.talk4her

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.talk4her

müzik dinle klip izle indir resim google yetkinforum video download youtube islamiyet ilahi


    ******ün anıları ve hayatı.>>

    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Atatürkün anıları ve hayatı.>> Empty ******ün anıları ve hayatı.>>

    Mesaj  AsiRuH Çarş. Kas. 05, 2008 3:16 pm

    SOYU, AİLESİ VE KARDEŞLERİ


    1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1839 doğumlu Ali Rıza Efendi 1870 veya
    1871 yılında evlendiler. Bu evlilikten altı çocukları olmuştur: Fatma
    (1871/72-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal
    ******) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye
    (1889-1901). Bu çocuklardan Fatma dört, Ahmet Dokuz, Ömer sekiz
    yaşlarında o senelerde Rumeli'yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı
    (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında öldüler En küçükleri Naciye
    Mustafa Kemal Harp Okulu'nu bitirdiği sene, oniki yaşında hayata
    gözlerini kapadı. Ailede çocuklardan en uzun yaşayan Makbule Hanım
    olmuştur.
    Ali Rıza Efendi


    Zübeyde Hanım

    Babası Ali Rıza Efendi'nin hastalanarak 28 Kasım 1893 tarinde vefat
    etmesi üzerine 12 yaşında yetim kalan Mustafa Kemal ve iki küçük
    kardeşin (Makbule ve Naciye) büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi,
    büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü.



    Küçük Mustafa, Haziran 1887'de başladığı ilk öğrenimine bir süre
    annesinin arzusuna uy'arak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde
    devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selanik'te çağdaş
    eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi.
    Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir
    ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece
    memnundu.

    Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Ali Rıza Efendi'nin ölümü
    üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selânik yakınlarındaki
    Lankaza'da bulunan Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin
    Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın
    öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat, çok geçmeden
    Selanik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam
    etti.

    ATATÜRK'ÜN İLK ÖĞRETMENİ ŞEMSİ EFENDİ


    Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulundan sonra bir süre Selanik Mülkiye
    Rüştiyesi'ne devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin
    kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve
    1894 yılının Temmuz-Ağustos aylarında kendi kararı ile Askerî
    Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Yazları,
    dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte
    kalırdı. Mustafa, bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında
    zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve
    öğretmenlerinin sevgisini kazandı; öğretmenleri neredeyse kendisine bir
    arkadaş muamelesi yapma gereğini hissetmişlerdi.

    Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç
    öğrencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer
    Mustafa'larla aralarındaki farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının
    sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç öğrenci Mustafa Kemal
    olmuştu.

    Öğrenim Hayatı


    Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra 13 Mart
    1896'da Manastır Askerî İdadisine girdi. Burada Ömer Naci ile
    arkadaşlık etti. İlerde ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi,
    Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın
    arkadaşlarından biri olacak Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi.
    Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini
    de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman
    Fransızca dersleri alıyordu.

    Manastır İdadisi

    Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisini de başarı ile bitirerek
    13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik
    başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu
    Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisinde devam
    etti.1903 yılında Üsteğmen olmuştu.11 Ocak 1905 tarihinde de Kurmay
    Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisinden mezun oldu


    Harp Okulunda ve Harp Akademisinde de zekâsı, yetenekleri ve üstün
    kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların
    içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi
    yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve
    eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet
    davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi
    sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir
    istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak
    çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimî oluşu, onun
    herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp
    Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık
    rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay
    İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5
    Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı.

    ANKARA VE BİR MİLLETİN ŞAHLANIŞI

    Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i
    Temsiliye üyeleri ile beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele
    Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever,
    Bağımsızlık Savaşı'nda görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre
    sonra,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf Devletleri tarafından
    fiilen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol
    altına alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet
    gösteremeyeceğini anlay'arak dağıldı; zaten bu sıralarda
    milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış
    bulunuyordu.

    Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu
    komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde
    salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi.
    Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her
    bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet
    Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil
    eden bu Meclis'e ve onun hükûmetine de başkan seçilerek artık Türk
    bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri
    oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına
    yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir
    milletin ölüm kalım savaşının, istiklâl mücadelesinin Iiderliğini
    yapıyordu.

    Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, millî bir hükûmetin kurulması
    üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş
    ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla
    oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları
    kuruluyor, başta ****** olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asi
    sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan İzmir'e
    çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu.
    Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış
    olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahalli kuvvetler
    ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı
    sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi,
    Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar
    devam ediyordu.

    Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet
    Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine
    karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu
    Cephesi'nde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki
    kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve
    Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere
    karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan
    Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış,
    30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği
    üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son
    verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye
    ettirildi.

    Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerinde Fransız
    birlikleriyle mahalli kuvvetler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu.
    Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de
    Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla
    yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı
    şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.

    Yunanlılar 1920 Haziranında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin
    içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı
    Cephesi'nde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden
    oluşan Kuvay-ı Millîye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı,
    29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken
    Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos 1920'de İtilâf
    Devletleri'yle Sevr Antlaşması'nı imzalamak suretiyle dış
    düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.

    Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet
    yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet
    Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş,
    artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini
    ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, Millî
    Mücadele'nin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otorite altında
    toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis
    kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline
    getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son
    verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde
    disiplin ve eğitime tâbi tutulacaktı.

    Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî
    Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda
    Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli
    ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, Millî Mücadele
    tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.

    Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü
    örgüt sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde
    bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi
    kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset
    izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında
    başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları bölgelerde
    sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine
    göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında
    örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve
    kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara
    Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan
    çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini
    almıştı.

    Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli
    orduda emir ve komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin
    şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi, ordu içinde
    kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu asi kuvvetler
    her başarıda orduya ayak bağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet, Çerkez
    Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.

    29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi
    Komutanı Albay Refet Bey, Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan
    kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan
    Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetleri'nin Kütahya'yı işgali
    üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler, asileri takiple 5 Ocak 1921
    günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne
    çekilmek mecburiyetinde kaldı.

    İşte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı
    Cephesi kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp
    mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez
    Ethem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını, askerlerin
    mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu
    iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor ânını kendileri için
    büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak
    cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk
    kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde anîden bastırıp mağlup etmek, bu
    suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu
    açmaktı. Bu plân gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî
    hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün
    olacaktı.

    Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî
    yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli
    demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak
    Cepheleri'nden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme
    imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de
    arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç
    tablo bu idi.

    Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney
    Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem'in
    takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan
    kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar
    mevzilerine sevk etmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi
    kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü
    mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha
    önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar
    yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle İnönü
    mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu
    amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya
    yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket
    ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini daha
    da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de
    Cepheye çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan hareket
    eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Atatürkün anıları ve hayatı.>> Empty Geri: ******ün anıları ve hayatı.>>

    Mesaj  AsiRuH Çarş. Kas. 05, 2008 3:17 pm

    Öte yandan Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve
    Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat
    bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine
    rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta ****** olmak üzere
    Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. ******, 8
    Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları
    söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok,
    ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin
    başarı, son başarı meşru bir amaç izleyenlerde olacaktır."

    I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların
    Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini
    alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşı'nda dönüm noktası olacak bir
    muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden
    komutana, ****** tarafından "İnönü" soyadı verilecekti.

    Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında
    çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla
    cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan
    düşman, umduğunu bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine,
    Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onları
    gerçekten şaşırtmıştı.

    Muharebe,10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam
    etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den
    muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye
    başlamıştı. Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir
    boşluktan istifade ederek Batı Cephesi'nin karargâhı bulunan İnönü
    istasyonunun kuzeyvine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet
    karşısında cephe karargâhı istasyondan alınarak sür'atle İnönü köyüne
    nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.

    Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir
    an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân
    bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır
    zayiat veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her
    ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayet
    tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından
    bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada
    onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan
    kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü
    sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.

    Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü ******, Batı Cephesi
    Komutanı Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının,
    mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan
    kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı
    Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla
    tebrik ederim". Gerçekten I. İnönü zaferi, ******'ün ifadesiyle kesin
    zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26 Ağustos
    ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.

    Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine
    gelmişti. Sür'atle ileri harekâta geçilerek bu asi kuvvetler de tamamen
    ortadan kaldırıldı. Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak
    Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda
    emir ve komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu.

    I. İnönü Zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî
    gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler
    boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya
    başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet
    Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven
    sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.

    I. İnönü Zaferi'nin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli
    ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde
    yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık,
    millî hükûmetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu
    gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf Devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan
    Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti ile beraber Ankara Hükûmeti'ni
    de çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu
    sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî
    davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı
    baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara
    Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu
    gelişmeler sonucu İtilâf Devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak
    zorunda kaldılar. Yine I. İnönü Zaferi'nin millî hükûmete kazandırdığı
    dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova
    Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda
    bazı müzakereler oldu.

    Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders alma***** kısa süre sonra 23
    Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart
    1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan, II.
    İnönü muharebesi'nde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi
    durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı Cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza
    geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan
    1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar
    silâhlarımıza terk etmek zorunda kaldılar. Bu suretle Batı Cephesi'nde
    düşmana karşı II. İnönü Zaferi adını alan bir büyük başarı daha
    kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya
    gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil,
    milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu.

    Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmeti'nin
    reddettiği Sevr Antlaşması'nı gerçekleştirmek amacıyla Anadolu
    topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza
    hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921
    günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât
    ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer
    şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç
    yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar
    birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art
    arda düşman eline geçti.

    Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü
    Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan
    Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhı'na geldi. Takviyeli kuvvetlerle
    gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları
    sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir
    strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu
    direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan
    sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu
    derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin, bunun için
    Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji
    uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25
    Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar,
    harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan,
    azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücüne
    karşı, çekilmeksizin uzun sure direnilmesı daha büyük kayıpların sebebi
    olacaktı.

    İnkılâp tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve
    Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz
    kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça
    ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında
    şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz
    yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Atatürkün anıları ve hayatı.>> Empty Geri: ******ün anıları ve hayatı.>>

    Mesaj  AsiRuH Çarş. Kas. 05, 2008 3:18 pm

    Ordumuzun, Sakarya'nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu,
    tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere
    Hükûmet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak
    Meclis'ten onay almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet
    Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya
    kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri,
    Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar
    dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine
    Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına
    karar verdi.

    Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kat'î
    darbe indirileceğine dair, başta ****** olmak üzere Millî Mücadele
    liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre
    "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek,
    sonunda imhası mümkün hale gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı,
    herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm
    güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması
    gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu
    ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kat'î darbeyi
    vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri
    düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini
    kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.

    Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna
    çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni
    bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister
    istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve
    tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet
    Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili
    üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu
    yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi
    aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına
    geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir
    kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine
    alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de
    kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük
    çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka
    çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle
    haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da
    Çanakkale Muharebesi'nde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne
    saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne
    saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve
    büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.

    Muhaliflere gelince, onlar da Başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya
    vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda,
    gelişecek tüm sorumluluğu onun, omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.

    Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de
    aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların
    dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya
    koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması
    ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu
    ısrarı karşısında, Meclis Başkanlığına şu önergeyi sundu: "Meclis'in
    sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine
    Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan
    doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve
    manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha
    kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu
    yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum. Hayatım boyunca
    millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında
    bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle
    sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".

    Bu önerge Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı
    itirazlara sebep oldu. Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm
    kalım mücadelesi gibi olağanüstü şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde
    Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev, gerçekten çok büyük
    ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili
    idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru
    kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anında kullanmakla
    mümkündü. Esasen ****** de bu olağanüstü şartlara rağmen, söz konusu
    yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan
    sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu isteğinde
    kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, Mustafa
    Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in
    yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük
    Millet Meclisi'nde oy birliği ile kabul edildi. Kanunda şu sözlere yer
    veriliyordu: "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan
    yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık
    fiili vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir.
    Başkomutan, ordunun maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir
    kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna
    ait salâhiyetini Meclis na'mına fiilen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat
    ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü takdirde
    bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salâhiyeti kaldırabilir."


    Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi.
    Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını
    bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler!
    Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla
    behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika
    olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize
    karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim."
    Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu
    bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu vazifeyi tevdi
    etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi,
    hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle
    değiştirilmesine imkân omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun
    düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı
    kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, ana yurdumuzun mukaddes ocağında
    boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. "

    Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya
    başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete ****ürecek bütün tedbirleri en kısa
    zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi
    imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri
    yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu"
    kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift
    çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için
    tüccarın elinde bulunan stoklardan yüzde kırkına parası zaferden sonra
    ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından
    stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya
    verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve
    cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edelecekti. Memleketteki
    demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin
    listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün
    memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet
    edilmişti. Artık millet ve ordu el ele idi ve topyekûn bir harp
    başlatılmıştı.

    Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü
    Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhı'na geldi. Artık
    Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi.

    Şimdi 1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921
    günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta
    başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına
    "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok
    şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma
    hattımıza dayandılar.

    23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan
    Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla
    çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde
    kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu.
    Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele
    geçirdikleri, Polatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan
    duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri birçok noktada yarılmasına
    rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde
    yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine
    imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü
    koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün
    vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça
    terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden
    atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada,
    tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki
    birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz.
    Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".

    Başkomutan'ın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem
    taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan
    toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden
    bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her
    tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal
    Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin
    harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme
    kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana
    mevzilerinden çok uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine
    düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan
    karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu
    Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca
    cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en
    ileri mevzilerde görünmüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutan'ın
    en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi
    ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin
    maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Atatürkün anıları ve hayatı.>> Empty Geri: ******ün anıları ve hayatı.>>

    Mesaj  AsiRuH Çarş. Kas. 05, 2008 3:18 pm

    "Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün
    22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya
    Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı.
    Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük
    Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla
    Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin
    sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas
    Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara
    Antlaşması imzalandı.

    Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir
    hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek,
    önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada
    kalmışlardı. Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.

    Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk
    ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu.
    Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün
    olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler,
    mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk Hükûmeti'nin içinde bulunduğu güçlükler
    ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun
    genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha
    dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını
    hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal
    ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle
    daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.

    Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının
    dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol
    izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli
    tutuyordu. Çünkü ******'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle
    yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet
    eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün
    güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi.
    Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden
    üstünlüklerini korumakta idiler.

    Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük
    Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi plânı, 27/28 Temmuz 1922
    gecesi, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da
    görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli
    olarak "taarruza hazırlık" emri verildi.

    Büyük taarruz plânı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da
    cüretli ve tehlikeli idi. Zira kuvvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun
    siklet merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine
    kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci
    plânda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti
    açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi
    olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu.
    Başarısızlık halinde, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun akıbeti
    kritikleşebilirdi. 29/2

    Bu plân, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya
    ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına
    olursa olsun mağlup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.

    26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle
    Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada
    Kocatepe'de bulunuyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu
    hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I.
    Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık
    merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.

    Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında
    yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi
    (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I.
    Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa, Süvari
    Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu

    Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok
    mevzii düşürüldü. Anî baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında
    şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman
    işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında
    Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz
    29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos
    günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen
    kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü
    savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz
    tarafından kurtarılmış bulunuyordu.

    Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir
    doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922
    günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir,
    ileri!" emrini verdi.

    Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı,
    2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve
    Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8
    Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu
    Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis
    ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet
    Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Bu sabah
    Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren
    düşman istilâsından kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir
    kere daha gözler önüne serilmişti.

    Mondros Mütarekesi'yle başlatılan ve Sevr Antlaşması'yla
    gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından
    çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı,
    milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek
    kazandığı bu büyük zaferler ******'ün ifadesi ile tek bir amaca
    yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!"
    ****** diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak
    kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır.
    Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde
    kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer,
    ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden,
    her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır,
    doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur".

    Büyük Türk Zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş;
    çağdaş, demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan
    bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından
    temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini
    toplamak üzere siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf
    Devletleri'yle imzalanan Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı;
    Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine bu
    anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın
    Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve Boğazlar bazı
    kayıtlarla idaremize bırakıldı.

    1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile saltanatla
    hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal
    Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını
    doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir
    şâhısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan
    bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir;
    Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı
    yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir". Meclis'in bu tarihî
    kararı üzerine Vahdettin bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı.
    AsiRuH
    AsiRuH
    yönetici
    yönetici


    Erkek
    mesaj sayısı : 9861
    Yaş : 36
    İş/meslek : xxxxx
    Kayıt tarihi : 27/09/08

    Atatürkün anıları ve hayatı.>> Empty Geri: ******ün anıları ve hayatı.>>

    Mesaj  AsiRuH Çarş. Kas. 05, 2008 3:19 pm

    romanist08-25-2005, 10:31 PM
    ÇAĞDAŞ BİR DEVLETİN TEMELLERİ ATILIYOR

    Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20
    Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen
    bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ni -Mudanya
    görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet
    24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye
    Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız
    çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler
    temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında
    kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma ******'ün
    ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr
    Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını
    ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte
    benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi".

    13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye
    Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de
    açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı,
    yapılan bir Anayasa değişikliği ile - Cumhuriyet ilân olundu.
    Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle
    kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara
    Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin
    ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

    Cumhuriyetin ilânı ile gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet
    örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak
    lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet
    söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924'te artık hiçbir lüzumu
    kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış bulunan halifelik de
    kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına
    çıkarıldı.

    Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık
    seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar
    birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet
    inkılâpları yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevk ederek her türlü hayat
    enerjisini yok eden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve
    Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve
    devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye
    mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber
    birçok yeni kanunlar kabul edildi.

    İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk
    Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar
    yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet
    okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir yol takip
    edildi. ******'ün en büyük eserlerinden biri olan Harf İnkılâbı
    meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına
    dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform
    gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada
    ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslar arası
    takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapıÎarak
    Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.

    Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa
    olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri
    görüşüldü. Ziraî faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi
    geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu.
    Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılâplara

    "****** İnkılâpları" adı verildi. İnkılâpların memlekette daha süratle
    ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere
    Cumhuriyet Halk Partisi teşkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik,
    halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin
    ilkeleri olarak kabul edildi.

    Milleti çağdaş uygarlığa gotüren bu zorunlu gidiş karşısında,
    muhalefeti teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe
    dayanan bir grup tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine
    temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten ******'ü sorumlu
    tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa da muvaffak
    olamadılar ve millet tarafından tel'in edildiler.

    Mustafa Kemal Paşa, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk
    bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan Büyük
    Nutku'nu yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresi'nde altı gün devam
    eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu
    olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez
    eserleri arasında yer aldı.

      Forum Saati Perş. Mayıs 09, 2024 5:59 am