.talk4her

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.talk4her

müzik dinle klip izle indir resim google yetkinforum video download youtube islamiyet ilahi


    Birkaç İbretlik Hikaye..-islami hikaye-

    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Birkaç İbretlik Hikaye..-islami hikaye- Empty Birkaç İbretlik Hikaye..-islami hikaye-

    Mesaj  AsiRuH Ptsi Ocak 12, 2009 7:04 pm

    ÖNYARGI FELAKETİ
    Uzaklarda bir köyde, kocasi,
    çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir
    kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak
    buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin
    yanindan
    bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da,
    oldukça uysallasir. Bir kaç ay sonra kadinin
    çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs
    germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.

    Günler geçer ve kadin bir gün bir kaç
    dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda
    kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman
    geçer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini
    görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir
    ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada
    içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya
    yönelir... Ve odada besigi, besigin içindeki bebegi ve
    bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.[/size]



    Einstein'in söyledigi rivayet
    edilen bir söz var: "insanlardaki önyargiyi parçalamak
    benim atomu parçalamamdan çok daha zor"



    ONLAR BÖYLEYDİ
    Bir kaç yil önce Süleymaniye camisinin yikilma tehlikesi içinde oldugu kesfedilmis.
    Eger çözüm bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman içinde yikilacakmis.
    Caminin tüm tasiyici yükü kemerlerindeymis. Bu
    kemerlerin ortalarinda bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde
    yazili bir proje olmadigi için nasil degistirilecegi
    bilinmiyormus.
    Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarindan olusan
    bir heyet hazirlanmis. Bir sürü fikir atilmis ortaya, her
    kafadan bir ses çikmis ama sonuç alinamamis.
    Ülkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu çözememis.
    Tartismalar sürerken caminin içinde büyük bir
    karmasa sürüyormus.
    Ülkenin çesitli bilim kuruluslarindan bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormus.
    Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bölme
    bulmus. Bölmede üzerinde eski yazi olan bir not varmis.
    Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
    Bu kagit parçasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir
    mektupmus. Mektupta yazilanlar tercüme ettirilince söyle bir
    metin çikmis ortaya:
    "Bu notu buldugunuza göre kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
    Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
    Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
    söylediklerini yapmis. Süleymaniye camisi böylelikle
    kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.

    HAYALİ CİHANA DEĞER
    Osmanli'nin sadece bir
    yeniçeri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve
    talanindan nasil kurtardigini gösteren maziden elmas bir tablo:
    19.yüzyilda Almanya'nin Mülhaym sehrindeki Ren nehrinin bir
    yakasinda Almanlar, öbür yakasinda da Fransizlar oturuyordu.
    Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina geçip
    mahsulün tümünü toplayip
    götürüyorlardi.
    O siralar, birligini temin edemeyen güçsüz Almanlar
    ise buna fazla ses çikaramiyorlardi tabi. Her sene böyle
    olunca çareyi Osmanli Sultanina durumu yazip, imdat istemekte
    bulurlar. Mektupta söyle demektedir:
    "Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü
    elimizden aliyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dagitan bir
    imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi bu
    zulümden kurtarin. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu
    sene olsun toplama imkani saglayin."
    Çöküs faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim
    istegini inceleyen padisah asker göndermeyi mümkün ve
    gerekli görmez; yalnizca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur
    ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu
    üç çuval yollanir. Saskina dönen Almanlar,
    çuvali alip mektubu okurlar:
    "Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize
    gerek yoktur. Yeniçerimizin kiyafetini görmeleri kafidir.
    Çuval içindeki Osmanli askerinin elbiselerini
    adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin görülecek
    yerlerinde dolastirin. Karsidan gören Fransizlar için bu
    kafidir."
    Bag bahçe sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini
    kapisirlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri
    kiyafetinde, nehir kiyisinda dolasmaya baslarlar. Ertesi gün,
    karsidan gelen haber, Almanlarin sevinç çigliklari
    atmalarina sebep olur:
    "Osmanlilardan imdat geldigini düsünen Fransizlar, korkudan
    köylerini de terkederek iç kisimlara dogru
    kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça
    toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermistir."
    Bu olay, Mülhaymlilarin gönüllerinde taht kurmustur.
    Giydikleri yeniçeri kiyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a
    bagli Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Sehrin en
    yüksek binasina da Osmanli bayragi asarlar. Ayrica, halen olayin
    yildönümünde de sehirde bir karnaval düzenleyip
    hadiseyi temsilen kutlarlar.

    GÜL BABA'NIN GÜLLERİ
    Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu ikinci Bayezıd avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp
    dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:

    "- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?"
    Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
    "- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül
    Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu
    yamaçları güllerle ve dahi türlü
    çiçeklerle
    donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."

    Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:
    "- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"
    Artık yorgunluklar
    unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru
    yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça
    gül
    kokuları artıyor, insanın
    gözü - gönlü açılıyordu. Değerli
    misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları
    kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:

    "- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!" Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:
    "- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!"
    "- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"
    Gül Baba
    tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve
    Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun
    kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi.
    Sonra da şöyle bir teklifte
    bulundu:

    "- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"
    "- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen,
    şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!"

    Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
    "- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"
    Sonra bahçeyi gezdiler...
    Padişah gülleri
    okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada
    Gül Baba da özenle seçtiği
    gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi.


    Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.

    Kısa zaman sonra ise
    Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir
    bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep
    insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen

    okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
    Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.
    Gül Baba'nın
    türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki
    yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden
    fatihalar bekliyor.




    HAYIR ve ŞER GİZLİDİR.. ANLAYAMAYIZ
    Bir zamanlar Afrika'daki bir
    ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha
    çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte
    büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.
    Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
    Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
    gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay
    karşısında hep aynı şeyi söylerdi:

    "Bunda da bir hayır var!"
    Bir gün kralla arkadaşı
    birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri
    dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen
    tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş
    ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
    Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki
    sözünü söyledi:

    "Bunda da bir hayır var!"
    Kral acı ve öfkeyle
    bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım
    koptu?" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını
    zindana attırdı.

    Bir yıl kadar sonra, kral
    insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir
    bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.

    Yamyamlar onları ele
    geçirdiler ve köylerine götürdüler.
    Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun
    yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
    Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının
    olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle
    uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı
    yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine
    inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve
    salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

    Sarayına
    döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde
    gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva
    gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana
    koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından
    geçenleri bir bir anlattı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın
    kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden,
    seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için
    özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü
    birşeydi."

    "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
    "Ne diyorsun Allah aşkına?"
    diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
    "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını düşünsene?

      Forum Saati Ptsi Mayıs 20, 2024 11:03 am