhouse ise takımın gerçek yıldızının
kendisi olduğunu düşüyordu. Medya çoktan daha sonra
tüm North Carolina mezunu vasatın üzeri guardlara
yakıştırmaya meraklı olduğu -hatta 20 sayı ortalamasını geçen
her guarda- “Yeni Michael Jordan” yaftasını yapıştırmıştı.
Bu tür unvanların verdiği ağırlık ise Stackhouse için şu
anlık daha çok ağırdı. Kendilerini kanıtlama kavgasındaki,
öncelikle “Ben” diyen bu iki oyuncunun rekabeti bir
idman sırasında adeta sokak kavgasına dönünce ikisinden
birinin takımdan gönderilmesi artık şart olmuştu. Sixers ve Brown
da tercihini Iverson’dan yana kullanınca Stackhouse NBA’in
bir başka süper yıldızı olan Grant Hill’in Detroit’ine
Theo Ratliff ve Aaron McKie karşılığında sezon ortasında
gönderildi. Larry Brown takımı aklındaki oyun sistemine göre
yavaş yavaş temizledi sezon sonuna gelindiğinde ise sezona başladığı
kadrodan sadece 5 kişi takımda kalmıştı. 1996-97 sezonu yılın
çaylağı ve All-Star haftasonu çaylak maçının en
değerli oyuncusu Iverson için 1997-98 sezonu da parlak
geçmişti. Her ne kadar takım ancak 31 galibiyet alsa da Iverson
ligi 22.0 sayı, 6.2 asist ve 2.20 top çalma ortalamalarıyla
tamamladı. Üstelik sezon içinde iki kez Jordan’ın
Chicago’sunu da alt etmeyi başarmışlardı. Bu arada Iverson
medyadaki sansasyonel açıklamalarına iyice hız verdi. Ne Michael
Jordan ne de Charles Barkley gibi eski oyunculara saygı duymadığını
üstelik de Jordan’ın biraz fazla abartıldığını
söylemesi tepki topladı. İnsanlar zaten geçmişi hatırlamaya
meyillidirler. Iverson da bu tür tepkilere alışıktı.
Georgetown’daki iki sezonu boyunca rakip okullar onlarla hep
Mahpushane kaçkınları diye dalga geçmiş, taraftarlar da
Iverson’a sandalye ile ilgili bolca espri yapmıştı. Zamane
üniversite gençliği işte ne yapacaksınız. Geçmişini
bir kenara bıraktığınızda bile Stackhouse ile arasında geçen
olaylar ve Coach Larry Brown’ı pek takmaması insanların
Iverson’a ön yargı ile bakmasına neden oluyor. Biraz evvel
de belirttiğim üzere bunlara Cross-over’la Jordan’ın
“belini kırdığı” birkaç pozisyonun ve gelen iki
galibiyetin verdiği gazla Jordan hakkında verdiği demeçler de
eklenince yetenekli ama az sevilen oyuncu kategorisinde kendisine en
üst sıralardan bir yer edindi.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:23 pm

Bu yazı pivot dergisinin 38.sayısında yayınlanmıştır.)

YENİ NESLİN UÇAN YILDIZI, VINCE LAMAR CARTER...

Soru: Bir NBA takımı yöneticisi olduğunuzu düşünün.
Bir seçme hakkınız olsaydı. Siz, 1998 Drafttında aşağıdaki
oyunculardan hangisini öncelikli olarak seçerdiniz?.
Michael Olowakandi, Mike Bibby, Raef La Frentz, Antawn Jamison, Vince Carter.

Cevaplar: L.A.Clippers: Michael Olowakandi
Vancouver: Mike Bibby
Denver: Raef La Frentz
Toronto: Antawn Jamison
Golden State: Vince Carter. Fakat Golden State, Jamison karşılığında Carter’ı Toronto’ya verdi.

Sonuçlar: Denver: 2001 sezonu Batı Konferansı 11.si
L.A.Clippers: 2001 sezonu Batı Konferansı 12.si
Vancouver: 2001 sezonu Batı Konferansı 13.sü
Golden State: 2001 sezonu Batı Konferansı 14.sü, yani sonuncu!.
Toronto: 2001 sezonu Doğu Konferansı Yarı Finalisti!!..

Vince Carter, NBA Liginde geçen son 3,5 yıla, bir en iyi rookie
oyuncu ödülü, bir slam dunk şampiyonluğu, 3 defa
All-Star oylaması birinciliği, bir Olimpiyat altın madalyası sığdırmayı
başardı.

1998 NBA Draftı, 24 Haziran 1998’de Vancouver’da
yapılmıştı. 51 yıllık NBA tarihinde ilk defa bir Türk oyuncunun
(Mirsad Türkcan, Houston Rockets tarafından 18. sırada draft
edilmişti.) seçilmesi bakımından bizim için
büyük değeri olan draftın, NBA ligine kazandırdığı en
büyük yıldız ise, 5.sırada Golden State Warriors tarafından
seçilen Vince Lamar Carter’dı.
Draft gecesi 4. sırada seçilen üniversitedeki takım
arkadaşı Antawn Jamison karşılığında Golden State’den Toronto
Raptors’a takas edilen Carter, Kanada takımının ve NBA liginin
2000’li yıllardaki en büyük yıldızlarından biri
olacağını, sezon sonunda 118 oydan 113’ünü alarak
kazandığı en iyi rookie oyuncusu ödülü ile
gösterdi. Bir yıl sonra All-Star oylamasında 2 milyona yakın oyla
ilk sırayı alan Carter, bir çok kişiye göre slam dunk
yarışmaları tarihin en muhteşem performansı ile de smaç
şampiyonluğuna ulaşmıştı. 2000 yazında Sidney Olimpiyatlarında -zor da
olsa- altın madalya alan Dream Team IV’ün en skorer oyuncusu
olan ve Fransa maçında Frederic Weis’in üzerinden
yaptığı smaç ile tüm dünyaya kendini tanıtan Carter,
geçen sezon Toronto’yu Doğu Konferansı yarı finaline kadar
çıkarmayı başardı. Evet 3 yıl sonunda NBA liginin en başarılı 10
oyuncusundan biri “The Prince”, “Air Canada”,
“In-VINCE-able” lakapları ile de tanınan Toronto’nun
15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter, sizlere tanıtacağım NBA
oyuncusu.

KONSER SALONUNDAN BASKETBOL ARENASINA
Vince Carter, 26 Ocak 1977’de Florida Daytona Beach’de
doğdu. 9 yaşındayken katıldığı 12 yaş altı eyalet turnuvasında kısa
boyuna ve küçük yaşına rağmen dikkatleri üzerine
çeken Carter, 13 yaşındayken de ilk smacını yapıyordu. Fakat
baba Harry’nin Volusia’da bando ve orkestra
direktörü olması Carter’ı da müziğe itti. 7 farklı
enstrümanla ilgilenen Carter, 1995 yılında Mainland Lisesini
bitirdiğinde basketbol ve voleybolculuğunun yanında, davul ve saksafon
çalarken, okul orkestrasında bariton solistlikte yapıyordu. Ama
Carter, basketbol sahasında bir maçta 47 sayı başka bir
maçta da 17 blok rakamlarını erişip, okulunu da 36 maçta
34 galibiyet ile eyalet şampiyonu yapınca tercihini basketbolden yana
kullandı. (Tabi 1981 Draftı ile NBA’e seçilen amcası
Oliver Lee’nin de Carter’ın basketbolcü olmasında
büyük katkıları vardı.)
Carter, lise’deki son yılında forvet mevkiinde, Ron Mercer ve
Shareef Abdul-Rahim’in ardından Amerikanın en iyi lise
oyuncularından biri olarak gösterildi ve yılın en iyi ikinci
beşine seçildi. 1995 yazında üniversite tercihini, iki
yıldız oyuncusu Jerry Stackhouse ve Rasheed Wallace’ı NBA’e
kaptıran ve yeni bir takım kurmayı amaçlayan ülkenin en iyi
basketbol programlarından ve coachlarından (Dean Smith) birine sahip
North Carolina’dan yana kullandı. İki yıldızını kaybeden UNC
üniversitesi yeni iki rookie oyuncu Vince Carter ve Antawn Jamison
ile lige başladı. Guard’lar Jeff McInnis ve Dante Calabria, pivot
Serge Zwikker ile birlikte iyi bir uyum yakalayan bu genç
oyunculardan Carter, ilk yılında 31 maçta forma giydi. İlk
yılında hem guard hem de kısa forvet pozisyonlarında oynayan Carter, 19
kere ilk 5’te sahaya çıkarken, 10 maçta skorda
çift haneli sayıya ulaştı. Fakat maç başına sadece 18
dakika oyunda kalabildi ve 7.5 sayı, 3.8 ribaund, 1.3 asist
ortalamaları ile ilk senesini tamamladı. Aynı yıl, USA Junior Basketbol
takımının bir üyesi olarak, Atina’da düzenlenen
dünya şampiyonasında 7. olan takımda 8 maçta, 48 sayı, 32
ribaund, 11 asist ve 9 top çalma üreten Carter, tüm
sezon boyunca açık sahada fast break organizasyonlarında Tar
Heel seyircilerine inanılmaz hava hareketleri seyrettirmeyi başardı.

NCAA’LERDE İKİNCİ YIL VE İLK FINAL FOUR
Üniversitedeki ilk senesinde muhteşem smaçları ile
büyük bir hayran kitlesi yaratan Carter, ikinci sezonunda
büyük gelişme gösterdi. 1995-96 sezonunun ardından
NBA’e gitmeyi tercih eden McInnis’in (Denver tarafından 2.
tur 37. sırada draft edildi.) takımdan ayrılması, coach Smith’in
Carter’ın oyunda kaldığı süreyi maç başına 28
dakikaya çıkarmasına neden oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren
Carter 13.0 sayı, 4.5 ribaund, 2.4 asist ve 1.4 top çalma
ortalamaları ile NCAA’ler deki 2. sezonu tamamladı. Playofflar
da, çeyrek finalde Lousville maçında 18 sayı
üreterek, 15 sayı ile oynayan Jamison ile birlikte UNC’yi
14. defa Final Four’a sokmayı başaran Carter, yarı finalde
Arizona potasına 8 sayısı smaçtan olmak üzere 21 sayı
gönderse de 66-58’lik yenilgiyi önleyemedi. Aynı yıl
NBA’de slam dunk şampiyonluğuna ulaşan Kobe Bryant’ın
yarışma içerisinde yaptığı bir çok hareketi,
NCAA’de maç içinde rakip oyuncuların savunmalarına
karşı yapan Carter, oynadığı süre ile orantılı olarak artan hava
hareketleri ile sadece okulunun değil Amerikanın ve dünyanın
hayranlıkla seyrettiği bir oyuncu olmuştu. Ama o sadece zıplama
kabiliyeti ile anılmak istemiyordu. Chicago şehrinin yetiştirdiği en
büyük smaç makinesi Ronnie Fields, gibi sadece
smaçları ile tanınmak ve NBA’e gidemeyip CBA’de veya
diğer küçük liglerde kaybolup gitmek istemiyordu. Bu
sebeple de 2. senesinin yazını bol bol şut idamı yaparak
geçirdi.
1997-98 sezonunda başarı grafiğini yükseltmeye devam eden Carter,
%59 saha içi, %41 üç sayı yüzdeleri ile 15.6
sayı, 5.1 ribaund, 2.0 asist ortalamalarıyla 3. yılını tamamladı ve
John Wooden All-Amerika takımına seçildi. Ayrıca normal sezonun
ardından stres dolu NCAA Turnuvasında da harika maçlar
çıkardı. İlk turda Navy’e 14 sayı, ikinci turda UNC
Charlotte’a 24 sayı, 7 ribaund, sweet-16’da Michigan
State’e 20 sayı, 10 ribaund, elite-8’de Conneticut’a
12 sayı atan Carter, UNC’yi ard arda 2.defa final four’a
taşıyan oyuncuların başındaydı. Final Four maçında Utah
Üniversitesi karşısında, sezonun en değerli oyuncusu
seçilen takım arkadaşı Jamison’dan daha başarılı olan
Carter, 65-59’luk yenilgiye mani olamadı. Üniversite
kariyerindeki son maçında sahanın en skorer oyuncusu olan Carter
21 sayı, 5 ribaund ve 3 blok ile NCAA kariyerine noktayı koydu.
1997-98 NCAA sezonunun ardından Maryland coach’u Gary Williams,
Carter için “en iyi takım oyunu oynayan yıldız
oyuncu” nitelemesini yapıyordu.
Carter, NCAA Turnuvasında oldukça başarılı olup bir çok
NBA menajerinin dikkatini çekince 4. seneyi beklemeden
profesyonel olmaya karar verdi. Aslında 3 yıldır oynadığı oyunla bir
çok menajer onu draftta seçilecek oyuncular arasına
koymuştu ama Final Four’daki oyunu değerini daha da arttırdı.
Birde NBA’de seyirci sayısının düşmesi, Michael
Jordan’ın basketbolü bıraktıktan sonra yerine geçecek
spektaküler ve örnek -üniversite tahsili almış, adı
kavga, hırsızlık ve adi suçlara karışmamış- bir oyuncunun NBA
tarafından hala lanse edilememesi, (Grant Hill, bu örnek
oyuncuların başındayken sakatlıklar sebebi ile beklentileri ne yazık ki
karşılayamadı.) Carter’ın yolunu biraz daha aralamıştı. Evet
Carter, 3 yıl boyunca 103 maçta formasını giydiği ve 12.3 sayı,
5.1 ribaund, 2.0 asist, 1.1 top çalma, 0.8 blok ortalamaları ile
oynadığı North Carolina Üniversitesine veda ederek 1998 NBA
Draftına katıldı.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:23 pm

1998-99 NBA SEZONUNUN EN DEĞERLİ ROOKİE OYUNCUSU
1998 NBA Draftında 5. sırada Golden State tarafından seçilen
Carter, aynı gece 4. sırada Toronto tarafından draft edilen takım
arkadaşı Jamison’a karşılık Raptors’ın yolunu tutuyordu.
Fakat NBA komisyonu ile Oyuncular Komitesinin 1997-98 sezonun hemen
ardından anlaşmazlığa düşmesi ile ortaya çıkan lokavt,
Carter’ın NBA liginde oynayacağı ilk sezonu tehlikeye soktu.
Önce sezon öncesi hazırlık kampları iptal edildi, ardından da
Kasım’ın başında start alacağı belirtilen lig durduruldu. İki
taraf arasındaki anlaşma ancak Ocak ayının sonunda sağlanabildi.
(Hatırlarsanız Yunanistan’da, 1998 Temmuz Ayında düzenlenen
dünya şampiyonasına da NBA oyuncuları iştirak etmemiş ve Amerika
Milli Takımı ancak 3. sırayı alabilmişti.) Ama Carter bu boşluktan
istifade edip özel antrenörler eşliğinde bol bol
çalıştı ve 5 Şubat 1999 günü Boston Celtics takımına
karşı ilk NBA maçına çıktı. Maça ilk 5 başlayan
Carter, ilk periyodunun 4 dakikasında bir jump shot ile NBA kariyerinin
ilk sayısını kaydetti. İkinci periyodun 6 dakikasında ise ilk muhteşem
turnikelerinden birine imzayı atıyordu. Ama beklenen hareketi
maçın son periyoduna saklamıştı. Maçın bitimine 5:33 kala
Charles Oakley’in pası ile jeneriklere geçecek ilk smacını
Paul Pierce’ın üzerinden yaparken, Boston seyircisi bile bu
hareketi ayakta alkışlıyordu. Bu ilk maçta 30 dakika oyunda
kalıp 16 sayı, 3 ribaund, 2 asist ve 2 top çalma üreten
Carter takımına 103-92’lik galibiyeti getiriyordu. İki deplasman
maçından sonra sezonun 3. maçında Toronto seyircisinin
önünde çıkan Carter, 5’i ikinci yarıda olmak
üzere 6 smaç ile tam bir show gerçekleştirirken
maçı da 22 sayı ile tamamladı. Ligin 7. maçında (yeni
salonları Air Canada’nın açılış maçı) ise
4’ü ikinci periyotta olmak üzere 5 smaç ile
Vancouver’a karşı 27 sayı atmayı başardı. 25 Mart’ta
Houston karşısında 32 sayı ile ilk sezonunun en yüksek skoruna
ulaşan Carter, Mart ve Nisan’da ayın en iyi rookie oyuncusu, 22
Mart’ta da haftanın oyuncusu seçildi. Regular sezonda 50
maçın 49’unda sahaya ilk 5’te çıkarken, 3 kez
30 sayı, 23 kez 20 sayı barajını geçmeyi başardı. Ayrıca 6 kere
de double-double yaptı. Toronto 23 galibiyet, 27 mağlubiyet ile
%46’lık kazanma oranı ile bir takım rekoru kırarken ne yazık ki
playoff’lara kalamadı.
Evet, Carter ilk senesinde jeneriklere geçen bir çok
harekete imzasını atarken, maç başına ortalama 35 dakika oyunda
kalarak 18.3 sayı, 5.7 ribaund, 3.0 asist, 1.54 blok ve 1.1 top
çalma ortalamaları ile çaylaklar arasında sayıda ve
blokta ilk sırayı alırken, sezonun en iyi rookie oyuncusu
ödülüne de 118 oydan 113’ünü -hem de
üniversite de hep gölgesinde kaldığı takım arkadaşı
Jamison’ın önünde- alarak ulaştı. Carter bir çok
inanılmaz hava hareketi ile NBA Action’ların vazgeçilmez
oyuncusu olmuş, NBA’de aradığı kanı bulmuştu. Lokavt sırasında
iade edilen sezonluk biletler, Toronto’nun salonu Air
Canada’da neredeyse yok satarken, deplasman maçlarında da
Carter’ı izlemeye gelen seyirciler sayesinde NBA’in izlenme
oranı artıyordu.

2000 SLAM DUNK ŞAMPİYONLUĞU
Carter 1999-00 sezonuna fırtına gibi girdi. İlk 8 maçta 25.7
sayı ortalamasını tutturdu. Sezonun 10. maçında şampiyonluk
adaylarından Lakers’ı deplasmanda 111-102 yendikleri maçta
34 sayı, 11 ribaund, 4 asist ile bir kez daha NBA seyircilerinin
hayranlığını kazandı. Genelde Toronto’nun maçlarını
hiç yayınlamayan ulusal kanallar, artık gelen yoğun istekleri
karşılayabilmek için Carter’ın maçlarını
yayınlamaya başlamışlardı. 14 Ocak’ta 115-110 galip geldikleri
Milwaukee maçında 47 sayı ile ilk defa 40 sayı barajını
geçen Carter, 13 Şubat’ta ki All-Star maçına kadar
oynanan 47 maçta 24.5 sayı ortalamasını tutturdu.
Oakland’da düzenlenecek All-Star maçı
seçimlerinde bütün NBA yıldızlarını geçerek en
fazla oyu alan Carter, maçtan bir gün evvel düzenlenen
slam dunk yarışmasında da finalde kuzeni Tracy McGrady ve Steve
Francis’i geçerek şampiyonluğa ulaştı. İlk All-Star
maçında sahaya ilk 5’te çıkan Carter, smaç
şampiyonasından enstantaneler sunduğu maçta 28 dakika oyunda
kaldı ve 12 sayı üretti. All-Star maçından tam 2 hafta
sonra 27 Şubat’ta Phoenix’te 103-102 galip geldikleri
maçta, 51 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. Regular sezonda 25
kere 30 sayı, 63 kere de 20 sayı barajını geçti ve hiç
bir maçta 10 sayının altına düşmedi. Ayrıca 9 kere
double-double ve 10 Nisan’da Cleveland’a karşı 14 sayı, 11
ribaund ve 10 assist ile ilk triple-double’ını yaptı. Sezon
sonunda ortalama 38 dakika sahada kalarak çoğu maçta
hücum da sürüklediği takımında, %46.5 saha içi, %
40 üç sayı yüzdeleri ile 25.7 sayı, 5.8 ribaund, 3.9
asist, 1.34 top çalma ve 1.12 blok ortalamalarını tutturdu. Bu
başarılı 82 maçlık regular sezon sonunda, Toronto 45 galibiyet
27 yenilgi ile Doğu Konferansında 6. sırayı alıp, play-off’lara
kalıyordu.
NBA kariyerinde ki ilk playoff maçını 23 Nisan’da New
York’a karşı Madison Square Garden’da oynayan Carter 92-88
kaybettikleri maçta, 16 sayı ve 6 asist üretti. 2.
maçta 27 sayı, 7 ribaund, 5 asist’lik performansı
84-83’lük yenilgiyi önleyemezken, Toronto’da
oynanan 3. maçta 15 sayı, 8 asist ve 7 ribaund’a rağmen
87-80’lik skorla sezona ilk turda veda etti.
Carter, başarıya doyamadığı 2000 yılının yazında, Sidney’de Dream
Team IV ile Olimpiyat Altın madalyasını boynuna taktı. Shaq, Kobe,
Duncan ve Iverson’dan yoksun bir kadro ile mücadele eden
Amerika’nın 8 maç sonunda 118 sayı ile en skorer oyuncusu
olan Carter, yarı finalde zar zor 85-83 yendikleri Litvanya
maçında 18 sayı ile en skorer oyuncu oldu. Fransa maçında
Frederic Weis’in üzerinden yaptığı smaç ise aylarca
konuşuldu. Bir çok NBA yazarı tarafından gelmiş geçmiş en
güzel basket olarak değerlendirilen bu smaçın yanı sıra bir
çok muhteşem harekete de imza atan Carter, bu turnuva sayesinde
tüm dünya tarafından tanınmaya başladı.

2001 NBA DOĞU YARI FİNALİ
Geçen sezon artan tecrübesi ile Toronto takımını regular
sezonda bir klüp rekoru olan 47 galibiyete taşıyan Carter,
maç başına 39 dakika oyunda kalarak %46 saha içi, %43
üç sayı yüzdeleri ile 27.5 sayı (lig 5.si), 5.3
ribaund, 3.9 asist, 1.54 top çalma ve 0.85 blok ortalamaları ile
tamamladı. Bu ortalamalarla ligin en iyi ikinci takımına seçilen
Carter, bir kez daha All-Star oylamasında en fazla oyu alarak
Washington’daki maçta Doğu takımının ilk 5 inde yer aldı.
Maçı 16 sayı ile Iverson ve Bryant’tan sonra en skorer
oyuncu olarak tamamlayan Carter, sezon için de 4 kere 40, 31
kere de 30 sayı barajını geçerken, 18 Kasım’da Milwaukee
maçında 48 sayı ile sezonda kendisinin en yüksek skoruna
ulaştı. Play Off’lar da ilk turda New York’a karşı 5
maçta 22.8 sayı, 7.2 ribaund ortalamaları ile oynarken son 2
maçta muhteşem oyunu ile ilk defa tur atlama sevincini yaşadı.
Doğu Yarı Finalinde rakip Iverson’lı Philadelphia’ydı. Seri
Iverson ile Carter’ın düellosu şeklinde geçerken, 1.
maçta 35, 3. maçta 50 (13/9 üçlük), 6.
maçta ise 39 sayı üretti. Fakat son maçta 20 sayı, 9
asist, 7 ribaund, 3 top çalma, 2 bloğu galibiyete yetmedi ve
Toronto 2001 NBA ligine Doğu Yarı Finalinde elveda dedi.
Gösterdiği performans ile bir çok eski NBA oyuncusu ile
karşılaştırılmaya başlanan Carter, ligin genç yıldız
oyuncularından biri olmuştu.
Ağustos Ayında 6 yıllığına 94 milyon $’a takımı ile tekrardan
anlaşan Carter, Hakeem Olajuwan’ın takıma katılması ile bir yıl
evvelki başarıyı tekrarlayacaklarını ve hatta geçebileceklerini
söylüyordu.

DOĞU KONFERANSINDA ZİRVE YARIŞI
Bu sezon Carter için çok iyi başlamadı. İlk maçta
Orlando karşısında 11/2 saha içi, 3/0 üçlük ve
7/7 faul ile sadece 11 sayı üretti ve 114-85’lik farklı
mağlubiyeti önleyemedi. Daha sezonun ilk maçı
Carter’ın artık sıkı savunmalarla karşılaşacağının bir
belirtisiydi. Gerçekten’de şu ana kadar oynanan 43
maçta eski sezonlara göre daha sıkı savunulan Carter,
düşen şut yüzdesine rağmen, artan asist ortalaması ile
takımına 25 galibiyet getirmeyi başardı. 10 Kasım’da
Utah’da 14/8 üçlük ile 43 sayı üreten
Carter, 7 ve 9 Aralıkta ard arda Denver ve Phoenix maçlarında 42
sayı ile oynadı. Şu anda 25.6 ile sayı krallığında 5. sırada bulunan
Carter, 10 Şubat’ta Philadelphia’da düzenlenecek
All-Star maçı oylamasında da 1.287.003 oyla bir kez daha ilk
sırayı aldı.
Michael Jordan, NBA ligine geri döndü. Ama ne yazık ki eski
hava hareketleri ile değil. Fakat Jordan’ın eski muhteşem
smaçlarının, inanılmaz turnikelerinin, yakını ve belki de daha
muhteşemleri, Toronto’nun 15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter
ile devam etmekte. Bryant, Iverson, Duncan, Pierce, Garnett, gibi ligin
yeni nesil oyuncularının en başarılısı, henüz şampiyonluk veya bir
MVP ödülü almamasından dolayı belki Carter değil ama,
kim ne derse desin ligin en spektaküler, en ilgi çeken ve
en çok izlemekten zevk alınan oyuncusu Vince Carter. Yakın
gelecekte takıma katılacak tecrübeli (ama, Hakeem Olajuwan gibi
-eskiden ne kadar başarılı olursa olsun- kariyerinin son yıllarını
yaşayan bir oyuncu değil) ve daha yetenekli 1-2 oyuncu ile Toronto, NBA
Finaline ulaşırsa bunda en büyük pay da Carter’ın
olacaktır. O da böylelikle gerekli ödüllere ve hatta NBA
Şampiyonluk yüzüğüne ulaşabilir. Aynı Jordan’ın
ligde ilk 6 yıl bekledikten sonra Pippen, Grant gibi oyuncularla
şampiyonluğa ulaştığı gibi…
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:24 pm

NBA’İN #1 NUMARALI HÜCUM SİLAHI; TRACY MCGRADY
(Bu yazı pivot dergisinin 53.sayısında yayınlanmıştır.)

Şu anda NBA’de 25 sayı, 5 ribaund ve 5 asist ortalamasıyla
shooting guard oynayabilen sadece iki isim var. Birisi üç
şampiyonluk yüzüğü sahibi Kobe Bryant diğeri ise Tracy
McGrady. Üstelik McGrady, Shaquille O’Neil gibi NBA’in
en güçlü pivotuyla hatta ve hatta en dominant oyuncusu
ile oynama lüksüne de sahip değil. Yani Kobe gibi savunmacısı
ikili sıkıştırmalara yardım için gittiğinde boş şut pozisyonları
yakalamıyor. Aksine takımının tek büyük yıldızı olması
nedeniyle ikili hatta kimi zaman üçlü sıkıştırmalarla
boğuşmak zorunda. İşte bu yüzden geceleri yatmadan önce Grant
Hill’in parkelere sağlam bir şekilde ve temelli olarak
dönmesi için dua ediyor. Yine de Hill dönsün ya
da dönmesin T-Mac yolunu bilir. Çünkü o
NBA’in sayı kralı. Ve dikkat etmezseniz her an potanıza en az 30
sayı atmaya hazır!!

Eyvah Dr. J Emekli Oluyor, Gitti Paracıklar!!
Julius Erving, yani Dr.J, basketbol tarihinin “havada
yürüyebilen” ilk büyük yıldızıydı.
Ayaklarının yer ile teması kesildikten sonra yapabileceklerini hayal
etmek bile o günün basketbol şartları içinde zordu.
Sadece onu seyretmek için salonlara doluşan binlerce kişi vardı.
O basketbolu birçok insana sevdirmiş bir süper stardı. Kimi
basketbol yazarlarınca belki de yer yüzüne gelmiş en
inanılmaz oyuncu olarak nitelendiriliyordu. Önce ABA’daki
sonra da NBA’deki muhteşem yılların ardından Dr. J’de her
ölümlü gibi yaşlanarak NBA’deki kariyerinin sonuna
doğru yaklaşınca insanlar birden paniğe kapılmaya başladı. Ligin en
spektaküler yıldızını kaybedeceklerdi. “Ya bir daha asla
onun gibisi bu lige gelmezse” sorusu kafalarda dolaşıyordu.
Dr.J’in oynadığı her sezon NBA’e yönelen ekstra ilgi,
izleyici ve para demekti. Dr. J’in basketbolu bırakması ise
NBA’in popülaritesinin azalmasına yol açabilirdi. Ama
önce Larry Bird’ün sonra da Magic Johnson’ın
sahneye çıkmasıyla pazarlayabilecekleri yeni bir Chamberlain
& Russell rekabeti yaratmayı başarabildikleri için NBA
yönetiminin korktuğu başına gelmedi ve Dr. J bir kaç sezon
daha bu yeni yıldızlarla boğuşup emekliye ayrıldığında NBA’deki
seyirci oranları önceki yıllara oranla artış bile
göstermişti. 90’lı yıllara gelinirken bu kez de Bird ve
Magic’in yaşlanıyor olmasının yarattığı telaş vardı. Ama NBA bir
kez daha süper bir yıldız yaratarak durumu kurtardı: Michael
Jordan!!
Veliahtı ararken
Majestelerinin basketbol tarihindeki önemini belirtmeye sanırım
gerek yok. MJ basketbolu bıraktığını açıkladığında binlerce kişi
basketbola küstü, geri dönüşlerinde milyonlarca
insan sevince boğuldu. Maalesef bu kez majesteleri gerçekten
basketbolu bıraktı ama NBA hala yeni süper yıldızını bulamadı.
Önce Duke’un beyaz atlı kibar prensi Grant Hill yeni veliaht
olarak takdim edildi ama geçen her sezonun ardından
Hill’in aradıkları isim olmadığını anladılar. Sonra havada bir
kaç adım attıktan sonra yaptığı smaç jenerik olan
Anfernee “Penny” Hardaway üzerinde kısa bir promosyon
bombardımanı yapıldı. Ne yazık ki Penny de Orlando’yu Shaq
olmaksızın bir yere taşıyamayarak NBA yönetimini büyük
hayal kırıklığına uğrattı. Sonra Allen Iverson basketbol yeteneğinin
yanında “Generation X” olarak adlandırılan ve eskiler
tarafından kayıp gençlik diye nitelendirilen kuşağın olumlu
olumsuz bir çok özelliğini de taşıdığı için
“yeni yüzyıla yeni bir kahraman” mantığı ile topluma
sunuldu. Iverson’ın sorunlu geçmişi nedeniyle adeta bir
saatli bomba olması “temiz topluma temiz kahraman”
diyenleri tedirgin etti. Ardından iki North Carolina’lı; Jerry
Stackhouse ve Vince Carter ard arda “Yeni Jordan” ambalajı
ile market raflarındaki yerini aldı. Onlar hala beklemedeyken Kobe
Bryant isimli bir liseli herkesi sollayarak 3 şampiyonluğa ulaştı ve
veliahtlık yarışında herkesin bir adım önüne geçti. Ne
var ki Kobe’yi de gölgeleyen Shaquille O’Neil isimli
“büyük” bir etken vardı. Bu arada hem kişilik hem
yetenek bakımından üstün özelliklere sahip bir oyuncu
medyanın gözünün önünde durmasına rağmen uzun
süre -maç başına 20’li sayılara çıkana dek-
farkedilemedi. Çünkü artık günümüz
toplumunda, A malının B malından iyi olması önemli değil. Asıl
önemli olan elinizdeki malı diğerinden iyi pazarlamak.
NBA’in pazarlamacıları ise geç uyandı. Şu an ligdeki belki
hiçbir oyuncu maç içinde onun gibi smaç
yapamıyor. Tek başına rakiplerini bozguna uğratıp takımını
play-off’a taşımıyor. O adeta tek başına bir takım: Ve karşınızda
Tracy McGrady. Namı diğer T-MAC!!
Big Mac’ten T-Mac’e
Tracy Lamar McGrady Jr., 24 Mayıs 1979’da Orlando ve Tampa
arasında göllerle çevrilmiş küçük bir
kasaba olan Auburndale’de doğdu. Tracy’nin ailesi o daha 4
yaşındayken boşandıkları için annesinin ve
büyükannesinin yanında büyüdü. Aslında annesi
Disneyland’de çalıştığı için büyükannesi
Tracy’nin hayatında adeta ikinci bir anne olarak çok
önemli bir rol oynadı. Bu arada T-Mac babasının, annesiyle ayrı
olmasına ve kendisine ait hir hayata sahip olmasına rağmen ilgisiz bir
baba olmadığını ve kendisiyle her fırsatta ilgilendiğinin de altını
çiziyordu. Tracy küçüklüğünde spor
yapmaya basketbolla başlamadı. Onun ilk göz ağrısı
baseball’du ve onu seyreden tüm antrenörler gelecekte
çok büyük bir baseball yıldızı olabileceği konusunda
birleşiyorlardı. Tabii hayat Tracy’nin önüne çok
daha farklı bir senaryo çıkarttı. Yine de T-Mac’in
baseball’a karşı bugün bile büyük bir sevgi
beslediği gerçek. O kadar ki eğer kendisine profesyonel beyzbol
takımlarından teklif gelirse bu teklifi kabul edeceğini
çünkü en büyük hayalinin aynı anda basketbol
ve beyzbol oynamak olduğunu söylüyor. Zaten Tracy, Baseball
ligindeki lakabını bile yıllar önceden belirlemiş: “Big
Mac”
ADIDAS ABCD
Tracy’nin basketbol macerası tam anlamıyla lise 3. sınıfta
başlamakta. Auburndale lisesine giden T-Mac, o yıl 23.1 sayı, 12.2
ribaund, 4.9 blok ve 4.0 asist ortalamalarıyla oynayıp takımını
galibiyetlere taşıyınca yerel haberlerde adı anılmaya başladı. Ama bu
mükemmel ortalamalara rağmen NCAA Division I takımlarından
kendisine ilgi gösteren pek olmamıştı. Sadece aynı bölgede
olan Florida ve Miami üniversiteleri kendisini birkaç kez
izlemek üzere temsilci yollamıştı ama ortaya somut bir şey
çıkmadı. Yıl sonunda düzenlenen Adidas ABCD Turnuvası ise
T-Mac’in hayatını değiştirdi. Karşılaşmalarda yaptığı akıl almaz
hareketler seyircilerin büyük tezahuratlarıyla ayakta
alkışlanıyordu. MVP seçildiği bu turnuva sonrası T-Mac, şu an
Clippers’ta oynayan Lamar Odom’un ardından bir anda
Amerika’nın ikinci büyük lise oyuncu olarak anılmaya
başladı. Bu sırada onun oyunundan etkilenen Mt. Zion Hristiyan
Akademisi, Tracy’e burs teklif ederek lisedeki son yılını
kendilerinde geçirmesini istedi.

“Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim
zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına
beklediğimden dana önce sahip oldum.” Tracy McGrady
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:24 pm

Papa I. Tracy McGrady!!
Sıkı, disiplinli, aşırı dindar hatta kimi zaman insanı depresif bir
hale sokan bu kilise okuluna kayıt yaptıran Tracy, başlarda çok
zor günler geçirse de basketbol sayesinde öyle ya da
böyle okuluna alışmayı başardı. Mount Zion’u maç
başına 27.5 sayı, 8.7 ribaund, 7.7 asist istatistikleriyle 20 galibiyet
ve 1 mağlubiyetlik bir seriye sürükledi. Mount Zion,
Amerika’nın en yüksek tirajlı gazetelerinden USA
Today’in anketlerinde ikinci sıraya kadar çıktı. Bu arada
T-Mac şov devam ediyordu. McGrady, 54 takımın katıldığı Reebok Holiday
Prep. Turnuvasında takımını şampiyon yaparken sahada 37 sayı ve 17
ribaund gibi inanılmaz performanslar ortaya koydu. Daha da
spektaküler olan şey coach’unun Tracy’i maç
esnasında tüm pozisyonlarda oynatmasıydı!. Böylelikle USA
Today tarafından yılın lise oyuncusu ve AP tarafından da North Carolina
Eyaleti yılın oyuncusu seçildi. Tabii doğal olarak Mc Donalds
All-America maçına davet edilerek Baron Davis, Elton Brand,
Lamar Odom, Brendan Haywood ve Larry Hughes gibi oyuncularla ter
döktü. Bir yıl önce hiç bir büyük NCAA
takımının ilgisini çekmeyen Tracy McGrady için artık
takımlar sıraya girmeye başlamıştı ve sezon daha bitmeden
Tracy’nin Rick Pitino’nun Kentucky’sine katılacağı
neredeyse kesin gibiydi. Ama tam bu sırada ortaya çıkan NBA
scoutları ortalığı karıştırdı. Mount Zion’un son maçları
meraklı scoutların saldırısına uğradı. Tracy ‘nin kulağına
birinci turda ilk beş sıra içerisinde seçilebileceği de
fısıldanınca T-Mac, NCAA düşünü ve Kentucky’i bir
kenara bırakarak NBA Draftına katılmaya karar verdi. McGrady basın
mensuplarının NBA’e gitmek için erken olup olmadığı
şeklindeki sorularına: “Sanırım bu ben ve ailem için en
iyi karar. Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim
zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına
beklediğimden daha önce sahip oldum.” sözleriyle cevap
veriyordu.
Krause’un suya düşen, Pippen–McGrady takası
Tracy, 1997 NBA draftına katılarak Kevin Garnett’le başlayan Kobe
Bryant ve Jermaine O’Neil’la devam eden liseli yıldız
zincirine eklenen yeni bir halka oldu. Draft gecesine yaklaşılırken
Tracy McGrady’nin en büyük taliplisi Chicago
Bulls’tu. Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis
Rodman’lı efsanevi kadro yıldan yıla yaşlanmaktaydı. Bir anda
Jordan’ın veya Pippen’ın emekli olmasıyla büyük
bir çöküş yaşamaktan korkan Chicago GM’i Jerry
Krause, draft planlarını Tracy üzerine kurmuştu ve takımın
geleceğinin T-Mac olduğu inancındaydı. Bu yüzden Scottie’yi
Vancouver’a gönderip onların 4. sıradaki seçme
haklarıyla T-Mac’i kapmayı düşünüyordu. Ama bu
plan Jordan’ın kulağına gidince majestelerinin tepkisi
korkunç oldu. Hemen Krause’u arayarak böyle bir
takasın gerçekleşmesi halinde bir sonraki gün
düzenleyeceği bir basın toplantısıyla emekliliğini
açıklayacağını söyleyerek tehdit etti.
Çünkü Pippen, Jordan’ın en yakın arkadaşlarından
biriydi. Birlikte iyi-kötü anıları vardı ve aslına bakarsanız
bu birliktelik her iki oyuncunun kariyerine de karşılıklı olarak
çok şey katmıştı. Krause bu telefon konuşmasının ardından artık
T-Mac’in bir hayal olduğunu anlamıştı. NBA’in en
büyük yıldızını gelecekte ne olacağını bilmediği bir yıldız
adayı uğruna feda edemezdi. Bunu üzerine T-Mac’i cep
telefonundan arayarak üzgün olduğunu, artık onu draft
edemeyeceklerini söyledi. Tracy işe şoktaydı
çünkü bu telefon konuşmasını yaptığı sırada Drafta
sadece 8 saat vardı ve o an bir hastanede Bulls doktorları tarafından
sağlık kontrolünden geçiriliyordu.

“Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım
ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye
oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu.
Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım
böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak
katkıda bulunabilirdim” Tracy McGrady

Darrel Walker Bunalımı
Chicago tarafından hayal kırıklığına uğratılan McGrady, ilk 10 sıra
içerisinde seçilme ümitlerini kaybedip ilk tur
için dua etmeye başladığı bir anda 9.sırada Toronto Raptors
tarafından seçildi. Bu sırada Isiah Thomas, Damon Stoudamire ve
Marcus Camby’nin etrafında yeni bir takım oluşturmaya
çalışıyordu. Takımın başına getirilen Darrel Walker ise,
genç dinamik ama tecrübesiz bir coach’tu.
Büyük umutlarla girilen 1997-98 sezonuna 2 galibiyet ve 22
mağlubiyet ile başlanınca bir anda gelecekle ilgili kurulan pembe
hayaller unutuldu ve takımda, Isiah Thomas’ın yöneticiliği
bırakması ve en büyük yıldızları Damon Stoudamire’ın
takas olmak istediğini söylemesiyle, büyük bir dağılma
başladı. En sonunda Raptors’ta kalan tek elle tutulur oyuncu 16.5
sayı ortalaması ile takımının en büyük skor
gücünü teşkil eden Doug Christie’ydi. Haliyle
basın, Darrel Walker’a eleştiri oklarını yönelterek
Walker’ın üzerinde güzel bir atış talimi yaptı. Walker
da hırsını elinin altındaki çaylak McGrady’den
çıkartmaya başladı. Onu antrenmanlarda hırpaladı. Belki de
herkesten çok bağırdı, çağırdı. T-Mac, Walker’ın
odasında durumdan rahatsız olduğunu söylediğinde aldığı tek cevap
daha sıkı çalışması gerektiği yönündeydi. Tracy bu
dönemi hayatının en kötü günleri olarak niteliyor:
“Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım
ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye
oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu.
Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım
böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak
katkıda bulunurdum. ”
Kobe Psikolojik Yardım Servisi
T-Mac bu zor günlerini o zamanki en iyi arkadaşlarından Kobe
Bryant’ın da yardımıyla atlatmaya çalıştı. Kobe de liseyi
bitirdikten sonra sonra Kolej yerine doğrudan NBA’e geçiş
yaptığı için kimi zorluklara göğüs germek zorunda
kalmıştı. Bu yüzden T-Mac, kendisini en iyi anlayacak kişinin Kobe
olacağını düşünüyordu. Bu dönemde T-Mac her
fırsatta Kobe’nin evinde yatıya kalmaktaydı. İkili eski karate
filmleri seyredip play station oynayarak, birbirleriyle kızlardan tutun
da hayatın anlamına kadar derin konularda dertleşerek vakit
geçiriyorlardı. Tabii her fırsatta da beraber idman yaptıklarını
söylememize gerek yok sanırım. Bugün bu arkadaşlık
ilişkisinin nasıl olduğunu merak ediyorsanız. Doğal olarak eskisi gibi
değil. Tracy, Kobe’yi sevdiğini belirtmesine rağmen onun
değiştiğini söylüyor. Zaten Kobe’nin de üç
şampiyonluk yüzüğüne rağmen NBA’in hem en sevilen
hem de en çok nefret edilen genç yıldızı olmasının nedeni
kişiliğindeki bu değişim. Konumuza geri dönersek; Tracy,
Walker’la olan problemlerini kendi eksikliklerine ve
yeteneksizliğine bağlıyordu ve gittikçe kendisine olan
güvenini kaybetmekteydi. Walker da T-Mac’in
gözünün yaşına bakmıyordu. T-Mac’in neredeyse
depresyona girdiği bu günler, Walker’ın
“şutlanmasıyla” sonra erdi.
Butch Bizi Gözetliyor
All-Star haftasonundan sonra Walker’a kapının gösterildiğini
ve yerine çok sevdiği asistan coach Butch Carter’ın
getirildiğini öğrenen T-Mac seviçten havalara
uçuyordu. Butch Carter’ın ilk yaptığı iş Tracy’e ne
kadar güvendiğini ve onun ileride bir yıldız olacağına inandığını
söylemek oldu. Ve ondan tek bir şey rica ettiğini, her idmandan
sonra yaklaşık bir saat şut atmasını istediğini söyledi. Tabii
Tracy’nin bilmediği birşey vardı. Butch Carter, Tracy’nin
çekingenliğinin farkında olduğu için salonun
çeşitli noktalarına doğrudan kendi odasına bağlanan kameralar
yerleştirtmişti. Böylelikle Carter, T-Mac’i tedirgin etmeden
şut idmanlarını takip edebiliyordu. Butch Carter’ın Tracy
üzerindeki ilgisi bu kadarla da kalmadı. Carter, Tracy için
kendisini ifade etmekte zorlandığını farkederek özel bir basın
danışmanı ve beslenme düzenine dikkat etmesi için de bir
aşçı tutmuştu. T-Mac çalkantılı geçen
çaylak sezonunu 7.0 sayı, 4.2 ribaund ve 1.5 asist ortalamasıyla
tamamladı. Sezon bitimiyle beraber Carter, Florida’da
Tracy’nin evini ziyaret ederek onu yaz ayları boyunca özel
olarak çalıştırdı. Onu kardeşine ait basketbol yaz kampına
götürdü. Birlikte T-Mac’in gelişimi için
neler yapabileceklerini konuştular. Böylelikle Tracy’nin ona
duyduğu güven gün geçtikçe artıyordu.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:25 pm

Kuzen Vince
Belki hatırlarsınız bir dönem Chicago’da yaşayan ve bir
gazetede çalışan Larry ve Balky isimli iki sempatik kuzeninin
komik maceralarını konu alan bir televizyon dizisi vardı. Bu dizide, ne
olursa olsun her bölümde kuzenler, birbirlerini koruma
iç güdüsüyle hareket ederek karışık olaylardan
kurtulmayı beceriyorlardı. Tracy’nin kuzeni Vince Carter, North
Carolina’da geçirdiği başarılı NCAA kariyerinin ardından
NBA’e ilk adımını attığında ve draftta takas yoluyla
Raptors’a geldiğinde aklımda bu dizinin Toronto versiyonu
canlanmıştı bir anda. Vince, NCAA’de en sevdiğim oyunculardan
biriydi. Antawn Jamison, Ed Cota ve Shammond Williams’la beraber
Tar Heels’de ortaya koyduğu oyun bir çok kişiyi
büyülemişti ve Vince de McGrady gibi çemberi
gördüğü zaman acıması olamayan bir oyuncuydu. Bu
yüzden ikisinin birlikte oynadığı maçlar hele T-Mac bir yaz
boyunca şut idmanı yapıp ağırlık çalışarak kendisini
güçlendirdikten sonra şova dönüşmeye adaydı. Ama
Tracy 1998-99 sezonunda hep spektaküler kuzeninin gölgesinde
kaldı ve bir türlü hedeflediği ilk beş içindeki yeri
alamadı. Kuzeni VC, 18.3 sayı ve 5.7 ribaund ortalamalarıyla Yılın
çaylağı ödülünü (Rookie of the year)
kaparken NBA’deki ikinci sezonunda T-Mac, 9.3 sayı ve 5.7 ribaund
ortalamarıyla ancak benchten katkı yaptı.
Merhaba Playoff
Tracy, 1999-00’e yine takımın benchten gelen gizli silahı olarak
başladı. Ama T-Mac, sezon ilerledikçe takım için ne kadar
önemli bir oyuncu olduğunu gösterdi. Öncelikle pivot
dışındaki tüm pozisyonlarda oynayabiliyordu. Sonra savunması da
yaptığı ağırlık idmanlarıyla güçlenmesi sonucunda
gelişmişti. T-Mac, hem kritik anlarda ekstra sayılara imza atıyor hem
de rakibin en skorer isimlerine göz açtırmıyordu. Saha
içindeki bu gayreti sonunda kendisini ilk beşe taşıdı ve kuzeni
Vince Carter’la beraber NBA’in en tehlikeli ikililerinden
birini oluşturdular. Bu ikilinin ne kadar etkili olduğu All-Star
haftasonunda gözler önüne serilecekti. Slam Dunk
yarışmasına katılan Vince&T-Mac birbirinden enfes smaçlara
imza attı. Vince, finalde Steve Francis ile giriştiği inanılmaz
mücadeleden galip ayrılırken T-Mac 3.lükle yetinmek zorunda
kaldı. Tabii Vince’in kendisine şampiyonluğu kazandıran son
smaç denemesinde T-Mac ‘in yardımını istediği ve
Vince’e verdiği mükemmel bounce pass ile kuzeninin
şampiyonluğunda önemli bir rolü üstlendiğini belirtelim.
Yalnız bahsettiğimiz bu smaç sonrasında Vince’in bu ekstra
hareketle Tracy’i kullandığı. Birlikte daha sıkı
çalışmaları halinde ikisinin de finale çıkabileceği ama
Vince’in bencillik yaparak en “baba” hareketi
kendisine sakladığı yönünde dedikodular da ortada dolaşmaya
başlamıştı. Sezon sonuna gelindiğinde Vince’in 25.7 sayı
ortalaması ve Tracy’nin 15.4 sayı, 6.3 ribaund ve 3.3 asistlik
çok yönlü oyunu Toronto’ya tarihinde ilk kez
playoff’a katılma hakkını kazandırdı. Ve ilk turdaki rakip
güçlü New York Knicks’ti. Takımın 1 numaralı
yıldızı Vince, seride inanılmaz derecede heyecanlı ve gergin
gözükürken %30 gibi düşük bir şut
yüzdesiyle oynadı. T-Mac ise kuzeninin aksine oldukça
rahattı bu kez. Sanki sinirleri alınmış gibiydi ki bu rahatlığın sebebi
belki de daha playofflar başlamadan Toronto’dan ayrılmayı
kafasına koymuş olmasıydı. T-Mac, serinin daha ilk maçında 25
sayı ve 10 ribaundla oynayıp sahada olduğu dakikalarda Knicks’e
büyük eşleşme problemleri yaratacağını gösterdi. Ayrıca
Knicks’ten hangi oyuncuyu savunursa savunsun bunda başarı
sağlaması bir başka artısıydı. T-Mac “Kaybedecek hiç bir
şeyim olmadığını hissediyordum. Özgürdüm.”
sözleriyle bu serideki ruh halini anlatıyordu. Ama daha komplike
bir takım olan Knicks, Vince’in durduğu bu seride T-Mac’in
çabalarına (16.7 sayı, 7.0 ribaund, 3.0 asist) rağmen
Toronto’yu 3-0 ile süpürdü. Serinin hemen ardından
Tracy, Toronto’daki tüm eşyalarını toplayak Florida’ya
uçtu. Bu onun bir Raptor olarak son kez Toronto’ya
gelişiydi…

“Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden
bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile
takımken- burada yaşamak çok zordu.” Tracy McGrady

Elveda Toronto
Tracy artık free agent olmuştu. Ve aslına bakarsanız Toronto’daki
hemen hemen hiçbir şeyden memnun değildi. Her ne kadar Tracy:
“Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden
bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile
takımken- burada yaşamak çok zordu.” diyerek takımdan
ayrılmasıyla Vince’in hiçbir ilgisi olmadığı ima etse de
Carter’ın gölgesinde kaldığı yönünde basında yer
alan haberler moralini bozuyordu. Üstelik Vince the
Prince’in en formda olduğu dönemdi. Düşünün
neredeyse her hafta NBA Action Top 10’a 2-3 kez konuk olan
Vince’in kimi hareketleri T-Mac’in yediği bir bloktan ya da
kaçırdığı bir şuttan sonra kaptığı topla yaptığı
smaçlardı ki T-Mac, televizyonda bu pozisyonları izlerken bile
sinirlerini bozulmaya başlamıştı. Bunların üstüne bir de
çok sevdiği Butch Carter’ın menajerlik talepleriyle
Raptors yönetimine başvurmasının ardından takımdan kovulmasını da
eklerseniz Tracy’nin Raptors’la tekrar anlaşması
imkansızdı. Tabii bir de bütçelerinde yer açarak
Tracy ve Duncan’ı kapmayı hedefleyen Chicago ve Orlando’nun
cazip tekliflerini belirtmemize gerek yok. Şimdi Tracy’nin
önünde iki seçenek vardı. Chicago’da Michael
Jordan karşılaştırması altında ezilmek ya da yıldızsız Orlando’da
kral olmak…

“Gitmedim çünkü Chicago’nun
Orlando’ya göre hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl
Playoff’lara katılan takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence
Orlando da bunun için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de
Florida’nın evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve
aileme…” Tracy McGrady

Orlando’nun yeni sihirbazı
NBA’in en genç takımlarından Orlando Magic, lige dahil
olduğu tarihten günümüze kadar, akıllı oyuncu
seçimleri, yüksek bütçesi ve Florida takımı
olması sayesinde hep “elit” bir konumda olmayı başardı. 14
sezon boyuna sadece ilk üç sezonunda .500 galibiyet
yüzdesinin altında kalan Magic, takıma kattığı genç
yıldızlarla çok hızlı bir şekilde şampiyon adayları arasında
yerini aldı. Önce skorer Nick Anderson ve üç sayı
bombacısı Dennis Scott’la güçlendiler. Sonra
Shaquille O’Neil denen tuhaf isimli ama çok sempatik bir
uzun onları NBA’in en tehlikeli takımlarından biri yaptı.
Ardından 1993-94 sezonunda Chris Webber takasıyla takıma süper
guard Anfernee “Penny” Hardaway de dahil edilince Orlando,
NBA Finali oynayan kadrosunu kurmuş oldu. Ama iki sezon içinde
bu süper kadro dağıldı. Shaq, Lakers’a gitti. Takımın
çekirdek oyuncuları yapılan takaslarla değişti. Tek başına
çırpınan Penny de sonunda vazgeçip Arizona
çöllerinin yolunu tuttu. Bu arada Orlando yönetimi FA
olacak Tim Duncan için salary cap’te önemli bir
boşluk yaratma çabasıyla takımı kuvvetlendirmiyordu. Ne var ki
Orlando hedeflediği Duncan’ı kadrosuna katamadı. Ve farklı bir
strateji izleyerek Detroit’in süper yıldızı Grant
Hill’e ve “memleketinde” oynamak isteyeceğini
düşündükleri T-Mac’e bol sıfırlı anlaşmalar
önerildi. İki oyuncunun da aklını çelerek takıma getiren
Orlando, böylelikle sezon öncesinde doğunun en
büyük şampiyon adayı haline gelmişti. Tracy kendisini
yıllardır çok isteyen Chicago yerine Orlando’ya gitmesinin
nedenini şöyle açıklıyor: “Gitmedim
çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre
hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl Playoff’lara katılan
takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun
için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de Florida’nın
evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve aileme…” Tabii
T-Mac, sevgilisi Clarenda Harris’le daha çok zaman
geçirebildiği için de oldukça mutluydu. Tracy daha
NBA’e adım atmadan önce kendisine araba bakmaya gittiği bir
oto galerisinde tanıştığı bu kıza o günden beri aşık.
Harris’in konuşma yöntemleri uzmanı olması ve Tracy’e
basın toplantılarında hangi ses tonuyla nasıl konuşacağını
göstermesi çoğu zaman T-Mac’in oldukça işine
yarıyordu. Çiftin ilk randevusu da oldukça ilginç.
O zamanlar daha “ züğürt” olan Tracy, kız
arkadaşını ucuz bir spor barına götürmüş ve birlikte
tavuk kanadı yiyip 1997 NBA Final Serisinin ilk maçını
seyretmişler. Ne kadar romantik değil mi?? Sanırım normal şartlar
altında bundan daha kötü bir ilk randevu ancak işkembe
salonunda gerçekleşir. Yalnız Tracy’nin bu olaydan yıllar
sonra kızı 5 kıratlık bir elmaz yüzükle kandırarak evlenmeye
ikna ettiğini de belirtmeden geçmeyelim.
Bu arada Vince Carter kendisiyle bir kez bile konuşmadan
Toronto’dan ayrılan kuzenine oldukça kızgındı. Vince ve
T-Mac aylarca birbirleriyle konuşmadılar. Bu durum böylece devam
etti ta ki Vince “Like Mike” filminin çekimleri
için gittiği Los Angeles’taki bir gece kulübünde
T-Mac’le karşılaşıp iki süper yıldız, komedyen Eddie Griffin
tarafından barıştırılıncaya kadar.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

Carter’ın gölgesinden kurtulmak ve tek olmak
Grant Hill’le birlikte oynayacak olmak T-Mac’i hem
heyecanlandırıyor hem de endişelendiriyordu. Hill gibi tecrübeli
bir oyuncu kendisine çok şey öğretebilirdi ama
Tracy’nin Orlando’ya gelmesinin nedeni Vince
Carter’ın gölgesinden kurtularak tek başına yıldız
olabileceği bir takımda oynaktı. Bu kez de Hill’in
gölgesinde yıllarını harcamak istemiyordu. Ama Hill,
Detroit’e kazık attığı için takdir-i ilahi mi dersiniz,
T-Mac’e verilen bir şans mı? Yoksa “dandik”
ayakkabılar sonucu meydana gelen bir sakatlık mı yorumu size
bırakıyorum; Hill, sadece 4 maç oynadıktan sonra bir daha
kendisini adam gibi toparlayamayacağı ve sürekli tekrarlanan
meşhur sakatlığını yaşadı ve takımın tüm sorumluluğu bir anda
T-Mac’in omzuna yüklendi. T-Mac ise halinden memnun bir
şekilde sahaya çıkıp önüne gelen tüm takımların
üzerine kabus gibi çökmeye başladı. Tracy attığı
30’lu 40’lı sayılarla takımını galibiyetlere taşıyınca
Orlando coach’u Doc Rivers, T-Mac’in şımartılmasından ve
basın tarafından ona kaldırabileceğinden çok sorumluluk
yüklenmesinden korktuğu için açıklamalarda bulunmaya
başladı: “Ben takımda kimseden yıldız olmasını beklemiyorum.
Sadece onun iyi oynamasını istiyorum ve ümit ediyorum ki oyunu onu
bir yıldız haline getirir. Birçok oyuncudan yıldız olmasını
bekleyebilirsiniz ama olamazlar. Sizin yapmanız gereken onları en
etkili oldukları pozisyonda oynatmak. Böylelikle verimli
olabilirler. Eğer bu şekilde yıldız olmayı başarıyorlarsa bu herkes
için muhteşem. Bence Tracy, yıldız bir basketbol oyuncusu
olacak. Benim beklentilerim yüzünden değil, kendi
beklentileri sayesinde. Onun standartları çok ama çok
yüksekte. Siz daha sadece Tracy McGrady’nin başlangıcını
seyrettiniz. Hala tam kapasitesine ulaşabilmiş değil. Ama herkesten
çok bunun farkında olan yine kendisi. İşte bu yüzden onu bu
kadar çok seviyorum. Tracy’nin Scottie Pippen ile
kıyaslandığını duyuyorum. Bu bence mükemmel olur. Bence onun kadar
iyi olacak. Şu anda değil ama olacak” Ama Rivers bile
T-Mac’ten bir anda böyle büyük bir çıkış
beklemediğini itiraf ediyordu: “Tracy’nin sayı atabildiğini
biliyordum ama böyle şut atabildiği konusunda en ufak bir fikrim
bile yoktu.”
Takım arkadaşları ise Tracy’nin yeteneklerinden bahsederken,
coachları Doc Rivers kadar temkinli yaklaşmıyordu. Mesela Monthy
Williams, Tracy’nin yeteneklerini ancak Michael Jordan’la
kıyaslıyordu: “Onun yetenekli olduğunu bekliyordum. Ama
Jordan’dan beri her gece karşısındakileri geberten başka bir
oyuncu görmemiştim. Eğer bakarsanız bunu yapan adam 2.00-2.02.
Shaq ve Tim Duncan adamlarını harcayabilir çünkü onlar
uzun. Ama McGrady’nin size’ında ve o yaşta, bir yıl bounca
bu kadar oyunu domine eden birini uzun zamandır
görmemiştim.” Tracy, belki majesteleri gibi olmasa da
gerçekten attığını sokmaya başlamıştı ve yavaş yavaş sahadaki
karakteri de yerine oturmaktaydı.
Abra Kadabra Şutlar Potaya
İnsanlar merak etmekteydi: Bu çocuk Toronto’dayken
böyle şut atamıyordu ki!! Orlandoya gidince takımın ismi gibi
sihirli bir değnek mi değmişti yoksa?? Dilerseniz cevabı
T-Mac’ten alalım: “Jump shot’larım kesinlikle
Toronto’dakine kıyasla daha iyi. Ben Toronto’dayken de iyi
şut atabiliyordum. Ama kendime güvenim yoktu. Sanırım asıl fark
bu. Şimdi kendime güvenim var ve sanki her attığım şut girecekmiş
gibi hissediyorum. Tamamen kendine güven duygusuyla ilgili. Ben
her zaman şut atabiliyordum. Eğer kendinize güveniniz yoksa
şutlarınız da girmez.” Ayrıca Walker’ın üzerinde
kurduğu psikolojik baskının oyununu ne kadar çok etkilediği her
cümlesinden de anlaşılıyordu: “Umarım Doc Rivers,
kariyerimin sonuna kadar benim coachum olur. Çünkü O,
yaptığınız hatalardan çok herşeyinizi vererek oynayıp
oynamadığıza önem verir. O, oyuncularını kollayan
coach’lardan biri. Sürekli bunu belli eder. Yaptığınız
hataları önemsemez. Ama sahanın iki ucunda da kendinizi kasmanızı
ister. Bu tutumu gerçekten oyunculara güven veriyor
çünkü ben kariyerimde güvensizlik duygusunu
birkaç kez yaşadım. Hata yapacağımdan korkuyordum ve
sürekli kenarda bir hareket var mı diye göz atıyordum. Şimdi
Doc, bizim sahaya çıkıp oynamamıza izin veriyor ve hatalarımızı
çok da önemsemiyor. Bu gerçekten oyuncuların
kendilerine olan güvenlerinin gelişmesine yardım ediyor.”
Tracy zihinsel bir rahatlamanın getirdiği yükselen performansı
sayesinde All-Star’da ilk beş için kendisine yer ayırttı.
Sezon sonuna gelindiğinde ise 26.8 sayı, 7.5 ribaund ve 4.6 asist
ortalaması onu ligin en çok gelişme gösteren oyuncusu
seçilmesini sağladı. 26.8 sayı ise o güne kadar 21 yaş ve
altı bir oyuncunun sezon boyunca ulaştığı en yüksek rakamdı.
Böylece takımın dizginlerini eline alan McGrady, Hill’in
yokluğuna rağmen takımını yetenekli guard Darrell Armstrong ve
çaylak Mike Miller’la playoff’a taşıdı.
Toronto’yla ilk turda elenen T-Mac bu kez ikinci tur sevinci
yaşamak arzusundaydı. Ama rakip de Milwaukee Bucks’tı. Tracy
tüm sezon boyunca Grant Hill’in yokluğunun keyfini
sürmüştü ama iş playoff’a gelince tek başına 3
süper yıldız: Ray Allen, Sam Cassell ve Glen Robinson’ı
devirebilecek miydi? Tracy bu seride adeta tek başına bir takım gibi
oynayarak sahada kaldığı ortalama 44 dakikada 33.8 sayı, 8.3 asist ve
6.5 ribaund’luk performansıyla Bucks’a kafa tuttu hatta bir
maç da aldı ama T-Mac’in play off rüyası yine erken
sona ermişti.
Müzmin Sakat: Grant Hill
T-Mac artık hem kendisini NBA’e kanıtlamış hem de kendisine olan
güvenini pekiştirmişti. Ama yaşlı oyuncuların 21 yaşındaki bir
“veledi” lider olarak kabul etmekte zorlanması ve Bucks
karşısında tek başına kalmanın verdiği sorunlar nedeniyle artık Grant
Hill’in sağlıklı bir şekilde oynamasını diliyordu. Üstelik
Patrick Ewing gibi veteran bir NBA devi ve Horace Grant gibi usta bir
oyuncu da takıma katılarak pota altının güçlenmesini
sağlamıştı. Tam kadro olurlarsa belki playoff’larda iyi işler
yapabilirlerdi. Ama Hill, yine birinden beddua işitmiş olacak ki daha
lige yeni başladık derken sezonu kapattı. Ve bir kez daha tüm
sorumluluk T-Mac’e yıkıldı. Çünkü Ewing artık
kariyerinin sonuna gelmişti ve “20 sayı, 10 ribaund, 3
blokluk” günler geride kalmıştı. Darrell Armstrong’a
gelince; bir kaç sezon takımı sürükleyen isim olmasına
rağmen her yıl bir önceki performansını aratarak sıradan bir guard
olmaya doğru ilerliyordu. Bir yıl öncesinin yılın çaylak
oyuncusu seçilen Mike Miller ise iyi niyetli ama deneyimsizdi.
Yine de tek kişilik ordu T-Mac, takımını sırtlamayı başardı ve bu
performansı onun ikinci kez All-Star maçına seçilmesini
sağladı.

Orlando’nun Büyücüsü
Philly’deki 2002 All-Star Maçı gerçekten bir
çok ilginç olaylara ev sahipliğinde bulundu. Allen
Iverson’ın yaptığı çılgın parti olay oldu. MVP
seçilen Kobe Bryant, bencil oyunu nedeniyle
“hemşerileri” tarafından yuhalandı. Ve Michael
Jordan’ın boş potaya kaçırdığı smaç, belleklerde
yer etti. Ama T-Mac, maç içerisinde öyle bir
smaç yaptı ki 2002 All-Star haftasonuna damgasını vurdu. Bir
hücum sırasında rakip potaya sakin sakin yaklaşan T-Mac, aniden
çıldırarak topu panyaya fırlattı sonra da havada yakalayıp
inanılmaz bir samaça imza attı ki bu hareket uzun yıllar boyunca
insanların hafızasından kazınabileceğini sanmıyorum. Rahmetli Marylin
Monroe yengemizin de kocası Arthur Miller’in gerçek bir
hikayeye dayanan “Cadı Kazanı” romanını bilirsiniz. 17.
Yüzyılda Salem’de başlatılan cadı ve büyücü
avlarıyla tüm suçları yetenekli veya güzel olmak olan
onlarca masum insan yakılır. Herhalde o zamanın insanları
T-Mac’in bu smacını görseler adamı diri diri yakmakta
çekinmezlerdi ki zaten takımının ismi de sakat. Tabii bu
smaç yapıldığı zaman çok acımamız gereken bir kişi var. O
da maçın istatistikçisi. Ben de bir bir basketbol
istatistikçisi olarak şunu söyleyebilirim ki sahadaki
oyuncuların bile ne olduğunu anlayamadığı bu pozisyonu bilgisayara
kaydetmeye çalışan zavallı istatistikçi muhakkak yaklaşık
bir kaç dakika işin içinden çıkamamıştır.
Çünkü T-Mac sadece bir kaç saniye içinde
şut, hücum ribaundu, smaç ve hatta asist sayılabilecek bir
pozisyona imza attı hadi bakalım şimdi hangilerini geçerli
sayacaksınız. Gelin de çıkın işin içinden.
T(erminatör)-Mac
Neyse efendim basketbol tarihinin en inanılmaz smaçlarından
birini de hatırladıktan sonra Tracy’nin sezon sonundaki
performansına dönelim. T-Mac, 25.6 sayı, 7.9 ribaund ve 5.3 asist
ortalaması ile sakatlıklarla boğuşan takımını 44-38’lik galibiyet
oranıyla yine playoff’a taşımayı becerdi ve All-NBA 1.takımına
seçildi.
Herkes T-Mac’in bu sefer play-off’larda neler
yapabileceğini merak ediyordu. Yoksa yine tek başına rakip takımlara
kafa tutmak zorunda mı kalacaktı? Cevap maalesef evet oldu. T-Mac
sırasıyla 20, 31, 37 ve 35 sayı atmasına rağmen diğer oyuncuların
nerdeyse hiç katkı sağlamaması sonucunda Orlando, Baron
Davis’in Hornets’ına 3-1’lik skorla elendi. Bu
şekilde sonra eren bir sezonun ardından artık tüm gözler bir
kez daha Grant Hill’in üzerindeydi. Ve doktorlardan
müjdeli haber geldi: Hill iyileşti!! Tabii geçtiğimiz
sezonlarla kıyaslanınca seyrettiğimiz, Hill’in iyileşmiş haliydi.
Hatta düşünün adam 29 maç sakatlanmadan dayanarak
bir rekor bile kırdı kendi çapında. Ama yine sezonun ortasında
Grant Hill’e doktor, T-Mac’e de çile yolu
gözüktü. Tracy yine pes etmedi. Bu kez iyice
Terminatörlüğe soyunarak 32.1 sayı gibi insan üstü
bir istatistik yakaladı (1992-93 sezonunda Michael Jordan’ın 32.6
ortalamasından sonra ki en yüksek sayı ortalaması) ve sayı
krallığına sonunda ulaştı.
Yalnız bu yıl Tracy, sadece saha içinde yaptıklarıyla değil
örnek davranışlarıyla da gündeme geldi. Örneğin 2003
All-Star maçına çıkacak Michael Jordan’a kendi
yerini vererek ilk beşte başlatmak istemesi tüm basketbol
severlerin alkışını aldı. (Tabii T-Mac, kendisinden iki kat yaşlı bir
oyuncuyla oynarken neler hissettiği sorulunca: “Jordan’ı
savunurken kendimden iki kat yaşlı birini tuttuğum için
üzülmüyorum çünkü Jordan’ı asla
küçümseyemezsiniz. Hala 40’ın üzerinde sayı
attığı maçlar var. Öyleyse Jordan’ı göz ardı
etmeyip sahada tüm gücünüzle onu savunmak
zorundasınız yoksa size de hiç çekinmeden 30-40 sayı
atabilir. Jordan nasıl sizi küçümsemeyecekse işi
yavaştan almayıp tüm gücüyle üzerinize
yüklenecekse siz de Jordan’a aynı şekilde karşılık vermek
zorundasınız.” diyecek kadar da hırslı bir oyuncu.)
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

Sadece Sayı degil Gönüllerinde Kralı!
Ama geçtiğimiz aylarda (Maryland, Virgina gibi eyaletlerde
dehşet saçan manyak) “Sniper” tarafından yaralanan
Iran Brown isimli küçük çocuğun hayranı
olduğunu gazetelerde okuduktan sonra önce hasta yatağındaki
küçük çocuğa formasıyla beraber cesaret verici
bir not yazıp göndermesi, ardından da çocuk iyileştikten
sonra onu antrenmana götürüp basketbol oynaması
T-Mac’i gönüllerin de kralı yaptı. Ama bildiğiniz gibi
gönüllerin kralı olmak sizi playoff ikinci turuna taşımıyor
maalesef. Hele Detroit gibi iyi savunma yapan bir takım
karşısındaysanız. NTV ekranlarında Murat Kosova ve Kaan Kural
ikilisinin sempatik yorumlarıyla izlediğimiz seride T-Mac yine
istediğini bulamadı. Hoş adamcağız elinden geleni yaptı iki maç
üst üste Detroit’e 46 ve 43 sayı atmak kolay değil.
Tabii sevgili Memo’muza burdan T-Mac’in üzerinden
yaptığı o enfes smaç dolayısıyla geçmiş olsun dedikten
sonra tebriklerimizi de yollamayı ihmal etmiyoruz. Aslında Orlando
sezon içinde Memphis’le yaptığı Mike Miller-Gordan
Giricek& Drew Gooden takası sayesinde pota altına ve skorer guard
pozisyonuna destek bulduğunu düşünüyordu. Ama Giricek
Playoff’ta sönüp giderken. Gooden ise Ben
Wallace’ın tecrübesine mağlup oldu. Üstelik Orlando
seride 3-1 önce geçmiş ve saha avantajını eline
geçirmişken kaybedilen bu seri, Tracy McGrady’nin Kevin
“ birinci tur” Garnett’le kıyaslanmasına yol
açmaya başladı. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bence
Tracy’nin bundan fazla yapabileği hiçbir şey yoktu. Eğer
takımınızda 31.7 ortalama ile oynayan biri varsa ve siz bu seriyi
kazanamıyorsanız sanırım burada suçu T-Mac’te değil de
başkalarında aramak lazım. Özellikle de milyonlarca dolar alıp 3
sezonda toplam 60 maç bile oynamamış bir süper yıldızınız
varsa ve bu süper yıldız salary cap’te elinizi ayağınızı
bağlıyorsa yöneticilerin daha değişik yollara başvurması gerektiği
doğal olarak akla gelmekte. Çünkü bu iş tek başına
T-Mac’le olur mu? Asla!! Hatırlayacaksınız ki Michael Jordan bile
tek başına Bulls’u şampiyon yapamadı. Ama ne zaman yanına Scottie
Pippen, Horace Grant gibi oyuncular eklendi o zaman kimse şampiyonluğu
onun elinden alamadı. Eğer Orlando yönetimi yeni bir Michael
Jordan yaratmak arzusundaysa önce yapması gereken tek birşey var:
T-Mac’in yanına “sağlıklı” bir Scottie Pippen
bulmak!!
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:26 pm

CESUR YÜREK, BEN WALLACE
(Bu yazı pivot dergisinin 43.sayısında yayınlanmıştır.)


ANNECİM ŞU SAHADAKİ CANAVARA BİR ŞEY SÖYLE BİZE ŞUT ATTIRMIYOR!!..

Afro saça yepyeni bir boyut getiren “Big Ben” sahada
ribaund alan, blok yapan, top çalan ve savunması ile rakibine
aman vermeyen yani sahadaki tüm ağır işleri üstlenerek
takımın hamallığını yapan ligdeki birkaç ağır işçiden
biri. Diğer oyuncuların aksine onu yıldız yapan faktörler de
bunlar.

Bugünün NBA yıldızları kimlerdir? Hangi özellikleri
onları yıldız statüsüne taşır? İlk bakışta çok kolay
bir soru değil mi? Eminim cevaplar da hali hazırdadır. Kobe, Carter,
T-mac, Francis yıldızlardır çünkü akrobatik
smaçlarıyla taraftarları kendilerine hayran bırakırlar. Iverson,
Pierce, Stackhouse gibi oyuncular yıldızlardır çünkü
genelde 20 sayı ortalamasının altına düşmezler. Webber, Duncan ve
O’Neil yıldızdır çünkü kendilerini tutan oyuncu
kim olursa olsun fizik güçleriyle onları ekarte ederek
potaya ulaşabilirler. Kidd, Bibby, Miller, Payton yıldızdır
çünkü takımlarının en kısa yoldan sayıya gitmesini
sağlarlar. Bu tür ofansif kriterlere göre yapacağımız
değerlendirme uzar da uzar. Peki sadece sayıya yönelik oyuncular
mı yıldız olur? Ya yukarıda saydığımız yıldızlara “çemberi
göstermeyerek” onların canına okuyan oyuncuları hangi
statüde değerlendirmeliyiz?

SAVUNMA, SAVUNMA VE YİNE SAVUNMA...
İsterseniz konumuzdan fazla uzaklaşmadan biraz efsanevi Chicago Bulls
takımı hakkında sohbet edelim. Sizce o takımı bu kadar ulaşılmaz kılan
sadece Jordan ve Pippen’ın skor gücü müydü?
Ya da Tex Winter’ın triangle-offense’i mı?. Belki de Phil
Jackson’ın Zen felsefesi ile oyuncularının beynini yıkamasıdır.
Hatta durun bir saniye, kim bilir Jordan’ın tüm
maçlarında Chicago şortunun altına giydiği söylenen North
Carolina şortunun getirdiği bir uğur da olabilir. (Bu nasıl bir şorttur
anlamam ya neyse) Son şıkkı çıkarttığımız zaman tabii ki
yukarıda saydıklarımın hepsi çok önemli etkenler. Ama
unutmayın ki Chicago o dönemde Jordan, Pippen ve Rodman’lı
kadrosunda ligin en iyi 10 savunmacısından 3’ünü
bulunduruyordu. Tersini iddia edersek bence “Harun evladım sen 50
sayı at gerisine de karışma, diğer arkadaşların savunma yapar.”
diyen basketbol zihniyetinden bir farkımız olmaz.
Günümüz basketbolunda artık savunma yapmak da en az
hücum etmek kadar önemli. Eğer bir gün Ülker
tesislerine yolunuz düşerse antrenman salonunun duvarlarında aynen
şu sözlerin yazıldığına şahit olursunuz: ‘Her zaman isabetli
şut atamayabilirsin ama her zaman savunma yapabilirsin.’ İşte
günümüzün basketbol felsefesinin temelinde bu
yatmakta. Önce savunma!!
Bu yazımızın kahramanı da bu felsefeyi sahada en iyi uygulayan
isimlerin başında geliyor. Hem de dünyadaki en zor ve fiziksel
kuvvetin en ön plana çıktığı lig olan NBA’de. İşte
karşınızda “Big” Ben Wallace...

AZMİN ZAFERİ
Bugünlerde dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde
sıkça bu yılın draft değerlendirmelerine rastlayabilirsiniz. Jao
Ming acaba gerçekten ilk sırada seçilmeyi hakketti mi?
Yoksa yeni bir Shawn Bradley vakası ile mi karşı karşıyayız. Fred Jones
ve cılız Juan Dixon nasıl bu kadar yüksek sıralardan
seçilebildi. Caron Butler geçmişteki vukuatları olmasa
daha yüksek bir sıradan seçilebilir miydi? Ve dahası
Draft’ta seçildiği sıradan memnun olmayan bir çok
oyuncu. Eminim bunların çoğunu okumuş veya duymuşsunuzdur. Bizim
zavallı Ben Wallace’ın bu tür dertleri maalesef hiç
olmadı. Adamımız bırakın NBA’e birinci turdan girmeyi
Draft’ta bile seçilemeyip şansını CBA’de denemek
zorunda kaldı. Üstelik CBA draftında da ancak ikinci turda
Oklahoma City tarafından seçilebildi. Ama Wallace’ın en
önemli özelliği onun mücadeleci yapısıdır, o da pes
etmeyerek çalıştı. NBA takımlarının düzenlediği yaz
kamplarına katılarak kendini insanlara beğendirdi ve ancak bu sayede
kendisine NBA’in kapılarını araladı. Üstelik bir kez
içeri girdikten sonra da yan gelip yatmadı. Sürekli
çalıştı, kendisini geliştirmeye uğraştı ve bu gayretinin
sonuçlarına yavaş yavaş ulaştı. NBA ribaund ve blok krallığı,
yılın en iyi savunmacısı ödülü, en iyi
üçüncü beşte yer almak, Dream Team formasını
giyme şansı ve 32 milyon dolarlık bir kontrat. Demek ki her şey
draft’ta ilk sıralarda ya da birinci turda seçilmekle
olmuyormuş. Tabii ki her oyuncu yüksek meblağlar karşılığında
garanti bir anlaşmaya imza atmak ister ama bu tür bir anlaşma
yapmak hem herkese nasip olmaz, hem de talih kuşu size konsa bile eğer
siz bu fırsatı nasıl değerlendireceğinizi bilemezseniz, kontratınıza
güvenirseniz bir süre sonra silinip gidersiniz.

KÖTÜ ÇOCUKLARDAN, MUHALLEBİ ÇOCUKLARINA: DETROİT PİSTONS
“Bugüne kadar gelmiş geçmiş NBA şampiyonları arasında
en çok nefret ettiğiniz takım hangisidir?” tarzı
anketlerin genellikle tek bir favorisi vardır: Detroit Pistons.
Efsanevi guard Isiah Thomas’ın liderliğindeki, Bill Laimbeer,
çılgın çocuk Dennis Rodman , Rick Mahorn, Joe Dumars ve
Vinnie Johnson’lı bu kadro 1980’lerin genel basketbol
anlayışından çok daha farklı bir stile sahipti. 80’lere
damgasını vuran iki ekolden ne Earvin “Magic”
Johnson’ın Showtime Lakers’ına ne de Larry Bird’in
disiplinli Celtics’ine hiçbir zaman benzer bir oyun ortaya
koymadılar. “Bad Boys” mükemmel savunma yapan, asla
pes etmeyen, mücadeleci ve fizik gücü çok
yüksek oyunculardan oluşan bir takımdı. Sahada rakiplerini yenmek
için her yolu da denerlerdi. Hatta basketbol adıyla rakip takım
oyuncularını adeta “dövdüklerine” şahit
olurdunuz. Maalesef olaylar bazen birazcık çirkefleşirdi. Eee
Rodman ve Laimbeer olur da kavga gürültü o takımdan
hiç eksik olur mu? Tabii ki olmaz. İşte bu basketbol anlayışı
Pistons’a şampiyonluklar kazandırdı. Ama her takımın başına gelen
Pistons’ın da başına geldi. Zaman geçtikçe
yıldızlar yaşlanıp basketbolu bıraktılar, kimi oyuncular ise başka
takımlara transfer oldu. Dolayısıyla Detroit giderek eridi
90’ların ortasına gelindiğinde takımda şampiyon kadroda oynayan
tek yıldız olarak şu an Detroit’in başında bulunan Joe Dumars
kalmıştı. O da tam basketbolu bırakmak üzereydi ki, 1994
Draft’ında takımın hüviyetini tamamen değiştirecek bir
oyuncu Pistons tarafından draftta seçildi: Grant Hill.
Duke’te oynadığı oyunla Jordan’ın yerine
geçebileceği iddia edilen Hill’in gelişiyle Dumars takımda
kalarak ona “abilik” yapmayı kafasına koydu. Hill
süper bir yetenek de olsa zengin bir ailenin kibar
çocuğuydu. Sahada asla trash-talk yapmazdı. Rakiplerine
hiçbir zaman hakaret etmeyen, onlara nazik davranan ve bu sayede
sevilen bir oyuncuydu. Yani biraz evvel belirttiğimiz
“Kötü Çocuklar” tarzına tam anlamıyla zıt
bir yapıdaydı. Bu yüzden, önce San Antonio’ya ardından
da Chicago’ya giden Rodman ondan hep nefret etmiştir. “Bu
Hill denen çocuğu hiç sevmiyorum adam orda bizim (Bad
Boys) şerefimizi iki paralık ediyor. Basketbol bu kadar da yumuşak
oynanmaz ki!! Züppe herif. Maç içinde Argo konuşmak,
itişip kakışmak ağır hakaretmiş. Onu bir gün sahada birisi
dövecek veya güzelce öpecek! o zaman ben de keyifle
oturup seyredeceğim.” Tam bizim Rodman’a yakışan
sözler. Bu sırada takımın diğer yıldızı Alan Houston, New
York’a gönderilir ve takıma ikinci yıldız olarak
Sixers’ın postaladığı Stackhouse takasla getirilir. Ama Hill ve
Stackhouse beklenilen uyumu gösteremez. Hill de her şeye en baştan
başlamak için soluğu, durmadan sakatlanacağı ve kariyerini
bitirme noktasına geleceği, Orlando’da alır. Takımın tek yıldızı
yarı bitik bir Stackhouse’tur ve Pistons fazlasıyla
“yumuşak” bir basketbol oynamaktadır. İşte Ben Wallace,
Pistons’a geldiğinde durum kelimenin tam anlamıyla bundan
ibarettir.

Unutmayın Ben Wallace’ı, Ben Wallace yapan asla attığı şutlar
değildir, bilakis başkalarına attırmadığı şutlar onu ünlü
yapmıştır.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:27 pm

Wallace 11 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak
dünyaya geldi. Küçüklüğünde babası ve
kardeşleri ile sık sık balığa, yüzmeye ve ava gider, her normal
çocuk gibi atarisinin başından kalkamazdı. Ama onu yaşıtlarından
ayıran bazı özellikleri de vardı. Küçük Ben
fazlasıyla güçlü bir vücuda sahiptir ve hemen
hemen tüm spor branşlarını son derece iyi bir şekilde yapmaya
yatkındır. Hayatı boyunca da bu fiziksel
üstünlüğünün avantajlarını sonuna kadar
kullanır. Wallace lisedeyken hem Amerikan futboluna hem beyzbolla hem
de basketbola ilgi duymaktadır. Bu üç sporda da o kadar
başarılıdır ki her birinde eyalet karmasına seçilir. Aslında
insanlar Wallece cüssesinde birisini gördükleri zaman
onun hantal biri olduğunu düşünebilirler. Rakipleri de onu
basketbol sahasında ilk gördüklerinde onun hantal ve sadece
rakiplerini ite kaka yakınına düşen ribaundları alabilecek bir
uzun olduğunu düşünmüşler. Bu konuda eski Pistons
yıldızı, günümüzün Tv yorumcusu Bill
Laimbeer’ın söyleyecek bir iki lafı var: “Wallace,
ribaundlarla ilgili eski yargıların geçersiz olduğunu hepimize
kanıtladı. Her zaman ribaund almanın sıçramaktan çok yer
tutma ile ilgili olduğunu söylerlerdi. Ama Ben, ribaundlarını
insanları potadan uzak tutarak aldığı kadar onlardan daha yükseğe
sıçrayarak da alıyor. İnanılmaz bir sıçrama yeteneğine
sahip olduğu kadar çok da çabuk. Bana fazlasıyla
Dennis’i hatırlatıyor. Belki de Dennis’ten sonra
gördüğüm bire birde en etkili savunmacı. Ama sanıyorum
ki Ben kendini geliştirmeye devam edecektir çünkü
gerçekten All-Star seviyesinde bir oyuncu olması için ne
yapması gerektiğini biliyor. Maç başına aldığı 12-13
ribaund’un ve yaptığı 3-4 bloğun yanına en azından 10-12 sayıyı
da eklemesi gerekli.”
Yukarıda bahsi geçen fiziksel yetenekleri az kalsın onu bir
Amerikan futbolu yıldızı yapacaktı. Lise takımında gösterdiği
performans üniversitelerin ilgisini çeker. Auburn
Üniversitesi ona burs teklif eder. Wallace okul yetkilileri ile
yaptığı konuşmalarda hem basketbol hem de futbolu kastederek ikisinde
de aynı anda oynayıp oynayamayacağını sorar. Onlardan aldığı olumlu
cevap karşısında tereddütsüz okula katılım için
gerekli kağıda imza atarak üniversiteye gönderir. Okulun
yolunu tutarken hem basketbol hem de futbolda yıldızlaştığı
günlerin hayalini kurmaktadır ama kampüse vardığı anda
tüm hayalleri yıkılır. Okul yetkililerine basketboldan bahsettiği
anda hepsi şaşırarak ona daha önce onunla hiç basketbol
hakkında konuştuklarını hatırlamadıklarını, okulda basketbol
oynamasının mümkün olmadığını onu futbol oynaması için
aldıklarını söylerler. Anlaşmazlığın nedeni ise oldukça
komiktir. Amerikan futbolunda bir takım oyuncularını iki farklı kadroya
ayırır. Yeteneklerine göre defansif oyuncular ve ofansif
oyuncular. Sahada top hakimiyeti kimdeyse ona göre bir takım
sahaya sürülür. Wallace da telefonda
“ikisini” de aynı anda oynayıp oynamayacağını sorduğunda
okul yetkilileri onun hem hücum takımında hem de savunma takımında
oynamak istediğini sanarak bunu sevinerek kabul etmiştir. Wallace o
anki duygularını şöyle anlatır: “Bunları duyduğum zaman
kulaklarıma inanamadım. Ben de oradan çekip gittim. Basketbola
aşığım. Bu yüzden Amerikan futbolu ve basketbol arasında bir
seçim yapmak zorunda kaldığım zaman hiç
tereddütsüz basketbolu seçtim. Wallece,
Auburn’ü terk ettiği zaman hayatı hakkında kurduğu
gerçek anlamda hiçbir planı kalmamıştı. Ta ki bir
basketbol kampında gelecekteki idolü Charles Oakley ile
karşılaşana dek.

Oakley topu göğsüme fırlattı ve “hadi başlayalım”
dedi. Herkes bizi izliyordu. O benim dudağımı patlattı ben de onun
burnunu!..

Oakley hepimizi karşısına oturtup azarlamaya başladı. Sürekli
bizim çok yumuşak olduğumuzu hiç gayret gösterip
çalışmadığımızı söyledi. Sonra da içimizde kimsede
onunla teke tek oynayacak yürek olup olmadığını sordu. Ben de
elimi kaldırdım. O da topu aldı ve göğsüme fırlattı:
“Hadi başlayalım!”dedi. Herkesin önünde oynamaya
başladık. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu kanattım.
Wallece’a o maçı kimin kazandığı her sorulduğun genelde
aynı tepkiyi verir. Evvel suçlu bir çocuk ya da masum bir
kedi yavrusu gibi acındırıcı gözlerle suçunu gizlemek
istermiş gibi bakar ve cevap verir: “Ben kazandım.” Ama
tuhaftır ki Wallace, Oakley’in burnunu sürtmüş olmaktan
çok da memnun değildir: “Ben daha 17 yaşımdayken bile
üzerimden şut atamazdı, şutlarını hep bloklardım.” Bu teke
tek maç hakkında Wallece’ın Pistons’tan kankası
Stackhouse tarafından yapılan yorum da ilginçtir: “Oak
asla bizim Ben’i geçemez.”

NCAA GÜNLERİ
Evet sonuçta maçı Wallece kazandı ve Oakley’e
gününü gösterdi. Ama Oak bu çocuğun
gerçekten yetenekli olduğunu fark etmişti. Onu kanatlarının
altına alarak korumayı ve ona yol göstermeyi kafasına koydu.
Charles gidip Wallace’a hangi okula gittiğini sorar. O da
olanları anlatarak artık önünde fazla seçeneği
kalmadığını söyler. Bunun üzerine Oakley,
Cleveland’daki bir arkadaşına telefon açar. Bu
çocuğu izlemeleri gerektiğini anlatarak Wallece’ı oradaki
bir kampa gönderir. Kampta başarılı olan adamımız kapağı Cuyahoga
CC’ye atar. Orda 24 sayı, 17 ribaund ve 7 blok gibi inanılmaz
ortalamalara ulaşır ve tekrar daha büyük okulların
antrenörlerinin dikkatini çeker. Ama ne kadar iyi bir okula
transfer olacaksa olsun benchte oturmak istemeyen Wallece, daha sezon
bitmeden takımını terk eder ve soluğu Oakley’in yanında alır.
Oakley de idarecilerle konuşarak onu mezun olduğu okul olan Virginia
Union’a aldırır. Burada ceza hukuku eğitimi alan Ben, 12.5 sayı,
10.5 ribaund ve 3.7 blok ortalamalarına ulaşarak takımını NCAA Division
2’da Final Four’a taşır. Ama okulu basketbolda adı sanı
duyulmamış bir okuldur ve Wallace oyunuyla NBA scout’larının
çok da ilgisini çekmez. Dolayısıyla katıldığı 96 NBA
Draft’ında seçilemez. Wallace üzülmekle beraber
o an için NBA seviyesinde bir oyuncu olmadığının farkındadır bu
yüzden bunu kendisine fazla dert etmez. Daha çok
çalışmaya başlar ve Boston antrenörü M.L Carr onu
takımın yaz kampına davet eder.

BOY PROBLEMİ
Bu arada Wallece’ı çağıran Carr, bu boyuyla onun pivot ya
da power forvet oynamak için çok kısa olduğunu onu kampta
off guard veya kısa forvet olarak deneyeceğini söyler. Aslında NBA
kayıtlarında boyu 2.06 olarak gözükse de Wallece’ın
gerçek boyunun ancak 2 metre olduğu söyleniyor.
Hatırlayacaksınız “Sir” Charles Barkley’in boyu da
öncelikle 1.98 olarak kabul edilirken bir süre sonra
1.96’ya inmiş en son ise gerçekte 1.92 olduğu ortaya
çıkmıştı. Bu tür olaylar diğer bir çok NBA yıldızı
için de geçerli. Kim bilir belki de bu arkadaşlar kemik
erimesi hastalığından mustariplerdir. Vah zavallılarım vah...
Tabii ki bu boyuna göre pozisyon seçme formülü
ona pek yaramadı. Sonuçta Ben, kampta fazla forma şansı bile
bulamayarak Boston kampından ayrıldı ve Washington’la
antrenmanlara çıkmaya başladı. Çaylak sezonu Wallace
için pek parlak geçmedi. O zamanki adı Wizards yerine
Bullets olan Washington’da takımın ancak 12. adamıydı. 34
maçta forma görev alan Wallece maç başına ancak 5.8
dk sahada kalırken 1.1 sayı ve 1.7 ribaund ortalamalarına sahipti. Bu
arada ismi, tanınmasa da basketbol camiasında kulaktan kulağa
yayılmaktaydı. Washington’daki bu gizemli oyuncu, antrenmanlarda
Juwan Howard ve Chris Webber da dahil olmak üzere çoğu
oyuncunun canına okumaktaydı. Bir sonraki sezon sahada kaldığı
süreyi tam 3 katına çıkartarak maç başına 15.8 dk
oyunda kaldı. Indiana karşısında ilk kez bir maça ilk beşte
başladı ve aldığı 12 ribaundla sahada en çok ribaund alan ismi
oldu. Sezonda toplam 61 maça çıkarken bunların
16’sında ismi maça başlayan beşte yer alıyordu.
Ortalamaları ise fazla kıpırdamamış, sayı ortalamasını ancak
3.1’e, ribaund ortalamasını ise 4.8’e
çıkartabilmişti. Bullets’taki üçüncü
sezonunda ise içindeki cevher biraz da olsa ortaya çıktı.
Cleveland karşısında attığı 20 sayı ile kariyerindeki en yüksek
rakama ulaşırken ribaund hanesinde de 10 yazıyordu. Bu sırada süre
aldıkça double-double yapmaya başladı. Bucks karşısında 14 sayı
ve 14 ribaund’luk, Toronto’ya karşı da 12 ribaund, 16
sayılık performanslar ortaya koydu. Sezon sonuna gelindiğinde aldığı
süre 10 dk. daha artmıştı. Bu artış da beraberinde 6.0 sayı, 8.3
ribaund ve 1.96 blokk ortalamaları getirmişti. Washington bu sezonun
sonunda büyük bir hata yaparak elindeki tüm yetenekli
power forvetleri kaçırdığı gibi Wallece’ı da
kaçırdı. Wizards, Orlando ile yaptığı takasta Wallace,Tim
Legler, Terry Davis ve Jeff McInnis’i göndererek
Magic’ten 1995-96 sezonunda Tuborg forması, geçtiğimiz yıl
da Ülker forması giyen Isaac Austin’i kadrosuna kattı.
Orlando da oynadığı 81 maçın tümünde kendisine ilk
beşte yer bulan Big Ben, bu maçlarda 4.8 sayı, 8.2 ribaund ve
1.6 blok ortalaması tutturdu. Sonraki sezon Orlando da ayağına gelen
fırsatı elinin tersiyle iterek Grant Hill yüzünden
gözü kör olmuş bir şekilde Chucky Atkins ve Ben
Wallace’ı Grant Hill’le takas etti. Tabii ki o dönem
de Hill mi yoksa Wallace mı diye soracak olsaydınız akıl sağlığı
yerinde olan herkes Grant Hill cevabını verirdi. Ama Orlando
idarecileri en azından Wallace’ı kadrolarında tutmaya
çalışarak takasa başka isimleri dahil etmeyi deneyebilirlerdi.
Bu takasın sonucu ortada. Magic, astronomik bir anlaşmaya imza
attırdığı Hill’i geçirdiği sakatlıklar yüzünden
oynatamazken, Pistons şu anda ligin blok ve ribaund kralına sahip
bulunmakta.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:27 pm

PİSTONS’IN YENİ KÖTÜ ÇOCUĞU
Pistons’taki ilk yılında Wallace 80 maçta oynarken bir kez
daha oynadığı tüm maçlara ilk beşte başlar. Ama bu kez
kendisine daha önce tanınmayan bir şansa sahip olarak sahada 34.5
dakika ortalamasıyla kalır. Sahada kaldığı süre bu kadar
çok artınca Wallace da tüm marifetlerini daha iyi
sergilemeyi başarır. Maç başına 13,2 ribaund ortalaması ile
ligde ribaund krallığını zorlar ama Mutombo’nun arkasında
2.sırayı alır. Aldığı 1052 ribaundla toplamda ligin en çok
ribaund alan ve bu sayede Pistons’ın Dennis Rodman’dan
sonra 1000 ribaund barajını geçen ilk oyuncusu olur. Ayrıca
sezon boyunca Dikembe Mutombo ile beraber arka arkaya 20 ve üzeri
ribaund alabilen iki oyuncudan biridir ve Orlando maçında 28
ribaund ile kariyerinin en yüksek rakamına ulaşır. Bir sezon evvel
1.60 olan blok ortalamasını ise 2.30’a çıkarır. Pistons
tarihine hem ribaund, hem top çalma hem de blok ortalamalarında
takımın lideri olan ilk isim olarak geçer. Yılın Savunmacısı
ödülü için yapılan oylamada ise 6 oy alarak
beşinci olur. Ama maalesef bu performansı takımı için yeterli
olmaz ve Detroit normal sezonu ancak 32 galibiyet ile kapatır.
Geçtiğimiz sezon ise kariyeri için bir zirvedir. Takımın
başına New Jersey, Portland ve Indiana’da 11 sezon asistan
coach’luk yapan Rick Carlisle getirilir. Takımdaki bu yeni
yapılanmada Stackhouse kendini bulur ve ilk kez egosunu bir kenara
bırakarak olması gereken oyuncu gibi oynar. Corliss Williamson
bench’ten gelerek inanılmaz bir katkıda bulunur ve takım Ben
Wallace’ın liderliğinde sahada inanılmaz bir savunma uygular.
Sonuçta da takım uzun bir aradan sonra 50 galibiyet barajına
ulaşarak 1990 yılından sonra ilk kez Merkez grubu şampiyonu olarak
tamamlar. Wallece sahada 36.5 dakika ortalamasıyla kalırken
hücumda daha agresiftir, %53’lük bir şut
yüzdesiyle 7.6 sayı averajı tutturur. 13.0 ribaund ve 3.48
ortalamaları ise onu her iki kategoride de NBA’in zirvesine
taşır. Yakaladığı bu başarıyı ise daha önce NBA tarihinde ancak
Hakeem “The Dream” Olajuwon, Kareem Abdul-Jabbar ve Bill
Walton’ın yakaladığını söylersem sanırım Big Ben
Wallace’ın ne kadar önemli bir başarıya imza attığını
anlatabilirim. Üstelik Wallace’ın boyu diğer 3 oyuncu ile
kıyaslanamayacak derecede de kısa. Bu mükemmel savunma performansı
doğal olarak onu rekor bir şekilde “Yılın Savunmacısı”
ödülüne ulaştırır. Oylama tamamlandığında en yakın
rakibine 114 oy fark atmıştır. Wallace ayrıca tutturduğu 1.7 top
çalma ortalaması ile bu kategoride de ilk 15 içindedir.
Sezon içinde 2 defa haftanın oyuncusu seçilen Wallace, 24
Şubattaki Milwaukee maçında da 10 sayı, 17 ribaund ve 10 blok
ile kariyerindeki ilk triple-double’ı gerçekleştirir. 24
Mart’ta Boston karşısında ise kariyer rekorunu bir kez daha egale
eder ve 28 ribaund’a ulaşır.
Tüm bu başarılarının yanında regular sezonda Doğu’da
2.sırayı alan Detroit ile kariyerinde ilk playoff maçına
çıkar ve 21 Nisanda Toronto karşısında 19 sayı, 20 ribaundluk
muhteşem bir oyun ortaya koyar. Kariyerindeki bu ilk playoff
tecrübesinde çok başarılı maçlar çıkaran
Wallace, ilk turda Toronto karşısında 8.2 sayı, 15.0 ribaund, 2.2 blok
ve 2.2 top çalma; konferans yarı finalinde Boston karşısında 6.4
sayı, 17.2 ribaund, 3.0 blok ve 1.6 top çalma ortalamalarını
yakalar. Evet Wallace kendini tüm NBA’e kanıtlamıştır, artık
oda ligin yıldız oyuncular arasındadır.

Majesteleri Michael Jordan’ın antrenörü Doug Collins
onun hakkında şunları söylemekte: “Bence Wallace, Jason
Kidd’le beraber sayı üretmeden oyunu domine edebilen az
sayıda oyuncudan biri.” Başkan Joe Dumars daha Grant Hill’i
Atkins ve Wallace ile takas ettiği gün basına takımın fazla
yumuşak olduğunu ve aralarına katılan bu iki yeni oyuncuyla beraber
takımın çok daha sert ve dişli olacağını söylemişti. Dumars
oyunculuğunda zekasıyla oynayan bir isimdi. Şu ana kadar takımın
başında olduğu sürede aynı muhteşem zekayı masa başında da
kullanmakta. Bazı isimler daha şimdiden Wallace’ın Pistons
tarihinde bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor ama
Wallace bu durumdan endişeli. En azından Joe Dumars’ın
beklentilerini yükseltmesinden korkuyor: “Sanırım benimle
anlaştıklarında kendileri bile benim tam olarak ne tür bir oyuncu
olduğumun farkında değillerdi. Onlar sadece sahada çalışan ve
biraz ribaund alan bir oyuncu istemişlerdi ama sanırım ben bundan daha
fazlasına sahibim. Yeni koç, yeni bir takım ve yeni bir sistem
benim de kariyerimde yeni bir sayfa açmama yardımcı oldu.”

Aslında Wallace’ı yakından tanıyan insanlar sahada rakipleri
için fazlasıyla korkutucu olan bu adamın saha dışında çok
yumuşak bir ses tonuyla konuşan, eğlenceli ve maket araba yaparak vakit
geçiren sıradan bir insan olduğunu söylüyor.

“Sahada oynarken arkanızı ‘big ben’ gibi bir devin
kolladığını bilmek güzel bir duygu. Her zaman böyle bir
adamın karşımda oynamasındansa yanımda olmasını tercih ederim.” -
jerry stackhouse

Takımın birinci yıldızı Stackhouse ise tartışmasız ikinci yıldızı da
Wallace. Stack bu konuda şöyle diyor: Sahada her zaman Big
Ben’in nerde olacağını hissederim. Her defasında doğru zamanda
doğru yerdedir bu sayede asistlerimin büyük bir kısmını ona
yaparım. Onun orda olması bile çoğu şeyi bizim için
kolaylaştırıyor çünkü bu sayede önümde bir
koridor açılıyor. Eğer onun adamı yardıma gelmezse
rahatça savunmacımla bire bir oynayabiliyorum eğer yardım
gelirse de topu ona veriyorum ve o da sayıyı bizim hanemize
ekliyor.” Wallace gerçekten pota altında yüksek
isabetle oynuyor. Ama kaydettiği sayıların çoğunu tiplerden ve
potayı kırarcasına yaptığı smaçlardan bulduğunu
düşünürsek Big Ben’in hücumda zaafı olduğunu
söyleyebiliriz. Kesinlikle kendisini geliştirmesi gerekli ve
kendisi de bu eksikliğinin farkında. Bu konuda kendisi de şöyle
demekte: “Eğer yıldız olmak istiyorsam hala kendimi geliştirmek
zorundayım sahanın iki ucunu da dağıtamadığım sürece gerçek
anlamda yıldız sayılmam. Zaten her antrenmandan sonra en az bir saat
daha sahada kalarak şut ve serbest atış çalışıyorum.”
Ben Wallace gerçekten ligin en önemli oyuncularından biri
ama şu anda ne bir Hakeem O’lajuwon ne Kareem Abdul-Jabbar ne de
bir Bill Walton. Hatta daha tam bir Dennis Rodman bile değil. Wallace
bir savunma uzmanı olduğu kadar bir hücum silahı olduğu gün
NBA tarihine hak edeceği yeri alacaktır. Son bir cümle de Mehmet
Okur için. Umarım Memo, Detroit’e gittiği zaman Ben
Wallace’tan savunma hakkında çok şey öğrenir.
Çünkü Mehmet fazlasıyla yetenekli bir oyuncu
NBA’de yıldız olmak için de diğer Avrupalılardan
kesinlikle hiçbir eksiği yok. Yeter ki Oda Wallace gibi
yürekli bir savaşçı olsun!.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:28 pm

Potaların yaşayan efsanesi: Michael Jordan

NBA Ligi'nin tartışılmaz en iyi oyuncusu Michael Jordan, bugün potaların yaşayan efsanesi haline geldi.

ABD'nin New York kentinde, 17 Şubat 1963'de dünyaya gelen Michael
Jeffrey Jordan, Brooklyn'de geçen yaşantısını basketbola olan
ilgisi sayesinde değiştirmeyi başardı. 1982 yılında Ulusal Kolej
Atletizm Derneği (NCAA)'in iddialı isimlerinden North Carolina
Üniversitesi'ne kendisine teklif edilen basketbol bursunu kabul
ederek kaydoldu.
North Carolina takımı ile tanıştığı NCAA ligindeki ilk yılında
Georgetown'a karşı oynanan şampiyonluk maçının galibiyet
sayısını atarak tüm dikkatleri üzerine çekti. 1983 ve
1984 yıllarında da NCAA'de yılın basketbolcusu seçilen Michael
Jordan, Los Angeles Olimpiyatları'nda ABD'yi temsil eden milli takımda
forma giydi.
Bu başarılarının ardından NBA takımlarından Chicago Bulls'dan
çok cazip bir teklif alan Michael Jordan, Bulls forması
giyebilmek için North Carolina'dan ayrıldı.
Chicago Bulls forması ve NBA ile tanıştığı ilk sezonda (1984-85),
maç başına 28.2 sayı ortalamasıyla, ligin sayı kralı oldu.

Jordan efsanesi doğuyor

NBA'de gösterdiği performansla, 'Yılın Çaylak Oyuncusu'
seçilen Jordan, kariyerindeki 9 All-Star maçının ilkinde
de yine aynı sezon oynadı. 1986-1987 sezonu sona erdiğinde, Michael
Jordan artık NBA Ligi'nin efsane oyuncusu Wilt Chamberlain'in ardından
bir sezonda 3 bin sayı rekorunu geçen ikinci oyuncu oldu.
1987-1993 yılları arasında üst üste yedi kez sayı kralı olan
Jordan, her sezon maç başına 30 sayı ortalamasının da
üzerine çıkarak Chamberlain'in rekorunu kırdı.
Chicago Bulls formasını giydiği günden itibaren play-off
maçları da dahil inanılmaz sayı rekorlarına imza atan Jordan,
1986 yılında Boston Celtics'e karşı kaydettiği 63 sayı ile tüm
rekorları altüst etti.
1991 yılında Chicago Bulls'un ilk NBA şampiyonluğunu yaşamasında
büyük rol oynayan Michael Jordan, bu başarısını 1992 ve 1993
yıllarında da tekrarlamayı başardı.
1988, 1991 ve 1992 yıllarında ligin 'En Değerli Oyuncusu', 1988 ve
1996'da All-Star maçlarının 'En Değerli Oyuncusu' seçilen
Jordan, 1991, 1992 ve 1993 yıllarında da NBA play-off serisinin 'En
Değerli Oyuncusu' ünvanını kazandı.
Ayrıca ilk kez NBA oyuncularının yer aldığı ve Dream Team (Rüya
Takım) adı verilen ABD Olimpik Milli Basketbol Takımı'nda da görev
yapan Michael Jordan, İspanya'daki Barselona Olimpiyatları'nda
takımının altın madalya kazanmasında en büyük rolü
oynadı.
1993 - 1994 sezonunun ardından, babasını bıçaklı bir saldırı
sonucunda kaybeden ünlü basketbolcu, sinirleri de bozulunca
basketbola veda ettiğini açıklayarak tüm hayranlarını şok
etti.

Basketboldan beyzbola

Basketboldan kopsa da spordan kopmayı bir türlü başaramayan
Michael Jordan, 1994 yılında bu kez beyzbol oyuncusu olarak
sevenlerinin karşısına çıktı. Yine Chicago forması giyen Jordan,
Chicago White Sox 'Beyaz Çorap' takımı ile Amerikan Ligi'ndeki
(AL) ilk sezonunda ligin önemli oyuncularından biri haline geldi.
Beyzbolu iyi oynamasına karşın içindeki basketbol ateşini bir
türlü söndüremeyen efsane oyuncu, 1994-1995 sezonun
sonunda NBA Ligi'ne dönme kararı alarak beyzbola veda etti.
Basketbola verdiği araya rağmen performansından hiçbir şey
kaybetmeyen Michael Jordan, 1995-1996 sezonunda maç başına
ortalama 30.4 sayı ortalaması ile 'En Değerli Oyuncu'
seçilirken, Chicago Bulls takımı da bir sezonda 72 maç
kazanan ilk NBA takımı olarak tarihe geçti.
NBA finallerinde de 'En Değerli Oyuncu' seçilen Jordan, aynı
zamanda bu ünvanı dört kez kazanan ilk basketbolcu olarak da
tüm zamanların en iyi basketbolcusu olarak anılmaya başladı.

Film yıldızı Jordan

1996 yılında Hollywood'a da el atan Michael, Looney Toons
karakterlerinin rol aldığı bir çizgi filmde de 'Space Jam'
kendisini oynadı.
1998 yılında altıncı şampiyonluğa çok yaklaşan Chicago Bulls,
Utah Jazz karşısında son 5.2 saniyede maçı kaybedince, 1999
yılında Jordan tekrar basketboldan ayrıldığını açıkladı.
Juanita ile evlenen ve üç çocuk sahibi olan Michael
Jordan, aynı zamanda lüks bir lokanta açarak işletmeye
başladı.
Her ne yaparsa yapsın içindeki basketbol aşkından kurtulamayan
Michael Jordan son olarak Washington Wizards formasıyla tekrar potalara
geri döndü.
Wizards'ı tam anlamıyla sırtlayan Jordan, potalardan uzun süre
ayrı kalmasına rağmen, eski günlerine çabuk
döndü. All-Star maçında tekrar en iyi olduğunu
kanıtladı ve 2003 yılında basketbolu bıraktı.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:28 pm

YENİ NESLİN -FAZLA SEVİLMEYEN- SÜPER STARI,
KOBE BRYANT #8

(Bu yazı pivot dergisinin 40.sayısında yayınlanmıştır.)

Lise yıllarında efsane Wilt Chamberlain’in 4 yıllık toplam sayı
rekorunu kıran, NBA’e girdiği yıllarda oynadığı oyunla herkesin
taktirini toplayan 18 yaşındaki ufaklık, aradan geçen yıllarda
önce Shaq ile takımın en önemli gücü kim
tartışmasını başlattı, ardından bu senede saldırgan tavırlarıyla takım
arkadaşları ve rakip oyuncularla kavga etti.

Kariyerinin başındaki güler yüzlü ve neşeli insan gitti,
yerine saldırgan, hırçın ve kavgacı bir insan geldi.

Kobe bu sene başı ile bir anda huysuzlaştı, laf dalaşı yapmaya ve kavga
çıkartmaya başladı. Acaba ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya
çalışıyor? Yoksa sadece hala büyümeye devam ettiğini
mi?

23 yaşına 2 NBA şampiyonluğu ve 1 All-Star MVP ödülü
sığdıran Kobe, bu sezon Memphis maçında 56 sayı üreterek
kariyer rekorunu kırdı.

EFSANE TAKIM VE EFSANE OYUNCULARI
Los Angeles şehrinin 2 takımından biri olan Lakers; 80’li
yıllarda Magic Johnson, Kareem Abdul-Jabbar, James Worthy, Byron Scoot,
Michael Cooper, A.C. Green ve coach Pat Riley önderliğinde
Lakersball adını alan hızlı hücuma ve show’a dayalı oyunları
ile gönüllerde taht kurmuş, 8 NBA Finali sonucunda da 5 defa
şampiyonluğa ulaşmıştı. Bu başarılı takım 90’ların başında
yaşlanan kadrosunu Vlade Divaç, Sam Perkins ve Elden Campbell
gibi genç oyuncularla takviye ederek sadece 1 yıl aradan sonra
1991’de tekrar NBA Finaline çıkmıştı. Ama final serisinde
-6 şampiyonluğun ilkine ulaşacak olan- Chicago’ya 4-1 kaybeden
Lakers için bu sonuç, başarılı bir döneminin sonu
olmuştu.
1992’de Lakers, 82 maçlık normal sezonun sonunda ilk defa
Los Angeles’ın diğer takımı olan Clippers’ın altına
düşüyor (Oysa 1987’de Clippers ile aralarında 53
maçlık bir galibiyet sayısı farkı vardı) ve ancak 8. sırayı
alabiliyordu. 1993’de bir kez daha Clippers’ın ardında
kalan Lakers yine 8. sıradan playofflara dahil oldu ama aynı bir
evvelki sene gibi ilk turda elendi. Ama daha kötüsü
1994’de oldu. Lakers 33 galibiyet ile 19 yıl sonra ilk defa
playofflara katılamadı. 1995’de Cedric Ceballas, Eddie Jones
takviyeleri sonucunda biraz toparlanan Lakers, Magic’in
basketbola tekrar dönmesi ile 1996’da Batı’da 4.
sıraya kadar yükseldi. Fakat ilk turda Houston’a
3-1’lik skorla elenerek bir kez daha sezonu erken kapadı.
Şaşalı ve zengin Los Angeles’ın tarihi başarılarla dolu takımı
Lakers, 1996 yılının yazında büyük bir transfer
gerçekleştirerek Orlando takımından dev pivot Shaquille
O’Neal’ı kadrosuna kattı. Bir de Charlotte’ın draftta
13. sırada seçtiği -henüz 18 yaşındaki- Kobe
Bryant’ı, Vlade Divaç karşılığında takas etti. Shaq,
NBA’de oynadığı 4 yılda kendini ispatlamıştı ama bu 18 yaşındaki
çocuk NBA’in devleri arasında ne yapabilirdi?
Kobe, bunun cevabını çok geciktirmeden daha ilk yılında verdi.
NBA tarihinde en küçük yaşta forma giyen oyuncu
olurken, 31 sayı ile Rookie All-Star maçın hala kırılamayan sayı
rekorunu eline geçirdi. Ardından Slam Dunk yarışmasının en
genç şampiyonu oldu. Bir sene sonra, kendi takımında ilk 5
başlamamasına rağmen seyircilerden aldığı oylarla gerçek
All-Star’ların arasına katıldı ve yine bir ilki
gerçekleştirerek All-Star maçları tarihinin en
genç oyuncusu oldu. Shaq, pota altını cehenneme
çevirirken, Kobe kritik anlarda penetreleri, fake-away şutları
ve birbirinden güzel smaçları ile Lakers’ı 9 yıl
aradan sonra 2000 yılında tekrar NBA Finaline taşıdı. Bu Final serisi
ile NBA şampiyonluğu sevincini 22 yaşında tadan Kobe, hep
karşılaştırıldığı Jordan’ın 7 yıl sonunda yakaladığı bu başarıyı
5. NBA sezonunda elde etti.
KOBE’DEKİ BÜYÜK DEĞİŞİM
Kobe, parmaklarında 2 şampiyonluk yüzüğü taşıyan 24
yaşında bir NBA yıldızı. Ama lige katıldığı ilk dönemlerde bir
çok kişinin sevgilisi haline gelen bu genç yıldız şimdi
bir o kadar kişi tarafından da sevilmeyenler listesinde.
18 yaşında bir çaylakken herkes tarafından taktir gören ve
maçları ilgi ile izlenen Kobe, 4 yıl sonra Shaq’la takımın
en önemli gücü kim kavgası yapmasıyla manşetlerde
negatif düşüncelerle yer almaya başlamıştı. O sırada 22
yaşındaydı, 2 kez All-Star seçilmişti ve 1 şampiyonluğa sahipti.
Buna rağmen ligdeki hiçbir oyuncuyla yakın ilişki geliştirmeyi
başaramamıştı. Lakers’dan ayrılmak istediğini söylüyor
ve gerçek liderin kendisi olacağı bir takım istiyordu. Coach
Phil Jackson’ın çabaları ile Shaq ile arasındaki buzlar
eridi ve 2001’de 2. şampiyonluk yüzüğü geldi.
2001 sezonun ardından geçtiğimiz yaz Shaq ile arasındaki
sorunları gideren Kobe, onun çok büyük bir oyuncu
olduğunu belirten açıklamalarda bulundu. Shaq’ta
Kobe’yi himayesine aldığını, ona yapılacak her türlü
gereksiz sertlik ve haksızlıkla savaşacağını söylüyordu. Evet
Kobe, Shaq ile aralarındaki sürtüşmeyi bitirmesinden dolayı
taktir toplamıştı ama sezonun start alması ile başka büyük
sorunlar çıkarttı.
Bir çok maçta hem kendi hem de rakip takım oyuncuları ile
laf dalaşı yapmaya ve kavga çıkartmaya başladı. Hatta bu
dalaşmanın boyutunu Indiana maçında Reggie Miller ile yumruk
yumruğa kavga etmeye kadar ilerletti. Takım arkadaşı Samaki
Walker’la da idman sonrası takım otobüsünde kavga etti.
2 ay evvel Şubat ayında All-Star maçında 31 sayı atmasına rağmen
bencil oyunu ile doğduğu şehir’in taraftarlarınca yuhalandı. Evet
artık işler hiç iyi gitmiyordu. Acaba 18 yaşındaki çocuk
büyümüştü de ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya
çalışıyordu? Yoksa hala büyümeye devam ettiğini mi?
Kobe’nin bu sezonki saldırgan davranışlarının nedenlerine
geçmeden, çocukluktan NBA yıldızlığına nasıl geldiğini
inceleyelim...
WILT CHAMBERLAIN’İN REKORUNU KIRAN UFAKLIK
Babası da bir NBA oyuncusu olan Kobe, Joe "Jellybean" Bryant’ın
Sixers forması giydiği sırada 23 Ağustos 1978’de
Philadelphia’da doğdu. Adını babasının en sevdiği lokantalardan
birindeki bir et yemeği menüsünden alan Kobe, San Diego
Clippers ve Houston Rockets takımlarına transfer olan baba Bryant ile
birlikte çocukluğunda oldukça dolaştı. Ama asıl uzun
mesafeli yolculuğunu babasının basketbol macerasını Avrupa’da
devam ettirmesi sebebi ile İtalya’ya yaptı. 8 yaşındayken
İtalya’ya gelen Kobe, okul hayatına burada başladı. Bryant ailesi
5 yıl boyunca İtalya’da kalırken, Kobe o yılların gözde
takımı olan Lakers’ın maçlarının sürekli İtalyan
televizyonlarında yayınlanmasından dolayı Magic Johnson hayranı
oluyordu.
13 yaşındayken Amerika’ya dönen Bryant ailesi Kobe’yi
Pennsylvania’daki seçkin Lower Marion Lisesine yazdırdı.
Kobe’nin takıma katılımından evvel 24 maçta sadece 6
galibiyet alan Marion Lisesi genç oyuncunun katılımı ile bundan
sonraki 3 yılda 91 maçta 77 galibiyet almayı başardı.
İtalya’dayken Magic Johnson hayranı olan Kobe, Amerika’ya
gelir gelmez Michael Jordan’ı izlemeye başladı. Onun her yaptığı
hareketi okul müdüründen aldığı salon anahtarları
sayesinde Merion lisesinin salonunda yüzlerce hatta binlerce defa
tekrarladı. Bu çalışma azmi ve Allah vergisi kabiliyeti
sayesinde 18 yaşında bir Jordan kopyası haline geldi. Onun gibi drive
ediyor, onun gibi fake atarak dönüşler yapıyor,
fake’den sonra geriye doğru uçarak şut çekiyor, son
saniye atışlarını kullanıyor ve hatta onun gibi faul atıyordu.
Son sezonunda 30.8 sayı, 12.0 ribaund, 6.5 asist, 4.0 top çalma,
3.8 blok ortalamalarını tutturan ve 34 maçta 31 galibiyet ile
takımına eyalet şampiyonluğunu kazandıran Kobe, liseler arasında
Naismith, Gatorade Circle, USA Today ve Parade Magazine tarafından
yılın oyuncusu seçilirken, McDonalds All-America Takımının da
bir üyesi oldu. Ayrıca Pennsylvania eyaletinin o seneye kadar en
skorer lise oyuncusu olan efsane Wilt Chamberlain’in toplam 2359
sayılık rekorunu da 2883 sayı ile tarihe gömmeyi başardı.
Kobe, bu çok başarılı lise sezonun ardından kendini hazır
hissettiğini söyledi ve üniversiteye gitmek yerine, tercihini
direk profesyonel olmak yolunda kullandı.
NBA LİGİNİN EN KÜÇÜK OYUNCUSU
Draftta Charlotte tarafından 13. sırada seçilen Kobe Bryant,
Vlade Divaç karşılığında Lakers’a takas edildi. Yaz ayını
ağırlık idmanları ile geçiren Kobe, ligin ilk maçını
belindeki rahatsızlıktan dolayı kenardan izledi. 3 Kasım 1996’da,
sezonun 2. maçında Minnesota karşısında son dakikalarda oyuna
giren Kobe, 18 yıl, 2 ay ve 11 gün ile NBA ligi tarihinde en
küçük yaşta forma giyen oyuncu oldu. (Daha sonra -o
yıllarda- Portland forması giyen –şimdi Indiana’lı-
Jermaine O’Neal bu rekoru daha aşağılara çekti.)
Maçta sadece 6 dakika oynayan ve 1 şut girişiminde bulunan Kobe
ilk NBA maçını 1 ribaund, 1 top kaybı ve 1 faul ile tamamladı.
Ligdeki ilk sayısını bir sonraki maçta New York’a karşı
faul atışından bulan Kobe, ligdeki 4. maçında Toronto karşısında
bu sefer 17 dakika sahada kaldı ve kariyerinde ilk çift haneli
rakama ulaşarak maçı 10 sayı ile tamamladı. 28 Ocak’ta
Dallas maçında (12 sayı üretti) sahaya ilk 5 çıkan
Kobe, 18 yıl, 5 ay ve 5 gün ile NBA tarihinin en
küçük yaşta ilk 5’te sahaya çıkan
oyuncusu oldu. İlk sezonunda 25 maçta 10 sayı, 4 maçta 20
sayı barajını geçerken, 8 Nisan’da Golden State karşısında
25 dakikada 8/7 ikilik, 3/2 üçlük ve 7/4 faul atışı
ile 24 sayı üreterek kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı.
Ama asıl başarısını Rookie All-Star maçında Doğu takımı adına
hala kırılamayan 31 sayılık performansı ile yaptı. Aynı organizasyonda
Slam Dunk şampiyonluğuna ulaşan en genç oyuncuda oldu. İlk
sezonunu 71 maçta (6 kere ilk 5 çıktı) 15.5 dakika oyunda
kalarak 7.6 sayı ortalaması ile tamamlayan Kobe, ligin en iyi ikinci
rookie 5’ine de seçilmeyi başardı.
İlk playoff maçına Portland karşısında çıkan Kobe, bu ilk
maçında sadece 2 sayı üretebildi. Serinin 3.
karşılaşmasında 27 dakikada 22 sayı atarken 4 maçlık seriyi 7.5
sayı ortalaması ile tamamladı. Fakat 2. turda işler hiç iyi
gitmedi. Oysa 3. maçta 19 dakikada 19 sayı üretmiş ve
Lakers’ın serideki ilk galibiyeti almasını sağlayan oyunculardan
olmuştu. Ama 5. maçta normal sürenin bitimine 11 saniye
kala skor 87-87 berabere iken son şutu kaçıran Kobe, uzatmada da
2 kritik şut kaçırarak Lakers’ın maçı ve seriyi
kaybetmesine yol açmıştı. Evet 18 yaşındaki genç oyuncu
ilk sezonunu kaçırdığı bu kritik şutlarla kapadı.
ALL-STAR MAÇLARI TARİHİNİN EN GENÇ OYUNCUSU
Kobe, 1997 yazını ağırlık ve şut idmanları ile geçirdi. Ayrıca
birkaç kilo aldı. 2. sezonun başında 17 Aralıkta Jordan’lı
Chicago karşısında kariyerinin en başarılı oyunlarından birini
çıkardı ve 33 sayı üretti. New York’taki All-Star
maçında Batı takımında 19 yaşında ilk 5 başlayarak en
küçük yaşta ilk 5 başlayan oyuncu oldu. Bununla da
kalmayarak 18 sayı ve 6 ribaund ile takımının en yüksek
rakamlarına ulaştı. İlk sezonundaki 15.5 olan oyunda kalma
süresini, 2. sezonunda 26 dakikaya çıkaran Kobe, sayı
ortalamasını da 15.4’e yükseltti. Artık 19 yaşındaki
Kobe’yi tüm dünya tanıyordu.
3. sezonunda Lakers’ın ilk 5’ine yerleşen Kobe, lokavt
nedeni ile sadece 50 maç olarak gerçekleştirilen normal
sezona fırtına gibi girdi. İlk 5 maçta üst üste
double-double yaptı ve 21.0 sayı, 10.4 ribaund, 2.8 asist
ortalamalarını tutturdu. Normal sezonda 50 maçın 11’inde
takımının en skorer oyuncusu olan Kobe, 19.9 ortalama ile lig genelinde
sayı krallığında 15. sırayı aldı. 21 Mart’taki Orlando
maçında 33’ü ikinci yarıda olmak üzere 38 sayı
ile kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Evet Kobe, 3. NBA
sezonunda ligin en iyi 3. beşine seçiliyordu. Fakat takım
içinde bazı huzursuzluklarda adı geçmeye başlamıştı.
Playoff’larda ilk tur ilk maçında Houston karşısında son
5.3 saniye kala 2 kritik faul atışında başarılı olarak
101-100’lük galibiyeti getirdi. 4. ve son maçta da 24
sayı ile sahanın en skorer oyuncusu oldu. Seride Lakers 3-1
üstünlük sağlarken Kobe, 18.3 sayı, 7.3 ribaund, 5.8
asist ortalamalarını tutturdu. Fakat 2. turda San Antonio karşısında
21.3 sayı ortalaması 4-0’lık hezimet karşısında unutuldu.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:29 pm

KOBE-SHAQ ATIŞMASI BAŞLIYOR
2000 sezonunun başı ile Kobe, maçlarda gerektiği kadar top
alamadığından ve tüm topları Shaq’ın harcadığından yakınmaya
başladı. Aslında bunu 2001 sezonunda yapacağı gibi basının karşısında
dobra dobra söylemiyordu ama bir çok konuşmasında bu konuya
da üstü kapalı değiniyordu. Daha fazla top kullanabileceği
daha fazla sorumluluk alabileceği bir takımda oynamak istediğine dair
ilk sözleri de bu dönemde ortaya çıktı. Basketbolda
“ben” diye bir şey olmamasına rağmen Kobe, Lakers’ın
başarılarında kendisinin en büyük etken olduğu teorisine
inanıyordu. O’na göre başarısı da bunun kanıtıydı.
Bencilliğiyle beraber koroya ve şefe (Phil Jackson) güvenmiyordu.
Takımla hiç uyumlu olmuyordu. Yolculuklar sırasında herkes
birbirleri ile geçen maçların tartışmalarını, gelişen
olayları konuşuyor ama Kobe bunların hiç birine katılmıyordu. O
kendini onlardan uzak tutuyordu. Bu düşüncelerini
konuşmalarına ve oyununa da yansıtınca biranda ligin sevilmeyenleri
arasına dahil oldu.
Bir de NBA’de yer alan bir çok oyuncunun aksine rahat bir
çocukluk geçirmesinden dolayı bazı oyunculardan tepki
görmeye başlamıştı. Seyircilerde, her zaman zorluk çeken ve
ezilen kesimin yanında olduğundan yavaş yavaş ona karşı olan olumlu
izlenimde ortadan kalkmıştı. Fakat ortadan kalkmayan bir gerçek
onun gün geçtikçe yükselen performansı idi. Bir
çok maçta son saniyelerde galibiyeti getiren sayılara
imza atarken, geriye doğru zıplayarak attığı fake-away şutlarla
çok can yakmaya başlamıştı. Oda aynı Jordan gibi tüm zorlu
savunmalara karşı kolay sayı üretebiliyor ve maç
içine sazı eline aldığında ard arda sayılar bularak
Lakers’a kritik maçlar kazandırıyordu. Tabi yıldız
olabilmek için sadece hücuma yönelik bir oyuncu olmak
büyük eksiklikti. Bunun bilincine varan Kobe, ligdeki bu 4.
sezonunda savunması ile de kendini gösterdi. Sezonun en iyi
savunma beşine seçilirken, ligin en iyi 2. beşinin de elemanı
oluyordu. 10/16 Nisan tarihleri arasında 29.7 sayı, 7.0 asist, 6.0
ribaund ortalamaları ile haftanın oyuncusu seçilen Kobe, 12
Mart’ta da Sacramento karşısında 40 sayı ile kariyer rekorunu
kırdı. Fakat tüm bu başarıların yanında sağ elinden sakatlanan
genç oyuncu 16 maç kaçırdı.
Sezonu 22.5 sayı (lig 12.si), 6.3 ribaund ve 4.8 asist ortalamaları ile
tamamlayan Kobe, playoff’larda da çok başarılı
maçlar çıkardı. İlk turda Sacramento karşısında 2. ve 4.
maçlarda 32, 3. maçta 35 sayı attı. Batı finalinde
Portland karşısında 5. maçta 33 sayı üretirken 6.
maçta 25 sayı, 11 ribaund, 7 asist, 4 blok ile tüm bu
kategorilerde sahanın en iyisi olarak Lakers’ı 9 yıl sonra NBA
Finaline taşıdı. Final serisinde rakip Indiana’ydı ve ilk
maçta 104-87’lik farklı skorda Kobe’nin 14 sayılık
bir katkısı oldu. Ama 2. maçın 9. dakikasında sakatlandı ve bir
daha oyuna dönemedi. 3. maçta da yer alamayan Kobe,
deplasmandaki 4. maçta 8’i uzatma bölümünde
28 sayı üretirken, 36 sayı, 21 ribaund ile oynayan O’Neal
ile birlikte bu kritik maçın kazanılmasında (120-118)
başroldeydi. Fakat 4. maçta uzatma bölümünde
bulduğu 8 sayıyı, 5. maçta 20/4 şut yüzdesi ile tüm
maç boyunca atabilince seri 6. maça uzadı.
6. maçın son periyoduna Lakers 85-79 geride girdi.
4’ü son 13 saniyede olmak üzere bu son periyotta 8 sayı
üreten Kobe maçı da 26 sayı, 10 ribaund ve 4 asist ile
tamamlayarak kariyerindeki ilk NBA şampiyonluğuna 22 yaşında ulaştı.
Bir çok NBA yıldızının tüm kariyerini bu uğurda harcadığını
ve bu yüzüğe sahip olamadan kariyerini noktaladığını
düşündükçe benliği ve egosu daha da
büyüdü.
ARTAN GERİLİME RAĞMEN GELEN 2. ŞAMPİYONLUK
2001 sezonu ile Kobe ile Shaq arasındaki gerginlik giderek arttı. Kobe,
basına Shaq ile maç içinde top bölüşmekten
bıktığını maç boyunca topların ona indirilmesinden sıkıldığını
söylüyordu. Shaq’ta daha fazla sessiz kalamadı ve
Kobe’nin elinde olsa maç boyunca tüm topları
kullanacağını, onun maçı kazanmak gibi bir düşüncesi
olmadığını tek amacının sayı ortalamasını yükselterek herkesten
üstün olduğunu göstermeye çalışan, egosu altında
ezilen ve sevilmeyen zengin bir züppe olduğunu söyledi.
Tüm bu atışmalar sezon boyunca devam etti. Ama bu tartışmaların
yanında, Aralık’ta 16 maçta 32.3 sayı ortalaması ile ayın
oyuncusu seçildi. Sezon boyunca 24 defa 30, 6 defa 40 sayı
barajını geçti. 2 kere triple-double, 8 kere double-double
gerçekleştirdi. 6 Aralıkta Golden State maçında 51 sayı
ile kariyer rekorunu kırdı. 8-18 Kasım tarihleri arasında oynanan 5
maçta ard arda 30 sayı barajını geçerken, 68 maçta
28.5 ortalama ile sayı krallığında lig genelinde 4. sırayı aldı. Sol
eli ve sağ ayak bileği sakatlıkları sebebi ile 14 maçta
oynamazken, 20 Aralıktaki Clippers maçında 2 teknik faulden
dolayı ilk defa oyundan atıldı.
Playoff’larda fırtına gibi esen Lakers takımı NBA Finaline kadar
Portland, Sacramento ve San Antonio engellerini yenilgisiz
geçti. Kobe özellikle Batı Finalinde San Antonio karşısında
çok başarılı maçlar çıkardı. İlk maçta
35/19 şut yüzdesi ile 45 sayı atarak kariyer Playoff rekorunu
kırarken, seriyi de 4 maçta 33.3 sayı, 7.0 ribaund ve 7.0 asist
ortalamaları ile tamamladı.
NBA Finalinde yeni rakip Philadelphia’ydi ve herkes
Lakers’dan yenilgisiz bir süpürme daha bekliyordu. 11
playoff maçını ard arda kazanarak bir NBA rekorunu egale eden
Lakers bir galibiyet daha aldığı taktirde rekoru geliştirecekti. Ama
San Antonio serisinin yıldızı Kobe uzatmaya giden ilk maçta
kendi seyircisinin önünde 52 dakika oyunda kalıp, 22/7 şut
yüzdesi ile sadece 15 sayı üretebilirken, 6 da top kaybı
yapınca Shaq’ın 44 sayı, 20 ribaund’luk performansına
rağmen gülen taraf 107-101’lik skorla Sixers oldu. Ligin bir
başka genç süper starı Iverson ilk raundu kazanan taraf
olmuştu. Bu şok yenilginin ardından 2. maçta 31, 3. maçta
32 sayı ile oynayan Kobe seride durumu 2-1’e getirdi. 4.
maçta düşük şut yüzdesine rağmen 19 sayı, 10
ribaund ve 9 asistlik performansının ardından, 5. maçta 26 sayı,
12 ribaund ve 6 asist ile oynayarak ilk maçtaki düşük
performansını unutturuyor ve ard arda 2. defa şampiyonluk kupasını
kaldırıyordu. Ama seride yine MVP ödülünü alan Shaq
olmuştu.
Ölü sezonda herkes Shaq ve Kobe ikilisinin arasındaki soğuk
savaşın büyüyeceğini ve belki de bu 2 oyuncudan birinin
takımdan ayrılacağını düşünüyordu. Ama böyle
olmadı. Bu 2 oyuncuda rota değiştirerek birbirlerini öven ve
yücelten demeçler vermeye başladı. Buna en çok
sevinen coach Jackson oldu. Çünkü yeni sezonda bu
süper ikilinin çok iyi anlaşmaları Lakers’a yeni
rekorlar getirebilirdi. Yaz boyunca Shaq, yeni sezonda Kobe’nin
MVP ödülüne ulaşacağını umduğunu söylerken,
Kobe’de Shaq’ın vazgeçilemez ve durdurulamaz bir
oyuncu olduğunu söylüyordu. Ve hatta bir makinenin dişlileri
gibi olduklarını ikisinin de görevlerinin farklı olduğunu ve
kazanmak için ne gerekiyorsa onu yapacaklarını
söylüyordu.
Bu olumlu gelişmeler sezonun ilk ayında kendini gösterdi ve Lakers
17 maçta 16 galibiyet alarak zirveye oturdu. Fakat daha sonra
istikrarsız ve isteksiz oyun Lakers’ın bu süper başlangıcını
gölgeledi ve ard arda alınan yenilgilerle ekip 3. Sıraya kadar
düştü. Kobe’de ligdeki ilk 5 yılında olmadığı kadar
sinirli, saldırgan bir yapıya bürünmüştü. Hem takım
arkadaşları ile hem de rakiplerle tartışıyordu. Shaq’ta kendine
yapılan sert faullere yumrukları ile karşılık verince Lakers başarılı
takım sıfatından olaylar takımı unvanını aldı.
NAZİK ÇOCUKTAN SALDIRGAN ADAMA GEÇİŞ
Artık aralarından su sızmayan ikiliden Shaq’ın Bryant’a
yaptığı bir muzurluktan bahsederek Kobe’nin tüm bu
başarılara rağmen son dönemlerdeki davranışlarındaki saldırgan
tavrı ve neden fazla sevilmediğini anlamaya çalışalım.
Mart ayının ilk günlerinde Shaq, soyunma odasında pakete sarılmış
bir şeyi Kobe’nin anı olarak imzalamasını isteyerek ona verdi.
Bryant paketi açınca aslında 5 gün evvel meşhur olan
kapışmasını yaptığı Indiana guard’ı Reggie Miller’ın
Bobble-Head bebeğini buldu. (Bobble-Head bebekler şu anda
Amerika’da çok moda olan ve ufak temaslarda bile deli gibi
sallanan büyük kafaları olan oyuncaklar) O anda kahkahalara
boğularak “Hey, bunun yüzünde çizikler var ve
hatta bir kaç tane ezik bile var” dedi.
Aslında son zamanlarda Bryant’ın davranış şekline bakarak eğer
oyuncağı parçalayıp kafasını bir sağ hook atışla fırlatsa
şaşırmamak gerekirdi. Belki hala espri yeteneğini korumasına rağmen
Kobe’de yeni beliren saldırgan davranışlar ortaya çıktı.
Bu sadece hakemlere aşırı derecede sıklıkla laf atması, sezonun daha
ilk ayında geçen sezonun tümünde aldığından çok
teknik faul alması, takım otobüsünde power forvet Samaki
Walker’ın söylediği küçük bir şey nedeni
ile ikisinin yumruk yumruğa kavga etmesi ve ardından Miller’la
ikisinin iki maç ceza almasına neden olan kavga değil. Aynı
zamanda saha dışında da daha sinirli davranışlarda bulunuyor. Eskiden
karşısına çıktığında her bakımdan üstün bir profil
çizmeye dikkat ettiği medya karşısında bile daha ahlaksız
konuşuyor. Konuşmalarını eskiden kullanmayacağı şekilde şiddet
referansları ile süslüyor, ne kadar rekabetçi bir
oyuncu olduğunu belirtirken “Senin kalbini sökmek
istiyorum” diyor ve tahminen biri kendisi olmak üzere diğeri
de Jordan’ı ima ederek ”Ligdeki sadece iki katilden biri
olduğunu” deklare ediyor. Dostu, düşmanı, taraftarı, herkes
ondaki değişimi fark etti ve hepsi aynı şeyi merak ediyor:
Kobe’nin nesi var?
Bryant, hiçbir problemi olmadığı konusunda ısrar ediyor ve
kavgalarına rağmen, performansı onu kurtarıyor. Mart ayı sonunda 25.3
sayı, 5.5 asist ve 5.6 ribaund ortalamaları ile Lakers’a Batıda
en iyi üçüncü konumu kazandıran 50-21’lik
duruma gelinmesinde Shaq ile birlikte başrollerde. Coach Phil Jackson,
Bryant’ı daha çok duygusal olan bir lider olması
için uyarmıştı ama bu kadar da duygusal değil. ”Onda başka
dereceye yönlenmesini istedim, agresif olmasını istiyoruz
düşmanlık yapıp kavga çıkartmasını değil” diyor
Jackson. Yeni “Huysuz” Kobe huysuzluğunu azaltmak isterken
bile kendisini belli ediyor. ”Bence herkes aşırı analiz yapıyor,
Medya durmadan bu Miller olayı üstünde konuşmaya devam ediyor
sanki biz kahrolası Mike Tyson ve Evander Holyfield‘ız. Bu
çok saçma! Alt tarafı biraz boğuştuk herifin kulağını
ısırıp koparmadım” diyor.
Peki Kobe’nin bu saldırgan tutumunun altında bir çok NBA
oyuncusundan ayıran imtiyazlı geçmişi söz konusu olabilir
mi? Çocukluğunun bir kısmını babası Joe’nun basketbol
oynadığı italya’da geri kalanını da Philadelphia‘nın ferah
Lower Merion semtinde geçirmiş olması şatafata düşkün
ve seçkin çevresi olan yılları geçmişinde
taşıması, kendisine göre çok daha az avantajla
büyümüş diğer NBA oyuncularının ona karşı olan
saygılarını kazanmasını zorlaştıran bir geçmiş. Kobe lige bir
sokak kredisi olmadan girdi ve sevilmemesindeki en büyük
neden belki de bu!. Şu anki patırtılı kavgaları, yeni modası olan
soyunma odasında rap çığırarak yürümesi bu saygıyı
kazanmak için bir çaba olabilir.
Rick Fox: “Eğer NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda
ya daha güçlü olursunuz ya da artık etrafta
olmazsınız!.”
Bryant’ın bir zor durumu da, onun halk tarafından sevilmesine
neden olan bazı özelliklerinin takım arkadaşları tarafından hanım
evladı olarak algılanmasına neden olabilmesi. Sevgi dolu, duyarlı,
çocuksu olmanın Kobe’yi ürün oyuncusuna
dönüştürmek isteyen firmalar için bir sakıncası
yok ama NBA’de hayatta kalabilmek için sınırlarınızı
zorlamanız gerekli. ”6 yıl evvel lige girdiği ilk andan itibaren,
Bryant‘a olan saldırının temeli şu hem fiziksel hem de zihinsel
olarak saldır. Eğer onun ruhuna işlerseniz ve maçı
kişiselleştirmesine neden olursanız bundan uzak dursanız iyi
olur” diyor ve ekliyor bir NBA gözlemcisi ”Oyuncular
eskiden vücut temasına girip onu itip kakarlardı ama şimdi daha
güçlü ve hakemler onu daha çok koruyorlar.
Dolayısıyla bunu ancak konuşarak onun kafasına girip
yapabilirsiniz.”
Peki ya rakipleri onun konsantrasyonunu sarsmaya çalıştıkları
zamanlarda ne söylüyorlar? 11 aylık karısı Vanessa hakkındaki
yorumlara karşı hassas olduğunu herkes biliyor. Çift hakkında
bir kaç TV ve radyo programına espri olmaktan çok daha
fazlası var. Nişanlandıkları zaman Vanessa’nın Huntinton Beach
Californiada Marina Lisesi son sınıf öğrencisiydi. Belki bu
yüzden oldukça gizli olarak hareket ediyorlardı. Karısı
maçlarda nadiren gözükür veya fotoğrafı
çekilir, Kobe de halkın karşısında nadiren onu tartışır. Bu
limitlerinin dışına ait bölge hakkında konuşmaya niyetlenen
rakipleri karşısında Kobe’den boşalan öfkeyi hayal etmek
güç olmasa gerek.
“23 yaşındayken 18 ya da 20 yaşında olduğu aynı insan olması onun
için pek mantıklı olmazdı, özellikle o yılları etrafta
kolej çocuğu olmak yerine erkek olmakla geçirmiş
biriyseniz” diyor takım arkadaşı Rick Fox ve ekliyor ”Eğer
NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda ya daha
güçlü olursunuz ya da artık etrafta olmazsınız.”

Bryant’taki değişiklik ayrıca daha çok bilinçli bir
seçim gibi gözüküyor. Uzun süreçte
onun için ne kadar iyi işleyeceği ise pek berrak değil. Hem
takım arkadaşları hem de kamuoyu onu zaten tatlı, duyarlı bir
genç adam olarak tanıyorlar ve bu gruplardan hiçbiri onu
kaçak numaralarla dövüşen sert bir adam olarak satın
almayı arzulamaz. Kavga etmek acaba rakiplerinin ona zalimce
davranmasını engelleyecek mi yoksa sadece onun sarsılabileceği ve
onların bunu daha sık denemesi gerektiği konusunda ikna edici mi
olacak? Bryant için tehlikeli olan şu an kendisini eğlenceli bir
yetenekken karanlık mutsuz bir stara dönüştüren Ken
Jefferey Jr’ın NBA versiyonuna dönüşme yolunda olması.
Yüzündeki öfke Allen Iverson veya Gary Payton
için işe yarayabilir ama Bryant doğal olarak nazik,
kötü yapısı olmayan biri. Eğer gerçekten imajını
yenilemeye kalkıyorsa çok geç olabilir.
Çünkü Onu seven sayısı zaten pek fazla değil!...
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:29 pm

MR. FUNDEMENTAL" TIM DUNCAN

(Bu yazı pivot dergisinin 50.sayısında yayınlanmıştır)

BASİT, SESSİZ, DERİNDEN VE ÖLDÜRÜCÜ: TIM DUNCAN

Tim Duncan; Patrick Ewing, Hakeem O'lajuwon ve David Robinson gibi
ustalardan sonra belki de pota altı hareketlerini en iyi bilen ve en
etkili kullanan uzun. Onun en büyük silahı "bilgi" ve o bu
oyunun aslında ne kadar basit olduğunun farkında. Bu yüzden
gösterişe kaçmadan olabildiğince sade oynamaya ve
basketbolun temel doğrularını sahaya yansıtmaya çalışıyor.
Aslında insanlar çoğu zaman onun ne kadar etkili bir oyuncu
olduğunu anlamakta zorlanıyor çünkü Tim Duncan, bazı
oyuncular gibi yaptığı her smaçtan veya bloktan sonra hoplayıp
zıplayıp çılgınlar gibi bağırmıyor, eşleştiği oyuncunun yanına
giderek onu aşağılamaya kalkmıyor ya da her ribaund mücadelesinde
çevresindeki oyuncuları gerekli gereksiz dirsek manyağı
yapmıyor. Tim'in önem verdiği şey kazanmak ve bunu yaparken de ne
kendisine olan ne de başkalarının ona karşı olan saygısını kaybetmek
istiyor. Kuşkusuz yetenekleri onu NBA'in en etkili oyuncularından biri
yapmakta. Ama bu sezon "Amiral" David Robinson'ın da basketbolu
bırakmasıyla artık omuzlarında çok ağır bir yük taşımak
zorunda kalacak: Liderlik!!..

Mutluluk nedir?? Yüzyıllar boyunca birçok filozofun
yanıtını bulmak için oldukça kafa patlattığı ama
neredeyse hepsinin farklı cevapladığı bir sorudur. Mesela Aristoteles'e
(Aman ha!! Sakın bizim iri cüsseli ve Çinlileri kızdırmakta
oldukça maharetli dostumuz "Big Aristotle" Shaq'le
karıştırmayın) göre mutluluk hayatın anlamıdır. Ünlü
Alman filozofu, üstadımız Nietzsche de mutluluğun kaynağının
insanın sahip olduğu güçle eşdeğer olduğunu ileri
sürmüştür. Eğer siz NBA'de 25 sayı atıp 10 ribaund
alacak veya 10 asist yapacak basketbol yeteneğine sahipseniz,
güç ve gücün beraberinde getirdiği otorite ve
para önünüze altın tepsiyle sunulmuş demektir. Bundan
sonra, artık önemli olan sizin bu gücü nasıl
kullanacağınızdır. Dilerseniz yüklü bir sözleşmeye imza
atar, her şeyden önce kendi istatistiklerinizi ve
istatistiklerinizin düşmesi halinde kaçırabileceğiniz bol
sıfırlı sponsorluk anlaşmalarını düşünürsünüz
ya da ne olursa olsun takımınızı ön planda tutarak önce
galibiyet için mücadele eder ve takım arkadaşlarınızın
gözünde karizmatik bir lider konumuna gelirsiniz. Karizma,
eski Yunanca'da "tanrı vergisi" anlamında kullanılan bir kelimedir yani
sosyoloji gurusu Max Weber'in de söylediği gibi liderlik doğuştan
gelir. Michael Jordan, Magic Johnson, Larry Bird, Isiah Thomas, Clyde
Drexler, Jason Kidd, Gary Payton, John Stockton, Kevin Garnett, Kobe
Bryant gibi oyuncuların hepsi liderdir. Ama kendi aralarında da temel
bir fark vardır. Kimi liderler Machiavelli'nin "İşler ahlaki yollardan
yürüyorsa oh ne ala ama sıkıştığın zaman kazanmak için
her türlü hile, düzenbazlık ve ahlaksızlığa
başvurabilirsin." prensibiyle sahada Trash-Talk'ın suyunu
çıkararak olayı iyice kişiselleştirip, isimlerinin
büyüklüğünden etkilenen hakemlerin de ses
çıkartmamasıyla dirsek veya yumruk atmak gibi pis yollara
başvurabilir. Kimi liderler ise daha farklı bir metod takip ederek
liderliklerini insanların kendilerine duyduğu saygıyla iyice
pekiştirir. İşte Tim Duncan da taraflı tarafsız herkesin saygı duyduğu
bir lider olmak yolunda çünkü Duncan, sahip olduğu
gücün farkında ve bildiği bir şey var: "Büyük
güç, beraberinde büyük sorumluluk gerektirir."
Adalardan bir yar gelir bizlere...
15. yüzyılın sonları, Kristof Kolomb en kestirme yoldan
Hindistan'a varma sevdasına kapılarak çıktığı deniz seferinde
kaza eseri yeni bir kıtaya ayak bastığını idrak etmek ile edememek
arasında bocalamakta ve her gördüğü Amerikan yerlisini
Hintli zannetmektedir. Bu sefer sırasında bir gün el değmemiş,
cenneti andıran güzellikte bir adalar topluluğu keşfeder ve onlara
Las Islas Virgenes adını verir. Yani Virgin Adaları... Avrupa
devletleri kolonizasyon yarışına girince Virgin Adaları da 17.
yüzyılda bu yarıştan nasibini alır ve Danimarka'nın
kontrolüne girer. Sam Amca'mın bölgeye gelişi ise 1917 yılına
rastlar. Amerika, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanların
adaları ele geçirip denizaltı savaşı için üs olarak
kullanabileceğinden çekindiği için 25 milyon $
karşılığında adaları Danimarka'dan satın alır. Çoğumuzun
bugüne kadar hiç duymadığı, Karaip Denizi'nde bulunan ve
sadece 100.000 kişinin yaşadığı bu küçük adalar
topluluğu son 25 yılda tüm dünyadaki haber ajansları
tarafından sadece üç olayla anıldı. Büyük
yıkımlara yol açan Hugo, Mariyln kasırgaları ile NBA'deki Tim
Duncan fırtınası...
Kasırgayla Değişen Hayat
Timothy Thedore Duncan, 25 Nisan 1976'da Wiiliam ve Delysia Duncan
çiftinin üçüncü çocuğu olarak
St.Croix-Virgin adalarında dünyaya geldi. Tim, çocukluk
yılları boyunca daha henüz 14 yaşındayken Seul Olimpiyatlarında
yarışan ablası Tricia'yı kendisine örnek aldı ve ablasının
başarılarına özenerek yüzmeye başladı. Hiç aksatmadan
her gün en az 6 saat havuzda çalışan Tim, kısa zamanda 50
ve 100 metre serbest stilde Virgin Adaları rekorlarını kırınca kendi
yaş grubunun adından en çok bahsedilen
yüzücülerinden biri haline geldi. Otoriteler Duncan'ın
gelecekte Amerika çapında önemli bir 400 metre
yüzücüsü olacağını düşünürken 1989
yılında meydana gelen Hugo Kasırgası, tüm adayla beraber
genç Duncan'ın hayatını da yerle bir etti. Kasırga Tim'in her
gün çalıştığı adadaki tek olimpiyat havuzu da dahil olmak
üzere bir çok binayı kullanılamaz hale getirince Tim, bir
süre denizde çalışmaya devam etti. Ama korsan filmlerinden
de rahatça hatırlayacağımız üzere Karaip Denizi'nde
köpek balıkları cirit atmaktadır. Bu yüzden de en
büyük korkusu olan köpekbalıkları nedeniyle yüzmeyi
bıraktı. Yalnız Hugo kasırgasının Duncan'ın hayatı üzerindeki
etkisi bu kadarla kalmaz. O dönemde Timothy'nin annesi
göğüs kanseriyle mücadele etmekte ve hastalığının
tedavisinde kemoterapi oldukça önem taşımaktadır. Ne var ki
kasırga bir çok binanın yanı sıra adadaki tüm
güç santrallerini de devre dışı bırakmıştır. Bu yüzden
tedavisine devam edemeyen Delysia Duncan daha fazla dayanamaz ve 1990
yılında amansız bir mücadeleye giriştiği kanser hastalığına yenik
düşer.
Arkabahçeden- Wake Forest'a: Kaderin Cilveleri
Hayat, 14 yaşındaki genç Tim Duncan için adeta bir kabusa
dönüşmüştü. Tim, adadaki havuzlar tamir edildikten
sonra bile asla eskisi kadar ciddi bir şekilde yüzmedi
çünkü yüzdüğü zaman annesi ve kasırga
sonrası yaşananlar aklına gelmekteydi. Çoğumuz, herhangi bir
nedenle, çok sevdiğimiz birisini ya da bir şeyi kaybettiğimiz
zaman onu hatırlatan her şeyden bir süreliğine uzaklaşma ihtiyacı
duyarız ve kendimizi tamamen yeni uğraşılara kanalize ederiz. O sırada
kaderin bir cilvesi olarak Tim'in karşısına da basketbol çıktı.
Duncan'ın ablalarından Cheryl, annesinin ölümünden sonra
kocasını da ikna ederek ailesine destek olmak amacıyla Ohio'dan adaya
geri dönmeye karar verdiğinde; yanında yüzmeyi bırakan
küçük kardeşi Timothy'i oyalamak için
küçük bir hediye getirir: Portatif bir basketbol
potası... 14 yaşına kadar hiç basketbol oynamayan Tim, bir anda
bu yeni "oyuncağını" çok sevdi. Vaktini sık sık arka
bahçede eski NCAA Divison III oyuncusu ve hediyenin "fikir
babası" olan eniştesi Rick Lowery ile bire bir maç yaparak
geçirmeye başladı. Lowery, NCAA'de guard oynadığı için o
zaman 1.80'lerde olan Tim'e guard hareketlerini nasıl yapması
gerektiğini öğretmişti (şu an bile arka bahçede yaptığı bu
temel top sürme ve pas verme antrenmanlarının Tim'in
fundementalının gelişimindeki etkisini fark edebilirsiniz) Sürekli
kısa oyuncu hareketlerini çalışan Duncan'ın boyu, St.Dunstan
Episcopal lisesinden mezun olduğunda artık hiç de kısa oyuncu
olarak oynamasına müsaade edecek cinsten değildi
çünkü Tim, lise birinci sınıftan mezun olduğu yıla
kadar yaklaşık 16-17 cm. uzamıştı.

"Chris'ten çıktıkları bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla
karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe
akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir velet var. Neredeyse
Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi
Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in
“evet” demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu."
Dave Odom-Eski Wake Forest Coach'u

Bildiğin Alonzo işte Yaw!!
Basketbol; önceleri Tim'in hayatındaki bir boşluğu doldurmak ve
keyif almak için başladığı bir hobiydi ama bu
büyülü spor, hiç tahmin etmediği bir anda bir kez
daha hayatının tümüyle değişmesine neden oldu. 1992 yılında
NBA'deki bir grup çaylak oyuncu, NBA'i tanıtmak ve insanlara
sevdirmek amacıyla Karaip adalarına ufak bir tura çıkmıştı. Ve
gittikleri her yerde gençlerle küçük
gösteri maçları düzenliyorlardı. Bu maçlardan
birinde oynayan Duncan'ın Alonzo Mourning gibi bir dev karşısından
ortaya koyduğu inanılmaz oyun, çaylaklar takımındaki (kısa bir
NBA kariyerinden sonra, ülkemizde Mavi Jeans Ortaköy de dahil
olmak üzere, Malaga, Aris, Le Mans ve Hapoel Tel Aviv gibi bir
çok Avrupa takımının formasını giyen) Chris King'in
oldukça ilgisini çekmişti. King eline geçen ilk
fırsatta kendisinden Karaip'lerde ufak çapta bir scouting
yapmasını rica eden Wake Forest'taki, eski antrenörü Dave
Odom'u aradı ve Duncan'dan bahsetti. Odom bu ilginç olayı
şöyle anlatıyor: "Chris'ten çıktığı bu tur sırasında
yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini
istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz
bir veled var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an
duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum.
Chris'in evet demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu."
Mourning'in ismini duyunca iştahı kabaran Odom ertesi gün
asistanlarından bu çocukla ilgili her şeyi olabildiği kadar
çabuk öğrenmelerini istedi. Ama Duncan'la ilgili duyumları
alan tek coach Odom değildi. Georgetown ve Providence gibi takımlar da
Duncan'ın peşine düşmüştü. Bu yüzden elini
çabuk tutan Odom, asistanların Duncan'ın adresini ve telefon
numarasını bulup kendisine getirmesinden bir iki gün sonra
St.Croix'e giderek Tim Duncan'la görüşüp ondan söz
aldı. Artık Duncan'ın hayatında yepyeni bir sayfa açılmıştı.

"31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci
bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister
maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini
izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez her
defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." Dave
Odom

Duncan-Dream Team'e karşı
Tim Duncan, ACC (Atlantic Coast Conference) liginin köklü ve
kuvvetli takımlarından Wake Forest'ın formasını giydiği ilk maçı
bir tek sayı bile atamadan tamamladı. Sonuçta Duncan, ne kadar
yetenekli olursa olsun doğru düzgün bir basketbol salonunun
bile olmadığı, basketbol kültürünün hiç
gelişmediği küçük bir adadan gelmekteydi. Bu
yüzden başta NCAA Division I seviyesinde mücadele etmeye
alışmakta biraz zorlansa da kısa zamanda double-double'lık klasik
performansını yakamaya başladı. Freshman sezonunda (1993-94) sahaya
çıktığı 33 maçın 32'sinde kendisine ilk beşte yer bulan
Duncan, ortalama olarak oyunda kaldığı 30.2 dakikada 9.8 sayı ve 9.6
ribaundla oynadı. Bu arada takımı Wake Forest da NCAA turnuvasına
katılma başarısını gösterdi ama Demon Deacons, daha ikinci turda
güçlü Kansas'a yenilerek turnuvaya veda edecekti
(69-5. Duncan, NCAA'deki ilk yılında kariyerinin geri kalanına kıyasla
oldukça sönük bir sezon geçirse de İyi Niyet
oyunlarına (Goodwill Games) katılacak Amerikan milli takımına
seçildi. Amerikan Goodwill Games takımı formasıyla Dream Team
II'ye karşı da mücadele eden Duncan, Shaq ve Mourning klasındaki
uzunlar karşısında verdiği ilk ciddi sınavda 8 sayı ve 5 ribaundla
oynayarak 18 yaşındaki bir oyuncu için gerçekten başarılı
oldu.
Tim, NCAA'deki ikinci yılında (sophomore season) oldukça
büyük bir gelişim göstererek ortalamalarını 16.8
sayı,12.5 ribaund'a yükseltti ve onun bu performansı sayesinde
Wake Forest Demon Deacons, Duke ve North Carolina gibi
güçlü takımlara rağmen ACC Turnuvası şampiyonluğuna
ulaştı. NCAA turnuvasında ise, Sweet16'e kadar gelmesine rağmen o yıl
Final Four'da mücadele edecek Oklohoma State'e 71-66 yenilerek bir
kez daha evinin yolunu tutmak zorunda kaldı. Duncan sayı ve ribaund
potansiyelinin yanında yaptığı inanılmaz bloklarla pota altını
rakipleri için adeta bir cehenneme çevirmesinin
semeresini NCAA yılın savunmacısı ödülüne ulaşarak da
fazlasıyla aldı.
Tim, NCAA'deki üçüncü (junior) yılında da
kendisini geliştirmeye devam ederek sayı ortalamasını 19.1'e
çıkardı. Basketbola geç başlamanın verdiği dezavantajı
inanılmaz derecede disiplinli ve sıkı çalışarak kapatan Duncan,
böylece NCAA'in neredeyse tartışmasız en iyi uzunu konumuna
gelmişti. Coach Odom, Duncan'ın ortaya koyduğu performansı,
çalışma disiplinini ve mücadeleci yapısını "31 yıllık
antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu
daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister
maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini
izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez; her
defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi."
sözleriyle oldukça iyi bir şekilde ifade etmekte.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:30 pm

"Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu
eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan
daha önemlidir." Tim Duncan

1995-96'da Tim takımını bir kez daha ACC Turnuvası'nda şampiyonluğa
taşırken ACC'de yılın oyuncusu ve NCAA yılın savunmacısı
ödüllerine de ulaşıyordu. Artık Tim, takımını NCAA
turnuvasında da Final Four'a taşımaya kararlıydı ama bu kez de Wake
Forest'ın karşısına -daha sonra şampiyon olacak- Kentucky
çıkınca 20 sayılık mağlubiyetin tesellisi Elit Eight'e kadar
yükselmekle sınırlı kalacaktı. 1996 yazında Tim bir kez daha milli
takımlara çağrılarak Dream Team III yıldızlarına karşı kendisini
deneme fırsatını yakaladı. Duncan bu kez pota altında Shaq, Hakeem
Olajuwon ve "Amiral" David Robinson üçlüsüyle
cebelleşirken sahadan 9 sayı ve 6 ribaundla ayrıldı. Artık Duncan'ın
bir sene daha NCAA'de oynamasına gerek yoktu çünkü
drafta katıldığı an birinci sıradan seçilmemesi draftın en
büyük sürprizi olacaktı. Ama Duncan herkesi şaşırtan bir
karar alarak üniversiteyi bitirip psikoloji diplomasını almaya
karar verdi. Her ne kadar önceleri Drafta erken katılmamasının
nedenini "Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim
var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı
şeyler paradan daha önemlidir." diye açıklasa da
gerçekte Tim'i drafta katılmaktan alıkoyan şey, ölmeden
önce annesine verdiği bir sözdü. Delysia Duncan'ın
çocukları için en büyük hayali hepsini
üniversite mezunu olarak görebilmekti. Bunu bilen
üç kardeş de ne pahasına olursa olsun üniversite
eğitimlerini tamamlamak için kendi kendilerine söz
verdiler. Sözünü sonuna kadar tutan Duncan, kolejdeki
son yılında 14.7 ribaund ortalamasını yakalayarak tüm NCAA
Division I oyuncuları arasında zirveye kuruldu. Buna ilaveten 20.8 sayı
ortalamasını da tutturunca NCAA'in en prestijli ödüllerinden
ikisi olan Wooden ve Naismith'in sahibini belirlemek de seçim
komiteleri için fazla zor olmadı. Duncan, Wake Forest'tan mezun
olduğunda NCAA tarihinde hem 2000 sayı+1500 ribaund toplamını
geçen on oyuncudan biri; hem de 1500 sayı, 1000 ribaund, 400
blok ve 200 asiste ulaşan da ilk oyuncu unvanını kazanıyordu. Ayrıca
yaptığı 431 blok onu ACC rekoruna taşıdı. (Bu kategoride NCAA genel
sıralamasında ise şu an Golden State'te oynayan Adonel Foyle'nın hemen
ardından ikinci sırada gelmekte.)
Duncan'ı Kapmak
98 Draftında Duncan'ın Utah'lı Keith Van Horn ile çekişmesi
beklense de kimse Van Horn'un Duncan'ı geride bırakarak birinci sıradan
seçileceğine inanmıyordu. (Tabii o zamanlar kimse 9.sırada
seçilen Tracy McGrady'inin de 30 sayı ortalamasıyla oynayacak
bir süper star olacağını da tahmin etmiyordu.) Sonuçta
biraz kader biraz şans Tim Duncan piyangosu San Antonio Spurs'ün
başına vurdu.
Spurs, NBA'e katıldığı 1976-1977 sezonundan beri playoff'larda olmasa
bile normal sezonlarda (regular season) NBA'in en başarılı
takımlarından biridir. Öyle ki Spurs, 26 sezon boyunca sadece 6
kez %50'lik galibiyet yüzdesinin altına indi. Talihin şu oyununa
bakın ki 1995-96'da Spurs, sezonu 59 galibiyet elde ederek %72'lik bir
yüzdeyle tamamlamıştı. 1996-97'de üst üste gelen
sakatlıklarla takım en büyük iki yıldızı "Amiral" David
Robinson ve Sean Elliott'ın yanında Chuck Person ve Charles Smith'ten
de tüm sezon boyunca hemen hemen hiç faydalanılamayınca
kaçınılmaz olarak Spurs ancak 20 galibiyet alabildi. Hoş bir
yerden sonra NBA'in en kötü takımı olarak Lottary'de
avantajlı konuma geçeceğiniz için yenilgiye pek ses
çıkartmazsınız hatta yenilmek öncelikli hedefiniz haline
bile gelebilir hele bir de işin ucunda Tim Duncan gibi bir yetenek
varsa!!..
İkiz Kuleler
Amerikan basketbol medyası 1980'lerde Houston'ın iki dev pota altı
oyuncusu Hakeem Olajuwon ve Ralph Sampson'a yakıştırmış olduğu ikiz
kuleler lakabını o kadar çok beğenmişti ki yetenek ve sahada
sergiledikleri performansla onlardan çok da aşağı kalmayan
Duncan ve Robinson ikilisi bir araya geldiğinde bu lakabı bir kez daha
kullanmakta tereddüt bile etmediler. Tabii Samuel Huntington'ın
Medeniyetlerin çatışması tezinin popülerleştiği 11
Eylül saldırılarından sonra kimse bu lakabı bir daha kullanmak
istemedi ama Amiral ve Duncan her zaman için ikiz kuleler olarak
hatırlanmaya devam edecek tıpkı Hakeem ve Sampson'ın da hatırlanacağı
gibi. Duncan ve yaşlı kurt Robinson'ın ne kadar etkili ve uyumlu bir
ikili olacağı beraber geçirdikleri ilk sezonda kendisini belli
etti. 4 numaraya kaydırılan Duncan, daha efektif olduğu bu pozisyonda
ligdeki hemen hemen tüm power forvetlerden daha uzun ve daha
hareketli olduğundan her takım Duncan'ı savunmakta önemli zaaflar
yaşadı. Duncan, bir çaylak için inanılmaz olarak
adlandırabileceğimiz 21.1 sayı, 11.9 ribaund, 2.7 asist ve 2.51 blok
ortalamalarını yakalayıp sezon boyunca her ay, “ayın rookie
oyuncusu” olarak sezon sonunda “yılın en iyi
çaylağı” ödülünü aldı hem de sezonun
sonunda All-NBA takımına seçilerek, 1979-80 sezonunda Larry
Bird'den bu yana çaylak sezonunda bu şerefe erişen ilk NBA
oyuncusu oldu. Ayrıca Duncan 57 double-double'la bu kategoride de NBA
lideriydi. Sonuçta San Antonio, o güne kadar bir NBA
takımının sezon içinde gösterdiği en büyük
yükselişi gerçekleştirerek önceki sezona kıyasla tam
36 galibiyet daha fazla aldı. Sıra playoff'lara geldiğinde Spurs, ilk
turda Suns'ı 3-1 ile kolay geçerken, ikinci turda
karşılaştıkları Malone&Stockton biraderlerin liderliğindeki Utah
Jazz, serinin ikinci maçında Duncan'ın da sakatlanması sonucu
Spurs'u ezip geçti.(4-1) Ama bu sadece şampiyonluğun bir yıl
için erteleneceği anlamına geliyordu.
NBA tarihinde şampiyon olan ilk eski ABA takımı, Spurs…
NBA ve oyuncular sendikası arasındaki sorunlar nedeniyle ligin
oldukça geç başladığı 1998-99 sezonunda Duncan'ın 21.7
sayı, 11.4 ribaund, 2.4 asist, 2.52 blok'luk performansı onu ikinci kez
üst üste All-NBA yaparken defansif performansıyla da NBA
All-defensive first team'e seçildi. Ayrıca 37 double-double'la
bir kez daha bu kategoride zirvede yer aldı. Şampiyonlukla
sonuçlanacak bu sezon aslında Spurs için o kadar da
parlak başlamadı ama takıma deneyimli veteran Mario Elie'nin katılımı,
böbreklerinden çok ciddi problemler yaşayan All-Star forvet
Sean Eliott'ın inanılmaz fedakarlığı, Avery Johnson'ın zekası ve Tim
Duncan'la David Robinson'ın mükemmel uyumu da eklenince 31-5'lik
bir seri yakalayan San Antonio, Play-off'larda fırtına gibi eserek
tarihindeki ilk şampiyonluğa ulaştı. Tim Duncan, New York Knicks
karşısındaki final serisinde 27.4 sayı,14.0 ribaund ve 2.2 blok
ortalamalarıyla takımını tarihindeki ilk NBA şampiyonluğuna ulaşmasında
en önemli rolü oynayan oyuncuydu. Bu şampiyonluğun bir başka
özelliği de Spurs, NBA'de şampiyon olan ilk eski ABA takımı
olmasıydı.
1999-00 sezonu ise Tim için oldukça iyi başlamasına
rağmen başladığı gibi bitmedi. Sayı ortalamasını 23.2'ye, ribaund
ortalamasını da 12.4'e çıkaran Tim Duncan, Cleaveland karşısında
17 sayı, 17 ribaund ve 11 asistlik bir oyun ortaya koyunca 1994'te
David Robinson'dan sonra triple-double yapan ilk Spurs oyuncusu
oluyordu. Ayrıca All-Star maçındaki 24 sayısı ve 14 ribaundu
sayesinde All-Star MVP ödülünü Shaq ile beraber
paylaştı ve adet edindiği üzere bir kez daha All-NBA ve
All-Defensive takımlarına seçildi. MVP oylamasını ise 5. sırada
bitirdi. Ama ligin sonunda Sacramento karşısında sakatlanınca ligin
geriye kalan birkaç maçını ve playoff'ları
kaçırdı.
2000-01 sezonunda San Antonio Spurs ligin en çok galibiyet elde
eden takımı olurken (5 Tim Duncan da bir yıl önce Shaquille
O'Neil'a kaptırdığı double-double krallığını geri alıyordu (66).
Oynadığı 82 maçın 81'inde çift haneleri sayılara ulaşan
Duncan, 52 kez 20'li, 10 kez de 30'lu sayıların üzerinde skor
üretti ve her zamanki gibi adını All-NBA ve All-Defensive team'e
yazdırdı. (22.2 sayı,12.2 ribaund, 3.0 asist ve 2.34 blok) Spurs'un son
12 yılında çıktığı 11. playoff yolculuğunun ilk turunda Spurs,
Minesota'yı 3-1, ikinci turda ise Dallas Mavericks'i 4-1 ile rahat
geçerken tekrardan yeşeren şampiyonluk umutları LA Lakers
önünde süpürülerek son buldu (4-0).
2001-2002 sezonunda San Antonio'nun yine bir parlak normal sezon ve
kötü biten playoff macerasına daha şahit olduk. Spurs, 58
galibiyet 24 mağlubiyet alırken Duncan oyununu bir üst seviyeye
çıkartmayı başararak 5.profesyonel sezonunda lig MVP'si
ödülüne ulaştı. (25.5 sayı, 12.7 ribaund, 3.7 asist ve
2.48 blok) 70 maçta Spurs'un skor yükünü
çeken Duncan, 69 maçta da takımın en çok ribaund
alan ismi oluyor ve bir kez daha kendisine All-NBA ve All-Defensive
takımlarında yer buluyordu. Ayrıca Kareem Abdül-Jabbar, Patrick
Ewing, Hakeem Olajuwon ve Shaquille O'Neil'dan sonra sayı, ribaund ve
blok kategorilerin her birinde ilk beş sırada bulunan 5.NBA oyuncusu
olarak ismini rekor kitaplarına yazdırırken bir sezonda 2000 sayı, 1000
ribaund barajını geçen 14. NBA oyuncusu oluyordu. Tabi birde Bob
Mc Adoo'dan sonra ilk kez double-double'larda 4 kez ligi zirvede
tamamlayan forvet oyuncusu unvanını alıyordu. Playoff'ta ise San
Antonio, Seattle Super Sonics karşısında oldukça zorlanırken
çaylak Fransız guard, Tony Parker'ın inanılmaz oyunuyla turu
geçmesini bildi. İkinci turda bir yıl önce elendikleri
Lakers'la karşılaşan Spurs, bu kez de Lakers karşısında fazla bir
varlık gösteremeyerek 4-1 elenmekten kurtulamadı. Bu arada Tim,
kolejden beri beraber olduğu ve eskiden Wake Forest'ın da
cheerleader'larından biri olan Amy ile dünya evine girdi.

"Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza, zaten
gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Charles Barkley

San Antonio Spurs, bugünlerde önemli bir değişim süreci
içinde. Şu anda şampiyon kadronun ilk beşinden geriye kalan
sadece iki oyuncu bulunmakta.(Duncan&Robinson) Bu yüzden son
iki sezonda Duncan takımdaki liderliği oldukça belirgin bir
şekilde devraldı. Mesela geçtiğimiz yıl bir Minnesota
maçında Kevin Garnett trash-talk'la Duncan'ı sindirmeye
çalışınca Duncan, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde
KG ye karşılık verdi ve olay her iki oyuncunun da diskalifiye
edilmesiyle sonuçlandı. Bu konuda son günlerde dili iyice
uzayıp önüne gelen oyuncuya sataşan ve en sonunda da
mecburen, benim tabirime göre, bir eşek ile yaşayabileceği en
ilginç tecrübeyi yaşayan Charles Barkley, şu yorumda
bulunmuştu: "Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk
yapmanıza zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Houston
coach'u Rudy Tomjanovic ise Duncan'ın bu tür hilelerle
durdurulamayacağını belirterek ekliyor: "Duncan kesinlikle durdurulması
mümkün olmayan bir oyuncu sizin yapabileceğiz tek şey onun
veya pas vereceği oyuncunun şutunu kaçırması için dua
etmek olabilir." Duncan ise hayat ve basketbol felsefesini şu
sözlerle açıklıyor: "Hiçbir zaman havalı
gözükmeye çalışmadım. Böyle şeyler yapmaya
çalıştığımda kendimi küçük
düşürdüğümü düşünüyorum. Şu
yaşıma kadar öğrendim ki eğer çok yüksekten
uçup ayaklarınızı yere basmazsanız ya da durum
kötüleştiğinde bunalıma girecek hale gelirseniz yine de
kendinizi bir şekilde dengede tutmak zorundasınız. Ben bunu yapmaya,
rahat olmaya çalışıyorum. Benim için son moda giyinmek
önemli değil. Kıyafetimin rahat olması önemli. Olduğu kişiden
başkası olmaya çalışmak veya bunun nasıl bir duygu olacağını
denemek istemiyorum. Benim istediğim tek şey görevimi yapıp
takımım için üretken bir oyuncu olmak. Bazı insanların
benim için aşırı sakin veya tepkisiz demesi umurumda değil
aslından bu tür sözleri kendim için bir iltifat olarak
kabul ediyorum. David bana bir lider ve winner olmak konusunda
çok şey öğretti. Ama aynı zamanda bunları yaparken gururumu
ve onurumu korumam gerektiğini de öğrendim."
Bu sezon Amiral Robinson'ın son sezonu, hatta belki free agent olacak
Tim Duncan'ın da Spurs'teki son sezonu olabilir ama çoğu kişi
gibi ben de Tim'in çok mutlu olduğu San Antonio'dan kolay kolay
kopabileceğini sanmıyorum tıpkı Jason Kidd'in kendi yarattığı Nets
fenomeninden kopamayacağını düşündüğüm gibi. Yine
de kuşkusuz GM'ler bu yaz Payton, Stackhouse, Olowokandi, Kidd ve
Duncan gibi serbest kalacak yıldız oyuncular için kıyasıya bir
yarışa girişecekler. Artık kimlerin takım değiştireceğini ölü
sezonda göreceğiz ama sezon sonunda değişmeyecek bir şey var ki, o
da Tim Duncan’ın muazzam istatistikleri ile All-NBA ve
All-Defensive takımlarında bir kez daha yer alacağı…
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:31 pm

(Bu yazı pivot dergisinin 45.sayısında yayınlanmıştır.)

“ONLY GOD CAN JUDGE ME”
(BENİ SADECE TANRI YARGILAYABİLİR)

KRALLARIN BEYNİ; MIKE BIBBY “DIME” # 10

Yıl 1997, 14-15 yaşlarındayım. Odamın duvarlarının boydan boya NBA
yıldızlarının posterleri ile kaplayarak annemi çıldırttığım, her
yerde Fleer koleksiyon kartlarını fellik fellik aradığım yıllar. O
sıralarda da Harun, Orhun ve Naumoski’yle yeşermiş basketbol
sevgim giderek NBA’e kanalize olmakta. Ama bir gün evde
televizyon seyrederken tuhaf bir basketbol maçına şahit
oluyorum. Takımlardan biri sürekli koşuyor, pres yapıyor, fast
break atıyor, üst üste gelen smaçlar ardından
üçlük bombardımanları. NBA’de bile bu hızda
basketbol görmediğim için duraklıyorum ve takımın point
guardına içimden helal olsun buna can dayanmaz diye
geçiriyorum ve takımın ismini merak ediyorum. Allah’tan
spiker bir süre sonra isteğimi kırmayıp: “Arizona farkı 20
sayıya çıkarttı” diyerek beni rahatlatıyor. Ama bu sefer
de aklıma bu mükemmel oyun kurucunun kim olduğu takılıyor işte tam
o sırada da yapılan bir faul imdadıma yetişiyor: Mike Bibby...

KRALLARIN BEYNİ, JASON KIDD’İN VARİSİ Mİ?
Basketbolda benim çok beğendiğim bir söz vardır: “Bir
takım sahada oyun kurucusu kadar konuşur” Kimi yazarların bu
tür sözleri fazlasıyla klişe ve klasik bulmalarına rağmen
bence doğruluğu kesinlikle tartışılmayacak bir ifade.
Çünkü iyi bir oyun kurucu gerçekten takımının
çehresini bir anda değiştirebilir. Jason Kidd ve New Jersey Nets
örneğinden yola çıkarsak yıllarca NBA’in vasat
takımlarından biri olan Nets, Kidd’in gelişi ile beraber vites
atlamak bir yana adeta turbolarını çalıştırarak NBA finaline
kadar ulaştı. Triple-double canavarı sayın abimiz, sanırım siz de bana
katılacaksınız ki, şu an NBA’in tartışmasız en önemli point
guard’ı. Dallas’taki 3 J’li (Jason Kidd, Jim Jackson,
Jamaal Mashburn) günlerden beri sürekli kendisini geliştiren
Kidd, önce Suns’ta gerçek performansını
gösterdi, sonra da New Jersey’de MVP adayı bir oyuncu
olduğunu herkese kanıtladı. Maalesef takım arkadaşları onu
Kobe&Shaq biraderler karşısında yalnız bırakınca 2002 NBA
finallerinde şampiyonluğa ulaşan taraf, 4-0’la başını hiç
ağrıtmadan Nets’i süpürüp geçen, Los
Angeles Lakers oluyordu. Jason ve arkadaşları bu iş için yeterli
olmasa da Kidd’e benzer ekolde basketbol oynayan genç bir
oyuncu kurucu ve onun takımı konferans finalinde Lakers’ın canını
bayağı sıktı: Mike Bibby ve Sacramento Kings!!

BABA-OĞUL VE KUTSAL OYUN
Evvel zaman içinde Henry Bibby adında bir oyuncu varmış. John
Wooden’ın efsane UCLA’inin yıldız guard’ı olan bu
çocuk, gün gelmiş NBA’e seçilmiş. 1973
Şampiyonu New York Knicks’le geçirdiği çaylak
sezonunda gel zaman git zaman bir maç sonrasında Virginia isimli
Trinidad’lı güzel bir bayan görmüş ve
görür görmez ona aşık olmuş. Henry ile Virginia
çok geçmeden evlenmiş. Çiftin dört
çocuğu olmuş. Hep beraber sıcak sevgi dolu evlerinde sonsuza
kadar mutlu yaşamışlar. Gökten iki elma ve bir basketbol topu
düşmüş. Evin küçük oğlu topu kapmış ve
driplinge başlamış. Onu keşfeden scoutlar sayesinde de çocuk
kapağı NBA’e atmış. Ne yazık ki bizim gerçek hikayemiz bu
kadar pembe değil. Hatta biraz sonra bir baba ile oğlun
düşebileceği en üzücü durumlardan birini
okuyacaksınız.

“Benim hayatımda bana babalık yapmamış birine yer yok ne kadar ünlü olursa olsun.” M.B

Yoğun maç temposu ve takımların yaptığı takaslar
yüzünden Henry Bibby de çoğu oyuncu gibi şehir şehir
dolaşmak zorunda kalır. Bibby önce çaylak sezonunda
Knicks’te şampiyonluk kazanır. (NBA kariyer ortalamaları 8.6 sayı
ve 3. 4 asist) Oradan şu anın Utah’ı bir zamanların ise New
Orleans’ı olan Jazz’e gider. Bir sonraki durak ise 2 kez
NBA finali oynayacağı Philadelphia 76’ers dır. Ardından NBA, CBA
dolaşır durur. Ta ki 1980’de ailesiyle beraber Arizona’ya
yerleşene kadar. Bu tercihlerindeki en önemli etken
Virginia’nın annesinin sağlık sebepleri dolayısıyla
Arizona’da tedavi görmek zorunda olmasıdır. Oyunculuğu
döneminde NCAA, NBA ve CBA şampiyonluğu yaşayan yegane isim olan
Henry Bibby, Arizona’da öncelikle birkaç minikler
ligi takımı çalıştırarak antrenörlüğe adım adar. Daha
sonra ise kendisine Arizona State Üniversitesi’nde asistan
coach olarak iş bulur. Skandallar eyaleti Arizona’da 1985 yılında
meydana gelen ve takımı karıştıran bazı olaylardan sonra Bibby
istifasını verir. Hatırlayacaksınız ki Arizona State, 1997 yılında da
iki oyuncusunun kendi maçlarının skorları için 250.000
$‘lık bahis oynadıkları yolunda ortaya atılan skandalla
sarsılmıştı. Henry Bibby Arizona State’ten ayrıldıktan sonra
kendisine genelde CBA takımlarında iş bulur. Sırasıyla Baltimore,
Maryland, Savannah, Georgia, Tulsa, Oklohoma’da
çalıştıktan sonra Venezuella’ya antrenörlük
yapmak üzere gider. Bu sırada sizin de tahmin edebileceğiniz gibi
karısı ile ilişkisi iyice bozulmuştur. Çocuklarını görmek
için eve yaptığı ziyaretler de gittikçe azalır ve en
sonunda yılda sadece ikiye ya da üçe düşer.

“Beni elimden tutup antrenmanlara götüren ya da
istemediğim halde ipe tırmanmam için beni zorlayan annemdi bir
başkası değil!” M.B

13 Mayıs 1978’de Bibby ailesinin üçüncü
çocuğu olarak dünyaya gelen Michael (Mike), çocukluk
ve ergenlik yıllarının büyük bir kısmını babasız
geçirir. Doğum günlerinde, yılbaşlarında, şükran
günlerinde yani bir çocuğun babasının yanında olmasını
bekleyeceği çoğu zamanda Henry, çeşitli bahaneler
dolayısıyla ortada yoktur. Dört kardeş de babalarından gelen
kartlar, ufak hediyeler ve telefon konuşmaları ile kendilerini avutmak
zorunda kalır. Kardeşler içinde belki de babasıyla ilişkisi en
kötü olan ise Mike’tır. Kendisini, kardeşlerini ve
annesini öylece bırakıp gittiği için babasına neredeyse
nefrete dönüşen bir öfke duyar. Mike’ın gelişimi
sırasında babasının yapması gereken vazifeleri bir noktaya kadar en
büyük kardeşi Dane üstlenir. Zaten Mike oğlunun ismini
de bu yüzden Michael Dane koyacaktır. Bu sırada
küçük Mike, ağabeyleriyle arka bahçede
oynayarak başladığı basketbolda bir anda eyaletin en çok gelecek
vadeden yıldız adayı haline dönüşür. Özellikle
Shadow Montain Lisesi’nde geçirdiği son sezonunda 34.0
sayı ortalaması tutturup takımını da eyalet şampiyonluğuna ulaştırınca
yıldızı iyice parlar. Lisede 3 kez Arizona Eyaleti yılın en iyi
oyuncusu seçilmesini bir tarafa bırakırsak Mike, attığı 3002
sayıyla da hala kırılamayan bir rekora sahip bulunmakta. Haliyle
böylesine parlak bir performans sayesinde her yıl geleneksel
olarak düzenlenen ve Amerika’nın en iyi lise oyuncularını
bir araya getiren Mc Donald’s All American maçına davet
edilir.
Aslında Mike’ın ailesine baktığımızda basketbolun genlerine
işlemiş olduğunu düşünmemek elde değil. Babasının kariyeri
ortada, Amcası Jim de lisede başarılı bir oyuncuydu ama onun başarısını
sadece genlere bağlamak da biraz yanlış olur. Çünkü
annesi Virginia’nın da Mike’a öğrettiği ve onun
liderlik yeteneklerinin gelişmesin de çok önemli yer tutan
bir sözü vardır: “Her zaman önce zekana güven
ve aklını kullan.”

“Bir ara kontrol edemediğim tuhaf bir öfkeye sahiptim.
Herkesle ama herkesle dalaşıyordum. Oyuncularla, coach’larla,
rakip takımın bench’i ile tribündeki seyircilerle yani
salondaki herkes bir şekilde benden nasibini alıyordu.” M.B.

MİCHAEL TİTRE VE KENDİNE GEL!!
Mike büyüdükçe babasına karşı olan öfkesi
öylesine bilenmiştir ki artık babası evi aradığı zaman
kardeşlerine evde yok dedirtir, babasının kendisine yazdığı
hiçbir karta ya da mektuba cevap vermez.
Bu öfkesini kontrol etmekte artık o kadar zorlanıyordur ki Bibby sahada bile agresif davranışlar sergiler:
“Bir ara kontrol edemediğim tuhaf bir öfkeye sahiptim.
Herkesle ama herkesle dalaşıyordum. Oyuncularla, coach’larla,
rakip takımın bench’i ile tribündeki seyircilerle yani
salondaki herkes bir şekilde benden nasibini alıyordu. Tabii ki biraz
itiş kakış oldu ama hiçbir zaman kimseyle kavga etmedim. Sonra
bir gün annem beni kenara çekti ve azarlamaya başladı:
{Michael sen ne yaptığını zannediyorsun?? Sahada laf atmadığın adam
yok!! Bundan sonra çeneni kapat ve adam gibi oyununu oyna!!}
diye beni bir güzel fırçaladı o günden sonra da sahada
Trash Talk hiç yapmadım.”
Tam bu dönemlerde Henry Bibby Univesity Of Southern
California’nın başına getirilir (USC). Oğlu Mike belki de
kendisinden bile iyi bir point guard olmuştur. Bu yüzden Mike
liseden mezun olduğu zaman Henry ona USC’den burs sağlayarak bir
taşla iki kuş vurmak ister. Hem iyi bir oyun kurucuya sahip olacaktır
hem de oğluyla ilişkilerini düzeltme fırsatı doğacaktır. Henry
oğluyla konuşmaya gider, ona baba-oğul çok iyi bir ikili
olabileceklerini ve bazı şeyleri düzeltebilecekleri söyler.
Mike’ın Henry’e bir baba olarak saygı duymamasını saymazsak
bile Henry Bibby coach olarak aşırı disiplinli olması ile
ünlüdür. Kısa bir süre düşündükten
sonra babasına kesin cevabını verir: “Teşekkür ederim ama
olmaz!!” Mike, Arizona Üniversitesi’nden çok
cazip bir burs teklifi almıştır. Bu sayede hem ailesinden
uzaklaşmayacak hem de NCAA tarihinin en iyi 10 antrenöründen
biri olan Lute Olson gibi deneyimli hem de point guard yetiştirmesi ile
ünlü kurt bir hocayla beraber çalışarak kendisini
geliştirebilecektir.

BİBBY-BİBBY’E KARŞI
Mike babasının teklifini reddedip Arizona’nın bursunu kabul
etmekle sadece USC’yi iyi bir oyun kurucudan mahrum etmekle
kalmamıştı, artık Mike ACC’den sonra en güçlü
NCAA ligi olan Pac-10’de USC Trojans’ın ezeli rakiplerinden
Arizona Wildcats formasıyla babasına karşı mücadele edecektir.
Herkesin beklediği de gerçekleşir Mike, USC’ye karşı
oynadığı maçlarda olayı bir gurur meselesine
dönüştürerek sahada babasının canını en çok yakan
oyunculardan biri olur. Arizona’nın USC deplasmanlarından birinde
Mike, Offspring ve Greenday gibi grupların vatanı, Punk’ın
başkenti Orange Country-California’dan gelen muhabirlerle yaptığı
röportaj sırasında söyle der: “Biliyorsunuz annem babam
gibi ünlü biri değil. Ama her defasında biri “Mike
Bibby var ya, hani şu Henry Bibby’ni oğlu” dediğinde keşke
insanlar: “Mike Bibby, Virginia Bibby’nin oğlu”
deseler diye içimden geçiriyorum. Benim her maçımı
hem de hiç kaçırmadan seyretmeye gelen annem. Benim şu an
burada olmamın nedeni de annem. Babam değil!! Ben işte buyum artık
değişemem.” Oğlunun bu söyledikleri kendisine iletilince
Henry Bibby de şu cevabı verir: “Bana oğlumla ilgili soru
sormayın, duyduğunuz her şey tek taraflı. Ailemizin kirli
çamaşırlarını tüm medyanın karşısında ortaya dökecek
değilim.” Herhalde bir baba-oğul ilişkisi ancak bu kadar
“ayvayı” yiyebilir.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:32 pm

Bir Lute Olson Klasiği: Çabuk hücum, baskılı sert savunma,
rakip yarı sahayı geçerken rakibe kurulan tuzaklar ve ardından
bolca gelen fast breakler…

MAHŞERİN ATLILARI: MİLES SİMON&MİKE BİBBY
NCAA’de bazı coach’lar freshman oyuncuları özellikle
de oyun kurucu olarak oynuyorlarsa ilk yıllarında tecrübeli
guard’ların arkasında bekletmeyi tercih ederler. Ama Lute Olson,
Bibby’i ilk seyrettiği andan itibaren bu çocuğun
potansiyelinin farkındaydı. Zaten kafasında planlayıp sahaya yansıtmak
istediği oyun tarzında Bibby kilit bir noktadaydı. Bibby’i
Kentucky’e getirtmeye çalışan zamanın Kentucky
antrenörü Rick Pitino, Bibby’nin oyununu şu şekilde
değerlendiriyor: “Bazı birinci sınıf oyuncuları kolejde ilk
maçlarına çıktıklarında bile öyle oynarlar ki onlara
çaylak ya da acemi demeye diliniz varmaz. İşte Mike da onlardan
biri. Fevkalade bir oyuncu, sadece fiziksel olarak değil beyninde de bu
oyunu çok iyi oynuyor. Fikrimi sorarsanız ben bir NBA yıldız
adayı görüyorum. Onu mükemmel bir gelecek bekliyor. Beni
çok etkiledi. Arizona böyle bir guard’a sahip olduğu
için çok şanslı. Keşke Arizona yerine bizi tercih
etseydi.” Mike hakikaten Pitino’yu haksız çıkartmadı
ve çaylak sezonunda ortalığı toz duman etti. Özellikle
Olson’ın istediği oyun tarzına tam olarak uyuyordu. Çabuk
hücum, baskılı sert savunma, rakip yarı sahayı geçerken
rakibe kurulan tuzaklar ve ardından bolca gelen fast breakler. Open
Court hücum etmeyi çok iyi beceren guardlar ve ileri
çabuk koşan uzunlar sayesinde Arizona, NCAA tarihinin en
çok seyir zevki veren basketbollarından birini oynamaktaydı.
Mahşerin atlıları: iki deli fişek, Miles Simon ve Mike Bibby, bu
ikiliyi benchten mükemmel destekleyen ama sahada rakibinden
çok batıl inançlara yenilen çaylak Jason Terry,
(Şu an Atlanta’da oynayan bu abimizin öyle tuhaf
ritüelleri var ki; mesela maçtan evvel rakip takımın
şortuyla ısınmaya çıkar ya da uğurlu gelen marka
çorapları olmadan şut atamayacağına inanır.)
Galatasaray’dan da hatırlayacağımız atletik forvet Benneth
Davison, süper skorer Michael Dickerson (Memphis Grizzlies) ve A.j
Bramlet gibi fiziksel yetenekleri üst düzeyde, çabuk
oyunculardan oluşan kadrosuyla Arizona 1996-97 sezonunda fırtına gibi
esti. Önüne geleni deviren “Vahşi kediler”, Bibby
ve Simon ikilisinin liderliğinde önce Elit Eight’te Paul
Pierce ve Raef La Frentz’in Kansas’ını 85-82’lik
skorla saf dışı ederek final-four’a kaldı. Bibby ve Simon
ikilisinin sıradaki kurbanı Vince Carter ve Antawn Jamison olacaktı.
Simon, North Carolina coach’u Dean Smith’e kendisine burs
vermediği için öfkeliydi ve bu sayede intikamını da bir
nevi almış oluyordu. Arizona takımı iki guardı üzerine kurduğu ve
onlarla klasikleşen ön alanda baskı kur, top çal, fast
break at tarzı oyunu ile Tar Heels’ı tam 17 top kaybına zorlar.
A.j Bramlett içerde Vince ve çetesini blok manyağı
yaparken Bibby, topu olabildiği kadar çabuk karşı tarafa
geçirerek takımın top kayıpları yapmasını engellemekte, skor
yükünü ise yine takımın muhteşem guard ikilisi Bibby ve
Simon sürüklemekteydi. Zaten 1997 NCAA turnuvasında Arizona
takımının skor gücüne baktığınız zaman takımın bulduğu
sayıların büyük bir kısmını Bibby-Simon ikilisinin attığı
görürsünüz. Bibby, North Carolina maçında
potalara 20 sayı bırakırken aldığı 7 ribaund, 4 asist ve 3 top
çalmayla galibiyette baş rolü üstlenen isim oluyordu.
Kankası Simon da rakibi sayı bombardımanına tutarak istatistik kağıdına
tam 24 sayı yazdırmıştı. Finaldeki rakip ise Rick Pitino’nun Ron
Mercer’lı ve Nazr Muhammed’li Kentucky’siydi. İşte
şimdi sıra Pitino’yu Bibby konusunda haklı çıkarmaya
gelmişti. İnanılmaz tempoda oynanan maçta Arizona, bilinen
oyununu daha da sertleştirirken final oynamanın stresiyle biraz da
paniğe kapılıyordu. Sahalarından çabuk top çıkartalım
derken yapılan hatalar kendi potalarına sayı olarak geri dönmesine
rağmen Arizona da yaptığı savunma ve kaptığı toplarla rakibi aynı
şekilde cezalandırmaktaydı. Olson ve Pitino’nun taktik savaşında
maçın normal süresinde iki taraf da yenişememişti (74-74).
Uzatmalarda ise gülen taraf Arizona olacaktı (84-79). Simon 30
sayı atarak tamamladığı bu maçta, sahada yapması gereken her
şeyi yaparak belki de kariyerinin en iyi performansını ortaya koyuyor
ve haliyle de MVP ödülüne ulaşıyordu. Bibby ise 19 sayı
bulmasının yanında 7 ribaund, 4 asist ve 3 top çalmalık
performansıyla izleyenleri büyülemişti. Böylelikle Bibby
turnuvada 18.0 sayı, 4.8 ribaund ve 3.3 asist ortalamalarına ulaşarak
freshman bir oyuncunun takımına ne denli büyük bir katkı
sağlayabileceğini gösteriyor ve sezon istatistikleriyle (13.5
sayı, 5.2 asist ve 3.2 ribaund) de haklı olarak Pac-10 Freshman of the
Year seçiliyordu. Bibby ve “Vahşi Kediler” 97-98
sezonuna da hızlı girmesine rağmen, bu kez Elit Eight’le yetinmek
zorunda kalacaktı. Bibby ise ortalamalarını daha da arttırarak (17.2
sayı, 5.7 asist ve 3.0 ribaund) bu kez Wooden ödülüne
gözünü dikmişti ama oylamada 3. olarak ancak Pac-10
yılın oyuncusu ödülüyle avunacaktı.

HAYALLERDEN GERÇEĞE
Mike çevresinin de telkiniyle artık NCAA’de yapabileceği
her şeyi gerçekleştirdiğine ve artık hazır olduğuna inanmaya
başlamıştı. Annesine bu düşüncelerini açtıktan sonra
annesi biraz duraksar ve bu kararı Olson’la beraber alması
gerektiğini söyler. Çünkü oğlunun fazla aceleci
davranacağından endişelidir. Olson genelde oyuncularının ve
özellikle de oyun kurucularının erken profesyonel olmasına sıcak
bakmaz ama Bibby gerçekten NBA’e hazırdır ve Olson
dayanamayarak NBA Draftlarına katılması gerektiğini söyler.
Olson’ın Arizona kariyerinde Brian Williams’tan sonra erken
profesyonel olan ilk oyuncusunun Bibby olduğunu söylersem
Olson’ın bu tutumunda ciddi olduğunu sanırım hepimiz
görebiliriz. Üstelik Olson’ın geçtiğimiz yıl
Jason Gardner’ı takımda tutmak için yaptıklarını da
biliyoruz. Hatta kimi iddialara göre Olson’ın scoutlara para
vermiş ve bu scout’lar yaz liginde oynayan Gardner’a
bilinçli olarak ilk turda seçilemeyeceğini sızdırmıştır.
Sonuçta Bibby biricik annesi Virginia ve Coach Olson’ın da
katılacağı bir basın toplantısı düzenler. Öncelikle
Olson’a üzerindeki emekleri için teşekkür
ettikten sonra toplantının gerçek nedenini açıklar:
“Çocukken iki rüyam vardı. Birincisi NCAA şampiyonu
olmak. İkincisi ise NBA’de oynamak. İlkini gerçekleştirdim
sanırım sıra artık ikincisine geldi.” Basın toplantının sonunda
Lute Olson şöyle der: “Bu çocukla ilgili en
çok özleyeceğim şey onunla saha dışındaki ilişkimiz olacak.
O, olağanüstü bir genç. Ahlaki değerlere önem
veriyor. NBA için gereken her şeye sahip üstelik herkesin
tanıdığı biri olmasına rağmen hala arkadaşlarıyla Burger King’e
gidip takılıyor. Şöhret bu çocuğu bozamaz. Onun gibi bir
oyun kurucuyla iki yıl beraber çalışmış olmaktan dolayı gurur
duyuyorum.”

Scoutların da Mike hakkındaki raporları oldukça olumdur; Mesela
Gregory Romeno’nun raporunda aynen şunlar yazmaktadır:
“Gary Payton’dan sonra gördüğüm en iyi oyun
kurucu. Olson ekolü guardlarından Damon Stoudemire’dan
çok daha yetenekli. Kimse 20 sayı 10 asist ortalaması ile
oynarsa şaşırmasın . Bence birkaç yıl içinde NBA’in
tartışmasız en iyi oyun kurucusu olacak.”

98 NBA DRAFT’I
1998 Draft’ı gelip çattığında Mike’ın birinci ya da
ikinci sıradan seçilmesine neredeyse kesin gözüyle
bakılıyordu ki bunu gerçekleştirdiği takdirde bir zamanlar San
Antonio’nun süper forveti -günümüzün ise
maç anlatıcısı- Sean Elliot’tan (1989-3.sıra) sonra ilk 3
sırada seçilen ilk Wildcat olacaktı. 1998 yılı gerçekten
çılgın bir drafta şahit oluyordu . Bizim de Houston tarafından
18.sırada seçilen Mirsad’la ilk Türk oyuncusunu
NBA’e göndermenin sevincini yaşadığımız bu draftta, Vince
Carter, Antawn Jamison, Dirk Nowitzki, Paul Pierce, Jason Williams gibi
bir çok yıldız oyuncu seçilecekti. Bibby ise hayal
kırıklığına uğrayacak ve seçilmeyi beklediği ilk sırayı Michael
Olowokandi’ye kaptırarak ikinci sırada Vancouver Grizzlies
tarafından seçiliyordu.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:32 pm

MUHTEŞEM GUARD İKİLİSİNİN DİĞER FERDİ: MİLES SİMON
Bu noktada biraz da Bibby’nin takım arkadaşı Miles
Simon’dan bahsetmek istiyorum. Final Four MVP
ödülüne rağmen Simon ancak 42. sırada Orlando tarafından
seçilerek büyük bir düş kırıklığına uğrayacaktı.
42 sırada draft olmak bir oyuncu için ilk turun başlarında
seçilmek kadar avantajlı olmasa da unutmayalım ki Simon’ın
bir sıra üstünde kendisine yer bulan oyuncunun ismi Cutino
Mobley’dir!! Simon biraz da kendi hatalarının kurbanı oldu.
Kendisine fiziksel olarak zayıf kaldığını kilo alması gerektiği
söylendiğinde hangi süpersonik zekanın tavsiyesine uyduysa
adamımız sabah-akşam Junk food yer. Hatta McDonalds’ta 10
hamburger sipariş ettiğine dair espriler yapılmaktaydı. Doğal olarak ki
arkadaşımız kas yerine yağ depolar ve bir de bunları eritmekle uğraşır.
Kendisini seçen takım da onun bir başka şanssızlığıdır. Orlando,
Anfernee “Penny” Hardaway’e sahipken tutup da Miles
Simon’ı oynatmayacaktır. Toplam 5 maçlık NBA macerasında
Simon ancak 2 sayı bulabilir ve çoğu haftayı da sakat olsun ya
da olmasın injured list’de geçirir. Bibby ve Simon
telefonda dertleştiklerinde Bibby, Vancouver’da sosyal hayatın
olmamasından ve soğukta donduğundan yakınır. Florida’nın sıcak
kumsallarında gezmek için bolca fırsatı olan Simon ise plaj ve
kızlar dışında Orlando’da hiçbir şeyin beklediği gibi
gelişmediğinden dert yanar. Simon’ın hikayesinin gerisi CBA ve
Avrupa’da devam eder. Maccabi Ironi Raana’da tutunamaz.
Oradan İtalya ikinci lig takımlarından Livorno Basket’e gider,
oradan kısa bir Palacanesto Varese macerası ve tekrar CBA’e geri
dönüş. Potansiyeli olan bir oyuncuyu bu halde görmek
gerçekten üzücü.

NBA’DEKİ İLK YILLAR: “GRİZZLİES MACERASI”
Konumuza geri döndüğümüzde soğuk iklimi saymazsak
Bibby, Grizzlies’teki halinden oldukça memnundur. Tabii ki
o zamanlarda Grizzlies, Elvis’in şehri Memphis yerine
Kanada’nın güzide ama soğuk şehri Vancouver’da
bulunmakta. Burada Bibby için en olumlu durum çaylak bir
oyuncunun isteyebileceğinden de fazla süre alacak olmasıdır. Tam
bu sırada, özellikle Patrick Ewing sağolsun, profesyonel
basketbolcular, salonların girişine “Bu iş yerinde grev
vardır.” yazısı asarak halay çekmeye gider. Sezonun
başlaması da geciktikçe gecikir. Ewing-Stern
görüşmeleri tüm şiddetiyle devam ederken oyuncular da ne
yapacaklarını bilememektedir. Bu sırada sezona hazır girmek isteyen
Bibby’nin aklına bir fikir gelir ve idolü Jason Kidd’i
arar. Jason’a sezona beraber hazırlanıp hazırlanamayacaklarını
sorduğunda Mike kendisini çok mutlu eden bir cevapla karşılaşır.
Sahada kendisine örnek aldığı oyuncuyla birlikte yeni sezona
hazırlanacaktır. Bu çalışmalar Bibby için verimli
geçer. Bu arada herhalde Pat, Jay Leno’nun kendisi
hakkındaki esprilerinden sıkılmış olacak ki David Stern’le
anlaşır. Bibby’nin kendisini NBA tanıtma zamanı gelmiştir. 13.2
sayı ve 6.5 asist ortalamalarını tutturup sahada maç başına
yaklaşık 35 dakika kaldığı başarılı çaylak sezonunun ardından
Bibby Çaylak ilk beşine seçilir. Ayrıca yakaladığı 6.5
asist ortalamasıyla çaylaklar arasında bu kategorinin lideri
olmakla kalmaz ayrıca NBA’in de en iyi 15 ismi arasına girer.
İkinci sezonunda ise hem şut isabet yüzdelerini hem de
ortalamalarını yükseltir (14.4 sayı, 8.1 asist), Dallas’a
karşı ustası Kidd’e özenerek 14 sayı, 11 asist ve 11
ribaund’la kariyerinin ilk triple-double’ını yapar. Ayıca
All-Star haftasonunda Schick Rookie Challenge’da forma giyer.
Vancouver’daki son sezonunda ise istatistiklerini biraz daha
düzeltir ve sayı ortalamasını 15.9’a, asist ortalamalarını
da 8.4’e çıkartır.

J-WİLL / BİBBY TAKASI; SACRAMENTO GÜNLERİ
1998-99 sezonunda Vlade Divac, Chris Webber ve Jason Williams
katılmadan evvel Kings şehrin tek profesyonel spor takımı olması
nedeniyle müthiş seyirci desteğine sahip ama başarıdan yoksun bir
takımdı. Mitch Richmond, Mahmoud Abdul Rauf, Billy Owens gibi oyuncular
artık kariyerlerinin sonuna gelmişti. 98 yazında takımda yapılan
operasyonla kadrosunu yenileyen Kings, o müthiş seyirci desteğini
de arkasına alarak iddialı bir takım haline
dönüşmüştü. Her ne kadar Kings maçları
ülkemizde o zamanlarda sıkça yayınlanmasa da hepimiz
jeneriklerdeki Webber’in smaçlarını ve Williams paslarını
ezberlemiştik. Hele Williams’ın sanki bir sihirbaz edasıyla
yaptığı hareketler çoğumuzun nefesini kesmişti. Ama
özellikle Hidayet’in Sacramento tarafından draft’ta
seçilmesi sonucu daha da sık izlediğimiz maçlar sonrası
gördük ki J-Will aslında sadece iyi bir şovmendi. Maç
boyunca sahada kafasına göre takılan, ara sıra jeneriklik, NBA
action’lık birkaç pas vermesini saymazsak takımını iyi
oynatmıyordu ve şutu çok zayıftı. Buna rağmen yaptığı bazı
hareketlerin yenilir yutulur cinsten olmaması nedeniyle de taraftarın
en çok sevdiği oyuncuların başında geliyordu. İşte tam bu sırada
gelen Lakers hezimetinin ardından Kings, çok cesur bir karar
alarak NBA tarihinin en önemli takaslarından birine imza attı.
Jason Williams koluna Nick Anderson’ı takarak Memphis yollarına
düşerken karşılığında Kings, Mike Bibby ve Brent Price’ı
kadrosuna kattı. Duygusal davranılmadığı zaman çoğu otoritenin
bu takasla ilgili görüşleri benzerdir: Kings çok iyi
bir iş yapmıştır çünkü Williams sadece
spektaküler bir oyuncuydu ama Bibby sonuca giden sade bir
basketbol oynuyordu. Ve otoriteler bu sezon haklı çıktılar.
Kings bu takastan çok karlı çıktı ve 60 galibiyet
barajına ulaştı. Ben J-Will‘e sempati duymama rağmen yaptığı bir
iki hareketle tüm maçı geçiştirmesine
sinirlenenlerdenim sonuçta bu “Nike Free Style”
yarışması değil. Skora etki etmediği sürece ne yaparsa yapsın
fazla bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Üstelik
Bibby her yıl kendisini geliştirirken. Williams ise gerilemekteydi. %30
gibi kötü bir 3 sayılık atış yüzdesine sahip olmasına
rağmen NBA’in en fazla üçlük kullanan
oyuncularının başında geliyordu. Bu arada orta mesafe şutları azalmış
ve asist ortalaması ise 7.3’ten 5.4’e, sayı ortalaması ise
12.3’ten 9.4’e gerilemişti. Bu takas aslında Williams
için de yararlı oldu çünkü genç ve deli
dolu Grizzlies siteminde kendini toparlamış bir Jason Williams
çok büyük işler yapabilir. Bu yıl özellikle
beklenen karşılaşmalardan biri de Kings-Grizzlies maçıydı.
Herkes Bibby/Williams düellosundan kimin galip çıkacağını
merak ediyordu. Maçı kendi evinde Grizzlies kazanırken bizim
guard’ların savaşının beraberlikle sonuçlandığını
rahatça söyleyebiliriz. Bibby maçı 20 sayı, 11
asist, 6 ribaund ve 1 top çalma ile tamamlarken J-Will ise 19
sayı, 13 asist, 3 ribaund ve 4 top çalma
gerçekleştiriyordu. Bibby’nin bu seneki performansına
göz attığımızda top kayıplarını inanılmaz derecede azalttığını
görüyoruz. Hele playofflara gelindiğinde Bibby’e ayrı
bir paragraf açmak zorundayız. Mike birinci turda John
Stockton’ı sahaya gömerken (Eğer Jazz yönetimi bu adamı
birkaç sene daha oynatırsa gerçekten Stockton’ı
sahaya gömmek zorunda kalabilirler.) 21.8 sayı ortalaması
yakaladığı ikinci turda NBA’in bir başka üst düzey oyun
kurucusu olan Steve Nash’i sahadan siliyordu. Lakers’a
karşı ise Kobe’den sürekli yumruk, dirsek, omuz yemesine
rağmen 22.7 sayı ortalaması ile oynadı.

Bibby artık bir NBA yıldızı, kendi ailesini kurdu ve babasıyla da yavaş
yavaş arasını düzeltiyormuş. Geçen ay Sacramento ile 7
yıllığına 80 milyon $’lık bir anlaşma imzalayan Bibby her şeyiyle
medyatik bir şahıs ama kendi özel hayatına müdahale eden
herkes için koluna yaptırdığı çok anlamlı bir dövme
var! Reggie Miller düşmanı Knicks’li yönetmen Spike
Lee’nin filmlerindeki kötü adam olan ve birkaç
yıl evvel şaibeli bir cinayete kurban giden ünlü rap
şarkıcısı Tupac’in bir şarkısından alınıp Bibby’nin koluna
kazıdığı sözler aynen şöyle: “Only God Can Judge
Me”: Beni sadece Tanrı yargılayabilir
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:33 pm

NBA YENİ SÜPERSTARINI YARATIYOR; LEBRON JAMES
(Bu yazı pivot dergisinin 52.sayısında yayınlanmıştır.)

Şu anda Amerika’da NBA Playoff’larının heyecanı yaşanıyor
yaşanmasına ama çok değil sadece bir ay sonra, playofflarda
Konferans finalistlerinin veya şampiyonlarının belirleneceği
maçlar oynanırken, 22 Mayıs’da draft lottery’si
çekilip, 26 Hazirandaki 2003 NBA Draftında ilk sıradan
seçim yapacak takım belirlendiğinde, gündeme oturacak tek
konu, seneye bu şanslı takımın kadrosuna katacağı 18 yaşındaki LeBron
James olacak.

NBA aslında sadece bir basketbol ligi değil. Müthiş pazarlama
stratejileri ile milyarlarca doların aktığı, bir çok iş sahası
yaratan, inanılmaz büyüklükte, muazzam bir pazar. Yani,
sadece 3-4 takımın şampiyonluk mücadelesi verdiği, 20-25 oyuncu
üzerinde dönen sıradan bir lig değil NBA. Ligde yer alan
çok oyuncunun kullandığı ayakkabıdan formaya, banttan bilekliğe
kadar basketbol severlere parlak spotlar altında yeni alışveriş ve
tüketim sahası yaratan, büyük bir pazarlama şirketi
aslında. Ve bu şirket üzerindeki ilgiyi kaybetmemek, yayılma ve
pazarlama alanını daha da genişletmek için, eski yıldızların
süresi dolduğunda yenilerini ortaya çıkartmak adına
büyük çalışmalar da yapmakta. (Magic Johnson, Michael
Jordan, Kobe Bryant gibi oyuncuların tüm dünyaca tanınması,
Yao Ming’i lige dahil edilerek Çin pazarına Amerikan
ürünlerinin sokulması gibi.)

Dr.J ve Kareem Abdul-Jabbar’la başlayan bu pazarlama ve
gençlerin gözünde yeni starlar, örnek alınacak
fenomenler yaratma projesinin ürünleri daha sonra Magic
Johnson ve Larry Bird olmuştu. Bu iki yıldız yaşlanınca ise yerlerini
Michael Jordan, Charles Barkley, Dennis Rodman gibi oyuncular aldı.
Daha sonra Grant Hill’i piyasaya süren ama sakatlıklardan
dolayı istediği verimi alamayınca tekrar Jordan’a dönen bu
şirket şimdi ise Kobe, Iverson, Garnett, T-Mac gibi oyuncularla
gündem oluşturmakta. Kobe, Iverson, T-Mac gibi
günümüzün yıldızlarının yerini ise gelecek 3-5 yıl
içindeki Carmelo Anthony ve LeBron James alacak.

26 yıldır düzenlenen ülkenin lise son sınıf oyuncularını
içeren en prestijli organizasyonu olan McDonald’s
All-America maçı 26 Mart’ta Cleveland’da yapıldı. 2
gün evvel yapılan Slam Dunk şampiyonasında birincilik
ödülünü alan LeBron James, maçta da 27 sayı,
7 ribaund, 7 asist üreterek Doğu takımına galibiyeti getirdi ve
MVP ödülüne ulaştı. 5 gün sonra, Illinois
Chicago’da yine gelenekselleşen EA Sports Roundball Classic
maçına çıkan James, bu maçta da 28 sayı, 6 ribaund
ve 5 asist ile takımına galibiyeti getirerek 2.MVP
ödülünü aldı. 17 Nisan’da liseli olarak
ülke çapında düzenlenen son maçına geleneksel
Jordan Capital Classic maçıyla çıkan James, 34 sayı, 12
ribaund ve 6 asist ile 3.MVP ödülünü alarak lise
kariyerine veda etti.

NBA’in, lise ve üniversite de yetenekleri ile sivrilen
oyuncular arasından, aile yaşantısı, davranışları ve kişiliği ile
hayranlık duyulan ideal model oyuncu yaratma yolunda, 5-10 yıllık
dönemlerde ortaya çıkardığı, Dr.J ile başlayan Magic
Johnson ve Larry Bird ile devam eden, Michael Jordan’la üst
noktaya ulaşan, Grant Hill (sakatlıklardan dolayı istenilen verim
alınamamış ve tekrar Jordan’a dönülmüştü),
Kobe Bryant, Allen Iverson, Kevin Garnett ve Tracy McGrady gibi
oyuncularla yürüttüğü bu stratejinin ortaya
çıkardığı son oyuncu LeBron James, NBA’in ve basketbol
dünyasının yeni süperstarı olma yolunda ilerliyor.
Önümüzdeki aylarda uzun uzun kendisinden bahsedeceğimiz,
draft döneminde hemen hemen her dergide görebileceğiniz
LeBron James’i, size bu ay kısaca tanıtmaya ve özelliklede
son oynadığı ve MVP ödüllerini kaptığı 3 geleneksel
maça biz göz atalım istedim.
LeBron çılgınlığı
2003 NBA Draftına katıldığı taktirde (ki büyük bir ihtimalle
katılacak) 1.numaradan seçileceği düşünülen ve
özellikle geçen yazdan bu yana fenomen haline getirilen
James, 30 Aralık 1984 doğumlu ve 2.03 boyunda. 16 yaşında lise
2.sınıftayken, 25.3 sayı, 7.4 ribaund, 5.5 asist ortalamaları ile Ohio
eyaletinde adını duyuran James, ilk olarak gündeme USA Today
tarafından en iyi lise takımı ilk 5’ine seçilerek
gelmişti. Yaz sezonunda adidas ABCD kampında yeteneklerini bir kez daha
sergileyen James, kendisini takip eden bir çok Amerikalı
basketbol otoritesi tarafından “Kobe ve T-Mac karışımı bir
oyuncu” olarak tanıtılmış, lise 2.sınıfta olmasına rağmen
“NBA’e şimdiden hazır, 3.sınıfın sonunda imkan yaratılsa
rahatlıkla NBA’de oynar” denilerek basketbol severlerin
aklına ve diline dolanmaya başlamıştı.
Bu tip söylentilerin her yıl onlarca genç oyuncu
için yayıldığı ve çoğu NCAA dönemine geldiğinde fos
çıkan Amerika’da, James fırtınası 2002 yılının ortalarında
tekrar hareketlendi. 2001-02 sezonunda James, Amare Stuodemire
(NBA’de Suns forması ile harika bir çaylak sezonu
geçirdi ve şu anda “Rookie of The Year
ödülünün en büyük 3 adayından biri) ile
birlikte Amerika’nın en iyi lise oyuncusundan biri olarak
gösterilen Carmelo Anthony (Bu sezon Syracuse Üniversitesinde
forma giydi ve freshman senesinde takımına tarihlerindeki ilk NCAA
şampiyonluğunu getirdi) ile 10 Şubat günü oynadıkları
maç ile adını bir defa daha tüm Amerika’ya duyurdu.
Son sınıf öğrencisi Carmelo’nun sürüklediği Oak
Hill Lisesi ile 3.sınıf öğrencisi LeBron’un okulu Akron
St.Vincent-St.Mary Lisesi maçı iki oyuncunun şovu şeklinde
geçti. Maçta iki takımın toplamda ürettiği 138
sayının 70’ine bu iki oyuncu imza atarken, Carmelo 34 sayı, 11
ribaund; LeBron 36 sayı, 10 ribaund ve 5 asist ile maçı
tamamladı. Belki kazanan taraf 72-66’lık skorla Carmelo’nun
okulu olmuştu ama daha zayıf oyunculardan kurulu Akron’un yıldızı
LeBron kendini önemli oyunculara karşı göstermeye başlamıştı.
Zaten bu maçta Carmelo’yu izlemeye gelen bir çok
NBA scoutcusunun listesinin başına LeBron adı o gün yazıldı. Sezon
sonunda LeBron eyaletin sayı krallığında ilk sırayı almıştı almasına
ama asıl dikkati çeken istatistikler asist krallığında 2.,
ribaund krallığında ise 4.olmasında yatıyordu.
Son Lise yılı ve genç yaşta popüler olmanın getirdiği sorunlar
Yazın bir çok spor dergisine kapak olan James, 30 Kasım’da
ki sezonun ilk maçında oyundan atılarak tekrar gündeme
geldi. Çok şişirildiği ve bu yaşta bu kadar
büyütülmeyi kaldıramadığı konuşulurken, son derece iyi
maçlar çıkartarak, tekrar basının ve halkın olumlu
ilgisini toplayan James, Amerika tarihinde ilk defa bir lise
maçının ulusal televizyonda naklen yayınlanmasına bile sebep
oldu. Bu maçın uzun bir özetini gördüğümde
(bu maç geçen sezon Carmelo’nun takımı olan Oak
Hill Lisesiyleydi) ilk izlenimlerim aslında LeBron’un çok
abartıldığı yolundaydı. Tamam fiziği kusursuzdu, T-Mac tarzında bir
oyuncuydu ama çoğu şut seçimi yanlış ayrıca potadan
uzaklaştıkça şut yüzdesi de oldukça
düşüktü. Belki takımı skor üretemeyince sazı eline
almış ve bir pivot gibi potaya sırtı dönük olarak kolay
sayılar da üretmişti ama “bumu yani LeBron fenomeni
dedikleri şey” diye düşünmeden de edememiştim. Fakat
ard arda 2 pozisyonda topla içeri yüklenerek bulduğu
sayıları, blokladığı bir topun ardından yaptığı muazzam smacı ve
maçı çeviren basketleri attığını görünce
“evet demek buymuş LeBron James” dedim.
Hummer ve forma olayı!
NBA scoutçıları tarafından oldukça yakından takip edilen
ve bazı yazarlar tarafından “fiziksel olarak diğer oyunculara
göre çok üstün olduğundan bu kadar
başarılı” yorumları yapılan James, üstüne
üstlük annesinin banka krediyle 100bin dolarlık Hummer H2 cip
hediye alması ile yıpratılma çabaları içerisinde
girilmesini ve şutu yeterli değil diyenlere cevabını 4 gün sonra
14 Ocak’ta oynanan Mentor Lisesi maçında, 17/11
üç sayılık ile oynayarak 50 sayılık performansı ile verdi.
Bu maçın 1-2 gün ardından “Next Urban Gear and
Music” mağazasının hediye ettiği 845 dolarlık değerindeki iki
forma -biri 395 dolarlık Gale Sayers'in 40 numaralı Chicago Bears
forması, diğeri ise 450 dolarlık Wes Unseld'in 41 numaralı Washington
Bullets forması- yüzünden, ününü kullanarak
maddi kazanç elde edip amatör ligler kuralını
çiğnediği gerekçesi tekrar gündeme oturan ve bir
süreliğine basketbol kariyeri durdurulan James, 1 maçlık
aradan sonra bir üst mahkeme kararı ile tekrar basketbola
dönüş yaptı ve 8 Şubat’ta L.A.Westchester Lisesi
karşısında kariyerinin en yüksek rakamı olan 52 sayıya ulaşarak
kendi deyimi ile “kendini basketboldan koparmaya
çalışanlara” karşı en güzel cevabı verdi.
Bilet fiyatları arttı ama O kendini izlemeye gelen seyirciyi mutlu etmeyi ihmal etmedi
NCAA maçlarından daha yüksek bilet fiyatlarına rağmen
maçlarda onu izlemeye gelen seyirciler gittikçe
çoğaldı ve Akron St.Vincent-St.Mary Lisesinin maçları ful
çekmeye başladı. James’de kendini izlemeye gelen ve
üzerlerinde “King James” yazılı t-shirtler giyen
hayran kitlesine gerçek bir basketbol resitali sergiledi. ESPN2
kanalında naklen verilen Oak Hill Lisesi maçı ile başlayan
seride, playoff’larda Talimadge Lisesi maçına kadar 18
maçta 20 sayının altına düşmezken, 12 kere 30, 5 kere 40 ve
2 kere 50 sayı barajını geçen James, maçların
9’unda da double-double yaparken, takımı bütün sezonda
sadece 1 kere (26 Ocak’ta 25 sayı, 15 ribaund ve 8 asist
gerçekleştirdiği Buchtel Lisesi maçında) mağlup oldu.
%56’lık şut yüzdesi ile 30.4 sayı, 9.7 ribaund, 4.9 asist,
2.9 top çalma ve 1.9 blok ortalamaları ile sezonu tamamlayan
James takımını şampiyonluğa taşırken, Yılın en iyi oyuncusu
ödüllerini de topladı. Artık sezon bitmiş ve kendini
Amerika’nın diğer liseli yıldızları karşısında gösterme
zamanı gelmişti.
Slam Dunk Şampiyonu
26 yıldır düzenlenen ülkenin lise son sınıf oyuncularını
içeren en prestijli organizasyonlarından biri olan
McDonald’s All-America maçından 2 gün önce, 24
Mart akşamı Cleveland'daki Woodling Gymnasium'da
gerçekleştirilen POWERade Jam Fest Slam Dunk Şampiyonasına
katılan LeBron James, spektaküler smaçları ile tanınan
Shannon Brown'u geride bırakan 270 puan üzerinden 250 puan
toplayarak rekor bir puan ile şampiyonluğa ulaştı. Daha önce Jerry
Stackhouse, Vince Carter, Baron Davis, son 3 yılda da sırasıyla DeShawn
Stevenson, David Lee (Florida Univ.) ve Carmelo Anthony’nin
kazandığı şampiyonaya, 23 numaralı forma Michael Jordan adına emekliye
ayrıldığı için 32 numaralı forma ile katılan James’i,
Cavaliers’ın yıldız oyuncularından Darius Miles, Carlos Boozer,
DaJuan Wagner, DeSagana Diop ve eski yıldız oyunculardan Larry Nance'da
izlemeye gelmişti.
McDonald’s All-America Maçı
26 Mart’ta Cleveland Gund Arena'da oynanan ve 18.728 kişinin
izlediği 26.McDonald's All-America maçında 27 sayı, 7 ribaund, 7
asist, 2 top çalma ve 1 blok ile oynayan ve Doğu takımına Batı
karşısında 122-107'lik galibiyeti getiren LeBron James MVP
ödülüne ulaştı. Böylece LeBron, tüm
Amerika’daki en iyi son sınıf lise oyuncularına karşı verdiği ilk
sınavında gayet başarılı olmuştu. Geçen sene aynı maçta
harikalar yaratması beklenen Amare’nin sadece 10 sayı, 7 ribaund;
Carmelo’nun 19 sayı, 4 asist ürettiğini maçın
MVP’sinin ise 26 sayı, 4 asist ve 3 top çalma rakamları
ile şu anda Duke Üniversitesinde oynayan J.J.Redick olduğunu
belirteyim.
EA Sports Roundball Classic Maçı
James’in McDonald’s maçındaki harika performansının
yankıları devam ederken sadece 5 gün sonra Illinois
Chicago’da yine gelenekselleşen EA Sports Roundball Classic
maçına çıktı. Chicago Bulls’un efsane United Center
Salonunda düzenlenen 19.678 seyircinin izlediği maçta 28
dakika oyunda kalan James, 15/12 ikilik, 7/4 faul ve 6/0 üç
sayı başarısı ile
28 sayı, 6 ribaund ve 5 asist ile takımına galibiyeti getiren oyuncu
oldu. Çok çekişmeli geçen ve 29 defa skorda
liderliğin değiştiği maçta, son 39 saniye içinde
çok kritik bir ribaund alıp ardından tüm sahayı
geçerek attığı turnike ile Batı takımına 120-119'luk galibiyeti
getiren James, birbirinden güzel smaçlarıyla 23 numaralı
forması ile United Center'da onu izlemeye gelen seyircilere de ufak bir
şov yaptı. James'in dışında Batı takımında en çok göze
batan oyuncu McDonald's All-America maçında da James'den sonra
NBA yolunda en hazır oyuncu izlenimini veren Charlie Villanueva
olurken, genç oyuncu maçı 18 sayı, 5 ribaund ile
tamamladı.
McDonald's All-America ve EA Sport Roundball Classic maçlarından
sonra şimdi herkes Nisan’ın 17’sinde düzenlenecek ve
Amerika'nın en başarılı Liseli oyuncularını son defa karşı karşıya
getirecek Jordan Capital Classic maçını beklemeye başlamıştı. Bu
maç ile LeBron James son defa liseli olarak ülke
çapında düzenlenen bir maçta forma giyecek ve
ardından çok büyük bir sürpriz olmazsa NBA
Draftını bekleyecekti.
Lise’li olarak son maçı, Jordan Capital Classic
17 Nisan’da liseli olarak ülke çapında
düzenlenen son maçına çıkan LeBron, Jordan Capital
Classic maçında 34 dakika forma giyerken 20/10 ikilik, 6/5 faul,
10/3 üçlük başarısı ile 34 sayı, 12 ribaund, 6 asist,
1 top çalma ve 1 blok ile siyah takımın MVP
ödülünü alarak lise kariyerine veda etti.
Maçı Gümüş takım 107-102 kazanırken, Shannon
Brown’da 27 sayı, 8 asist ve 3 ribaund ile takımının MVP
ödülünü aldı.
Evet, henüz profesyonel olmadan peşinde adidas ve nike gibi iki
büyük firmayı koşturan James, NBA’e adım atmadan
büyük bir hayran kitlesi yaratmış durumda. Daha 18 yaşında
olmasına rağmen 100bin dolarlık Hummer cipe binen, her hareketi basın
tarafından izlenen LeBron James, şu anda Syracuse'u NCAA Şampiyonluğuna
ulaştıran Carmelo'nin son dönemlerdeki başarısından ve
sürekli manşetlerde kalmasından oldukça etkilenmiş durumda.
Michael Jordan’dan “üniversitede tecrübe
kazanmanın önemi” hakkında ayak üstü bir nasihatta
alan James'in lise’deki not ortalamasının
düşüklüğünden dolayı bir Üniversitede
okuyabilme ihtimali şu an için bulunmuyor. Ama şu da bir
gerçek ki, James üniversite deneyimi almak isterse ve
herhangi bir üniversiteyi tercih ederse, herhalde o
üniversitede yaz okulu veya notlarını yükseltecek sınav
türü şeylerle işi kılıfına uyduracaktır. Bekleyelim ve
NBA’in yeni süperstarını yaratmasını izleyelim…

Lise İstatistikleri
Maç Saha İçi Şut % Faul Atışı % 3 sayı % Rib. Ast. TÇ Blok TK Sayı Sayı Ort.
1999-00 27 199 386 51,6 59 74 79,7 30 95 31,6 168 96 83,7 27 57 487 18,0
2000-01 27 264 452 58,4 123 173 71,1 33 84 39,3 200 149 99,9 43 62 684 25,3
2001-02 27 300 531 56,5 108 182 59,3 48 141 34,0 241 161 81 46 89 756 28,0
2002-03 24 295 527 56,0 80 118 67,8 60 157 38,2 233 117 69,6 46 67 730 30,4
Toplam 105 1058 1896 55,8 370 547 67,6 171 477 35,8 842 523 334,2 162 275 2657 25,3
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri Empty Geri: NBA YILDIZLARININ Hayat Hikayeleri

Mesaj  AsiRuH C.tesi Ocak 24, 2009 11:33 pm

NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ, DIRK NOWITZKI
(Bu yazı pivot dergisinin 52.sayısında yayınlanmıştır.)

NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ
DIRK NOWITZKI # 41

1930’lara doğru zamanda bir yolculuk yapıyoruz; Adolf
Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi dünya
siyaset tarihinin o güne kadar şahit olmadığı propaganda
faaliyetleriyle iktidarı ele geçirmiş durumda. Tereyağı
fabrikaları silah atölyelerine çevrilmiş;
güçlenen III.Reich, Versailles’ı yırtıp atarak
Hitler’in meşhur “lebensraum” yani Alman ırkı
için Doğu’da hayat sahası yaratma projesiyle II.Dünya
Savaşı’nı başlatmış ve Alman orduları yıldırım savaşlarıyla
Avrupa’da hızla ilerlemekte. Müttefik ordularını gafil
avlayan bu savaş tarzının en önemli parçası ise
müttefik kuvvetlerin tanklarına göre çok daha uzun
mesafeli atışlar yapabilen, çok daha hızlı, çevik ve
üstüne üstlük daha güçlü olan
Alman panzerleriydi!! Bugün yine bir “Alman yapımı”
ortalığın tozunu atıyor. Tıpkı bir panzer gibi rakiplerini uzaktan
yaptığı bombardımanlarla etkisiz hale getiriyor. Kuvvetinin yanında
hızlı çevik ve yine bir panzer gibi neredeyse durdurulması
imkansız: Onun adı Dirk Nowitzki!!

Beyazlar Beceremez
Basketbol her ne kadar beyazlar tarafından bulunduysa da
Afro-Amerikanlar üstün fiziksel yetenekleri sayesinde bir
süre sonra -çoğu sporda olduğu gibi- bu oyuna da damgasını
vurdu. Öyle ki basketbolun beyazlara göre olmadığı
çünkü beyazların sıçrayamadığı şeklinde
düşünceler gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Aslına
bakarsanız; George Mikan, Jerry West, Pete Mavarich, Rick Barry, Bill
Walton, Larry Bird, Kevin McHale vb. isimler beyazların basketbolu ne
kadar iyi oynayabileceğini gösterdiyse de siyahların hegemonyasını
yıkmak kolay değildi. Hele Larry Bird ve Kevin McHale’li Boston,
kadrosunda çok sayıda beyaz oyuncu bulundurduğu için
şampiyonluğa doğru hakem desteği ile itildiği şeklinde iddialara
sıkça maruz kalmaktaydı.

Uluslararası ilişkilere giriş I: Drazen Petrovic
O günlere bir kez daha dönüp baktığımızda bırakın
Avrupalı oyuncuları beyaz oyuncular bile NBA’de oynamak
için oldukça büyük zorlukları aşmak
zorundaydılar. 80’li yılların sonu 90’ların başında NBA
takımları NCAA dışında kendilerine yeni bir oyuncu kaynağı arayışına
girerek gözlerini Avrupa’ya ve oradaki büyük
yıldızlara çevirdi. 1986 draftında Drazan Petrovic, Alexander
Volkov, 1987 draftında Sarunas Marculionis, ve 1989’da lige dahil
olan Zarko Paspalj gibi Rus ve Yugoslav ekolünün başarılı
temsilcileri kendilerine NBA’de yer buldu. Onların açtığı
kapıdan, Vlade Divac, Dino Radja, Toni Kukoc, Sergei Bazarevich,
Predrag Danilovic, Zan Tabak, Arvydas Sabonis gibi Avrupa’da
büyük başarılara ulaşmış oyuncular da daha sonra NBA’e
adım attıkları halde yukarıda saydığımız isimlerden sadece Petrovic,
Marculionis, Divac, Sabonis ve Kukoc az çok kendilerini kabul
ettirebildi. Rahmetli Petrovic belki de kendisini daha da lirik bir
efsane haline getiren o acı trafik kazasıyla sadece 29 yaşında hayata
gözlerini yummasaydı NBA’deki ilk Avrupalı süper yıldız
mertebesine ulaşması işten bile değildi. Tabii bu arada rahmetlinin ilk
iki senesi, Kevin Duckworth gibi “kalaslara” maksimum
ilgiyi gösterip Petrovic’i kenarda unutan o zaman
Portand’ın bugün de Sacramento’nun sevgili
coach’u Rick Adelman’ın “garanticiliğine”
kurban olmasaydı biz Petrovic’in o enfes basketbolunun keyfini
Nets’teki günlerinden çok daha önce
çıkartmaya başlayacaktık. Tabii ki Petrovic, Drexler gibi bir
süper starı takımdan kesemezdi ama Adelman, Petrovic’in
hücumdaki yüksek şut yüzdesi ve mükemmel top
hakimiyetini farklı rotasyonlar deneyerek çok daha verimli bir
şekilde kullanabilirdi. Böylelikle Drazen Petrovic’i de
andıktan sonra dilerseniz konumuza geri dönelim. NBA’e gelen
Avrupalıların en çok eleştirildikleri nokta az savunma
yapmaları, çok yumuşak olmaları ve her şeyden önce skoru
düşünmeleriydi. Örneğin hatırlayacaksınız Chicago-Utah
final serilerinde Phil Jackson neredeyse eline geçen her
fırsatta Karl Malone karşısında hücumda Toni Kukoc’u sahaya
sürerken iş savunmaya geldiğinde Kukoc yerini hemen sevgili
“savunma manyağımız” Dennis Rodman’a bırakıyordu.
Majesteleri Michael Jordan da Kukoc’u her fırsatta savunma
yapmadığı için eleştiriyor, maç içinde onu
ateşlemek için kızdırmaya çalışıyordu. Hatta
Kukoc’un daha çok et ve acılı yiyecekler yiyerek agresif
bir ruh haline bürünebileceğini iddia ederek beslenmesini
bile eleştiriyordu!.

Uluslararası ilişkilere Giriş II: Avrupalıların Yükselişi
Avrupalıların ilk NBA çıkartması beklenen başarıyı
gösteremezken 90 yılların sonunda 2000’lerin başında ikinci
dalga da taarruz’a geçti. Peja Stojakovic, Dirk Nowitzki,
Zelijko Rebreca, Zydrunas Ilgauskas, Jiri Welsch, Gordon Giricek, Tony
Parker, Nikoloz Tskitisvilli, Bostjan Nachbar, Jake Tsakadilis, Vitally
Potapenko, Radoslav Nestorovic, Marko Milic, Frederic Weis, Tarıq-Abdul
Wahad, Stanislav Medvedenko,Tony Parker, Mirsad Türkcan, Hido,
Memo, Pau Gasol, Marko Jaric, Andrei Kirilenko gibi oyuncular
kendilerini kanıtlamak için NBA’deki parkeleri aşındırdı.
Peja ve Nowitzki şu anda All-Star seviyesine gelerek süper starlık
mertebesine ulaşmış oyuncular. Ilgauskas’ın All-Star deneyimi 5
dakikada Beşiktaş olarak özetlenebilirse de Ilgauskas da giderek
kendini geliştirmekte. Tony Parker, Pau Gasol, Andrei Kirilenko ve
Gordon Giricek ise çok büyük bir ihtimalle yakında
Peja ve Dirk’ün yanında kendilerine yer bulacak. Bunlar
sadece NBA’deki Avrupalı oyuncuların bir kısmı. Eğer tüm
uluslararası oyuncuları göz önüne alırsak bu hızla NBA,
oyuncuların milletleri itibari ile BM’lerdeki ülke sayısını
yakın bir zamanda yakalayacak. Eskiden özellikle oyun tarzı ve
fiziksel güç açısından Avrupa ile NBA arasında
büyük bir uçurumun varolduğu bir gerçekti. Ama
Indianapolis’teki son dünya şampiyonası gösterdi ki
Avrupa ve NBA arasındaki fark gittikçe azalmakta. Hele Dirk
Nowitzki MVP ödülünü kucakladığı zaman Larry
Bird’ün emekli olurken yaptığı konuşmayı hatırladım:
“Bir gün mutlaka yeni bir Larry Bird, NBA’e
gelecektir!!..”

Pippen aşkı
Dirk Werner Nowitzki, 19 Haziran 1978 Wurzburg-Almanya’da
dünyaya geldi. Dirk’ün annesi Helen Alman milli
takımına kadar yükselmiş bir basketbolcu, babası Joerg ise
profesyonel bir hentbol oyuncusuydu. Herhalde Nowitzki’nin spora
olan yatkınlığını biraz da genlere bağlarsak çok da yanılmış
olmayız. Dirk’ün ailesiyle yaptığı küçük
basketbol maçları zamanla bir tutkuya dönüştü.
Nowitzki neredeyse kendisine işkence edercesine durmadan basketbol
çalışıyordu. Ama limitlerini ne kadar zorlarsa zorlasın
kendisine ilham veren bir isim vardı. Her akşam başarabileceğini
düşünerek, bir gün onun gibi olabileceğini hayal ederek
uykuya dalıyordu. Kim olduğunu merak ettiğiniz bu oyuncu
çoğunuzun tahminlerimizin aksine ne Magic Johnson ne Larry Bird
ne de Michael Jordan’dı. Dirk gençliğinde tam anlamıyla
bir Pippen hayranına dönüşmüştü:
“Almanya’da neredeyse haftada iki kez Bulls
maçlarını gösterirlerdi. Ben de bu maçları
sürekli izlerdim. İşte o zamanlarda Scottie’nin oyununa aşık
oldum. Basketbolu o kadar zarif oynuyordu ki. Hareketleri,
post’ta yaptıkları, mükemmel savunması ve ne zaman isterse
dilediği yerden şut atabilmesi büyüleyiciydi.
Geschwinder’den işkenceyi aratmayan antrenmanlar
Eski Alman milli takımı oyuncusu ve manevi babası Holger
Geschwinder’in koruyucu kanatlarının altında olgunlaşan Nowitzki,
kendisini günden güne geliştirdi. Geschwinder, 15 yaşından
beri Dirk’ün hem kişisel antrenörlüğünü
hem de akıl hocalığını yapmakta: “O olmasaydı bugün
bulunduğum yerde olamazdım. Bana nasıl şut atmam, nasıl hareket etmem,
nasıl oynamam gerektiğini öğretti. Her şeyimi ona
borçluyum. O adeta benim ikinci babam gibi”. Geschwinder
Nowiztki’yi eğitirken gerçekten çok farklı metotlar
kullandı. Mesela geçen sezon playoff’ta Nowitzki’nin
savunmasını beğenmeyince hemen ona özel bir eskrim kıyafeti
diktirip bir Alman eskrimciden dersler aldırdı. Zavallı
Nowitzki’nin yaşadıkları bu kadarla kalsa yine iyi. Geschwinder
onu amuda kaldırıp tüm sahada yürütmekten tutun da tek
ayağı üzerinde dakikalarca sıçratmaya kadar bir çok
değişik antrenman metodu uygulamakta. Her ne kadar Geschwinder’in
metotları ilk başta tuhaf gözükse de yaptığı her şeyin bir
nedeni var. Eskirim çalışmasının nedeni Nowitzki’nin ayak
hareketlerini çabuklaştırarak savunmada çabuk yer
almasını sağlamaktı. Tek ayak üzerinde sıçrama ve amuda
kalkma hareketlerinin nedeni ise Dirk'ün eklemlerini daha sonra
ağırlık çalışırken alacağı kilo için hazırlamaktı. Holger
Geschwinder’e göre önce oyuncu çeşitli
tekniklerle güçlenmek zorunda ancak bundan sonra kaslar
geliştirilebilir. Ve NBA’de çoğu coach bunun tersini
uyguluyor. Bu yüzden de oyuncular dengesiz gelişimleri nedeniyle
sakatlanmakta. Geschwinder çoğu kez Dirk’e ağırlık
çalıştırmak isteyen coachlarla kapışarak onun fiziksel
gelişiminin baltalanmasını engelledi. Belki de Dirk, bugün hantal
bir pivot değil de adeta Bird’ün “millenyum
versiyonu” olmasını buna borçlu. Geschwinder’in bir
diğer amacı da Nowitzki’nin sadece fiziksel olarak değil aynı
zamanda da zihinsel olarak gelişmesiydi. Bunun için Dirk’e
lisedeyken önce özel matematik öğretmenleri ayarladı.
Nowitzki fiziksel olarak yorulup antrenman yapmak istemediği zaman da
Geschwinder hemen satranç tahtasını kaparak
küçük “çekirgesine” rakiplerinin
hamleleri karşısında nasıl düşünmesi gerektiğini felsefi
yaklaşımlarla öğretti. Nowitzki’nin yükselişi ise
1958’den beri dünyanın en yetenekli genç oyuncularını
karşı karşıya getiren uluslararası Albert Schweitzer
Turnuvası’nda (1996) oldu. Jermaine O’Neal ve Baron
Davis’in şov yaptığı, Kevin Freeman’ın ise skorer oyunu ile
MVP seçildiği bu turnuvada sıska, uzun boylu bu Alman da
dikkatli gözler tarafından yakın takibe alınmaya başladı.

Dirk, just do it!
Kendi şehrinin takımı DJK Wurzburg’da kariyerini başlatıp
geliştiren Dirk, 1997-98 sezonunda takımını Alman 2.liginde şampiyon
yaparak 1.lige çıkarttı. Aynı yılın yaz aylarında ise Nike
Summit-Hoop turnuvasında genç uluslararası yıldızların
oluşturduğu karma takıma davet edilerek Amerikan karmasına karşı
mücadele etti. Eminem üstadımızın da dediği gibi “Şans
insanın karşısına belki hayatı boyunca bir kez çıkar”.
Nowitzki işte karşısına çıkan bu şansı en iyi şekilde kullanarak
San Antonio’da oynanan maçı 33 sayı, 14 ribaund ve 3 top
çalma ile tamamlarken karşılaşmayı izleyen tüm scoutları
kendisine hayran bırakıyordu.
AsiRuH
AsiRuH
yönetici
yönetici

Erkek
mesaj sayısı : 9861
Yaş : 36
İş/meslek : xxxxx
Kayıt tarihi : 27/09/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz